Ünlü oyuncu Nurgül Yeşilçay, günümüzde bir çok mutsuz kadın ve erkek olduğunu söyleyerek, “Birisi karşımıza çıktığında, ‘Elimi sallasam ellisi’ filan havasına giriyoruz. Ay hiç de elini sallasan ellisi durumu yok canım!” dedi. "Aşk basit, biz zorlaştırıyoruz. Atla deve bir şey değil" diyen Yeşilçay, "Bazen ilk görüşte aşık oluyorsun bazen aradan süre geçince. Aşk, aşk işte" ifadelerini kullandı.
Türkiye’de iyi senarist ve yazarların olduğunu ancak senaryo matematiğini bilmediklerini söyleyen Yeşilçay, kendisinin de bir arkadaşı ile beraber yazdığı iki senaryosu olduğunu belirterek “Bir tanesi romantik komedi. Pedro Almodovar filmleri tadında” dedi.
Hürriyet’ten Onur Baştürk'ün sorularını yanıtlayan Yeşilçay, doğru projeyi bulursa, Özcan Deniz’le bir çalışma içerisinde yer almak istediğini belirtti. Dizi sürelerinin uzamasını ‘Asmalı Konak’ dizisi ile birlikte kendilerinin başlattığını söyleyen oyuncu, “İlk bölümü 80 dakika yapmıştık. Hatta herkes, "Ne yapıyorsunuz? Böyle şey olur mu?" demişti. Ama tabii bu sonra ayağımıza dolandı!” ifadelerini kullandı.
Hürriyet’te yayımlanan (24 Eylül 2015) röportajın tamamı şöyle:
Yeni sezonda Gülseren'i neler bekliyor?
- Bu sezon Gülseren'le Cihan'ın aşkını daha çok vurguluyoruz. Geçen sene aşklarına giriş yapmıştık, bu yıl gelişme bölümüne geçeceğiz. Kadromuz zaten muhteşem. Barış Falay da aramıza katıldı. Düşün; dizinin senaryosunu okuyor, çekimini ve gerekirse dublajını yapıyorum. Ekran karşısında izlediğimde yine içine giriyorum.
Haftada kaç gün çekim yapıyorsunuz?
- Altı gün. Ama şanslıyım. Yönetmenlerimiz işini bilen insanlar. Ne çekeceklerini önceden biliyorlar, ki bu konuda efsane olmuşuz. Başka setlerde çalışan arkadaşlarımız, "Bu kader mi? Siz akşam altıda bitiriyorsunuz, biz sabahlara kadar çekiyoruz" diyorlar.
Dizilerin süresinin uzun oluşuna ne diyorsun?
- Tabii ki kısalmalı. Çünkü izlerken gerçekten sıkıcı. İlk piyasaya girdiğimde diziler 55-60 dakikaydı. Sonra git gide süreler uzadı. Aslında Asmalı Konak'la beraber süre uzunluğunu başlatan biziz. İlk bölümü 80 dakika yapmıştık. Hatta herkes, "Ne yapıyorsunuz? Böyle şey olur mu?" demişti. Ama tabii bu sonra ayağımıza dolandı! Şimdi önüne geçemiyoruz. Kanal 140 dakika isteyebiliyor. O kadar olay bulmak senarist açısından zor. Bizim için her sahnede aynı performansı göstermek de...
Senaristlere şöyle dediğin oluyor mu, "Ya arkadaşlar bu olmamış, nasıl yapacağız?"...
- Evet oluyor. Paramparça'nın bir bölümünde Hazal'la ikimiz trafik kazası geçirmiştik. Taksinin altında kalmıştık. Ben senaryo gereği, Allah'ın bana verdiği güçle, taksiyi kaldırmıştım! Şimdi bunu Gülseren'e yaptıramazsın. Ama Cihan yapar. O bölümün senaryosunu okuduğumda yadırgamıştım, ama yine de çektik.
Senaristler eleştiriye açık mı?
- Açıklar, gidiyorsun konuşuyorsun. Yönetmenin, yapımcının, herkesin sonuçta bir fikri var.
Bizde klasiktir, hep "İyi senaryo yok" denilir. Problemimiz nedir sence?
- Buna katılıyorum. Bizde iyi senaristler, yazarlar var. Ama senaryo matematiğini bilmiyorlar. İçlerinden geldiği gibi yazıyorlar. Oysa bunun bir matematiği var. Bizde matematik eksik.
Halk bunu istiyor diye mi senaristler böyle...
- Aslında halkın istediği de matematik. Uçuk bir şey yapıyorsan bile onun matematiği olmak zorunda.
İlerde senaryo yazayım, film çekeyim kafasına girer misin? Türkan Şoray gibi mesela...
- Türkan Hanım yönetmenlik konusunda çok iyi. Bütün filmlerini izledim, çok iyi buluyorum. Bir arkadaşımla beraber yazdığım iki senaryom var. Bir tanesi romantik komedi. Pedro Almodovar filmleri tadında. Bakalım, yapımcılara sunacağız.
Komediyi çok seviyorsun...
- Evet, ama komedi dizisi Türkiye'de tutan bir şey değil. İlla Güldür Güldür Şov gibi bir şey yapacaksın. Ben de onları yapamam, bildiğim bir şey değil. Sit-com olsa yaparım. En son Gülse'nin vardı, o da bitti. Aslında ben oyunculuk biçimlerini denemeyi çok seviyorum. Karakterin devamlılığı için emek vermeyi, o karakteri enine boyuna incelemeyi... Mesela şimdi Gülseren'in nasıl uyuduğundan uyurken nasıl pozisyon aldığına, hatta çayına kaç şeker attığına kadar her şeyini düşünüyorum. Bir gün sanat yönetmenimiz sette Gülseren'in çayının yanına şeker koymamıştı. Hemen "Şeker koyun" dedim. Çünkü Gülseren'in kilo alacağım gibi bir problemi yok. Kadının daha büyük problemleri var! Gülseren salata da yemez. Salatayı Dilara yer. Böyle şeylere kafa yormaya bayılıyorum.
Bir gün Dilara gibi bir karakteri oynamak ister misin? Yoksa sana hep Gülseren tipindeki karakterleri mi yakıştırıyorlar?
- Gülseren yakışıyor, o ayrı. Ebru'ya da Dilara çok yakışıyor. Dik duruşu, zayıf oluşu, yoga yapmasıyla filan. Bana baktığında yoga yapmadığım belli yani! Ama oyuncu olarak Dilara gibi bir karakteri oynamak isterim, çünkü kötü kadını oynamak müthiş eğlenceli.
Kötü karakteri oynama riskini alırsın yani?
- Hadi diyelim ki ben aldım, yapımcı alır mı? (gülüyor)... Baksana şu gözlere, masum masum bakıyor!
Çocuğuyla ilgili sürekli plan yapan annelerden misin?
- Çok plan da yapmam, akışına da bırakmam. Çocuğun bir şeye yeteneği varsa onun ortaya çıkarılmasından yanayım. Ama zorlamamak lazım. Nejat bir sürü şeyi denedi. En sonunda bateri konusunda müthiş yetenekli çıktı. Spor konusunda ise aikidoyu sevdi. Bu ikisini bırakmaması için onu zorlarım elbette. Ah bir de bizim çocuk fenci, fen seviyor. Cem Özer'le benden nasıl fenci çocuk çıktı bilmiyorum yani!
Cem Özer'le ilgili durumlar ne? İlişkiniz nasıl?
- İyi canım, ne olacak? Hiçbir zaman kötü bir şey olmaz. İzin vermem, sevmem öyle şeyleri. Arada çocuk var. Ayrıca altı yılımı beraber geçirmişim. Çok görüştüğümüz yok. Ama arada birbirimizden bazı konularda fikir alırız.
Çok dobrasın! Bu dobralığın erkekleri rahatsız ediyor mu?
- (Gülüyor) Evet biraz, ama onların yanında kendimi biraz törpülüyorum! Bir de benimki dobralık değil, başka bir şey. Entrika düşünmemek, entrikasız yanıt vermek. Ama bak, büyük entrika yapılmasına kesinlikle karşı değilim. Çok zevkli, çok zekice... Lakin küçük entrikaya hayır! Mesela, "Nereye gidiyorsun, tuvalete mi?" diye soruyorsun. "Yok", diyor karşındaki. "Aslında şuraya gidiyordum da..." filan filan. Evet ya da hayır diye yanıt verilecek bir soruya neden entrikayla yanıt veriyorsun ki? Ben buna karşıyım.
Şu ana kadar yaşadığın aşklar seni tatmin etti mi?
- Etti! Valla çok sarsmışını da yaşadım, çok sakinini de...
"Hayatımda mutlaka biri olmalı" diyen kadınlardan değilsin ama, yanılıyor muyum?
- Değilim. Zaten yalnız vakit geçirmeyi bilmiyorsan adama musallat olursun! Adama musallat olmak da en korkunç şey. Devamlı "Ne yaptın, neredeydin?" soruları... O yüzden sevdiğin şeylerin, hobin olmalı. Bu yüzden sevgilisine göre değişen kadınları da anlamıyorum. Mesela dövmesi yoktur, ama sevgilisinin var diye gider dövme yaptırır. Çok saçma!
Dizi sektöründe tekrar hangi oyuncuyla çalışmak istersin?
- Özcan Deniz'le isterim. Tekrar bir araya geleceğimizi hissediyorum. Asmalı Konak'ın devamı gibi bir şey olmaz da, orada sevilen karakterlerden yola çıkarak bir şey yapılabilir. Bilmiyorum, daha Özcan'la da konuşmadık. Ama hep Özcan'la bir şey yapasımız var. Doğru projeyi bulursak...
Los Angeles'a gidip oyunculuk workshoplarına katılmayan, orada yaşamayan bir sen kaldın. Nedir sence Türk ünlülerindeki LA sendromu?
- Temel oyunculuk kuramlarını okulda öğrendim. Okulda bize öğretilen Stanislavski yöntemiydi. Yurtdışında öğretilen diğer yöntemler zaten bunun çeşitlemesi. Hepsine baktığımda aynı şeyi görüyorum. Ayrıca zaten oyunculukla yatıp oyunculukla kalkıyorum. Hayata öyle bakıyorum. Tamam, oyunculuk da kendi içinde gelişiyor, değişiyor. Ama çözmek çok da zor değil. Shakespeare'in söylediği gibi, değişmeyen iki şey var, aşk ve nefret!
Ve aşka geldik! Ama aşkın yaşanış şekli değişiyor?
- Ama tam duygu olarak hep var. İnsan var olduğu sürece olacak da... Sadece biçimi, yaşanış şekli değişecek.
Eski aşklar yok deniliyor ya... Şimdikiler sence nasıl bir aşk?
- Ya aslında aşk basit, biz zorlaştırıyoruz. Atla deve bir şey değil. Bazen ilk görüşte aşık oluyorsun bazen aradan süre geçince. Aşk, aşk işte. Ama gerçekten, klişe ama, bence şu etkili: Kadının ekonomik özgürlüğünü kazanmış olması... Eskiden belki aşk olmayan şeylere biz aşk diyorduk. Annelerimizle babalarımız nasıl 60 yıl beraber yaşamış diyoruz ya. Belki de yaşamak zorunda oldukları için yaşadılar. O aşk mıydı bakalım! Diyelim belki başlangıçta aşktı, ama sonra aşk mı kaldı? O zamanlar belli ki vazgeçmek o kadar kolay değildi.
Bir de insanlar artık tahammülsüz. Katılıyor musun?
- Çünkü eskiden bu kadar tüketim toplumu değildik. Çocukluktan hatırlıyorum. Deterjanı, yoğurdu açık alırdık. Ya da ayakkabı eskiyince tamirciye verirdik. Şimdi direkt gidip ayakkabının yenisini alıyoruz! Eskiden bu kadar ambalaj çılgınlığı yoktu. İçerik önemliydi. Şimdi ise, "Ay ne uğraşıcam biriyle!" diyoruz. Birisi karşımıza çıktığında, "Elimi sallasam ellisi" filan havasına giriyoruz. Ay hiç de elini sallasan ellisi durumu yok canım! (Gülüyor) Ortada bir sürü mutsuz kadın ve erkek var. Mutsuzluk had safhada. O yüzden birbiriyle daha alakalı ya insanlar. Kendiyle mutsuz olduğu için... Ben bir de şunu anlamıyorum. Kimse yaşadığı anın kıymetini bilmiyor. Meslek olarak bilmiyor, bulunduğu durum olarak bilmiyor. Şımarığız! Hayat denilen şeyden insanlar çok fazla şey bekliyor. Dolayısıyla hep, "Geçen seneki hayatım/işim daha iyiydi" diye çemkirip duruyor. Sürekli bir, "Dün daha iyiydi" edebiyatı... Facebook'un Türkiye'de bu kadar tutmasının nedeni de bu! Eski aşklar, işler, arkadaşlıklar... Bu ne şımarıklık? Hiç mi mutlu olmuyorsun şu anınla? Bütün teyzeler Facebook'a giriyor. Çünkü eskileri yad ediyorlar. Ben hiçbir zaman eskiyi seven biri olmadım.
Evet, bunu hep söylersin...
- Aynen, şimdiyi yaşıyorum. Değerini bilirim. Her zaman çok şükür kafasında yaşıyorum. Düşünsene; şu an İstanbul'dayız, çok güzel bir yerde konuşuyoruz. Biraz empati kurmak lazım insanlarla...
Galiba empati kurma yeteneğini kaybettik, ne dersin?
- Belki de hiç yoktu. Bilmiyorum ki... (Gülüyor)
Ah bir de aşırı yerme ya da aşırı övme hastalığımız var. Çok abartıyoruz... Buna bir de sosyal medyada bela yağdırma eklendi...
- Şimdi şöyle: Ben ünlüysem, kaşım, gözüm, fikirlerim, elbisem hakkında herkes yorum yapabilir. Buna katılıyorum. Çok sevenin de olacak, sevmeyenin de. Zaten yüzde yüz beğeni yok. Ama gel gör ki yaşadığımız bu dönem nefret söyleminin ayyuka çıktığı, her şeyin/herkesin çok kutuplaştığı bir dönem. İnsanların kelimelerle de fiziki olarak da birbirini rahatça öldürdüğü bir dönem! Böyle bir ortamda insanlar çok rahat hakaret edebilir elbette. Çocuğun da ölsün diyen de çıkar. Çünkü öldürmeye alışılmış.
"Şöyle bir hayat yaşasam" dediğin gelecek planın var mı?
- Nejat ileride Londra'da okumak istiyor. Ben de onun yanına gidip bir yıl kalmak istiyorum. O okuluna gidecek, ben de galerilere, müzikallere filan giderim herhalde.
Bir dönem yurtdışındaki filmlerde oynama şansın vardı. Ama bunu bile isteye kaçırdın gibi geliyor bana. Neden öyle oldu?
- Yeni doğum yapmıştım. Evliydim. Kariyerim iyiydi. Köklü sanıyordum kendimi. Böyle de ölürüm diye düşünüyordum. Niye şimdi gidip riske gireyim dedim. Şu an olsa giderim. Hiç düşünmem. Kilitlenmiştim o dönem. Evlilikle ilgili bu aynı zamanda.
Peki tekrar evlenir misin?
- Evlenirim işin kötüsü (gülüyor).