Olağanüstü Hâl uygulaması kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile İçişleri Bakanlığı'ndaki işinden ihraç edilmesinin ardından Yüksel Caddesi’nde "İşimi geri istiyorum" sloganı ile eylem yapan sosyolog Veli Saçılık, dün (20 Ekim 2017) üçüncü duruşması görülen açlık grevi davasında Nuriye Gülmen'in bir kez daha mahkemeye getirilmemesine tepki gösterdi. Saçılık, açlık grevinden kaynaklı görüntüsünün infial yaratmasından çekinildiği için Gülmen tahliye edilmediğini söyledi.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça hakkındaki davanın üçüncü duruşması dün (20 Ekim 2017) görüldü. Açlık grevinin 226'ncı gününde yapılan duruşmada mahkeme heyeti, Özakça'nın adli kontrol şartıyla tahliye edilmesine; Gülmen'in ise tutukluluğunun devamına karar verdi.
TIKLAYIN - Semih Özakça için tahliye, Nuriye Gülmen'in tutukluluğuna devam kararı
Duvar'dan İrfan Aktan'ın sorularını yanıtlayan Veli Saçılık'ın cevapları şöyle:
Sizinle söyleşi yaptıktan sonra Semih Özakça’nın tahliye haberi geldi. Bu ne anlama geliyor?
Mevcut mahkeme, sanki hukuki bir yargılama varmış gibi yurt dışına bir gösteriş yapmak istiyor bence. Elbette Semih’i almış olmayı bir kazanım olarak görüyoruz. Esaretten kurtardık onu. Açlık grevi artık daha görünür olacak. “Açlık grevi yapmıyorlar” diyenlere karşı bir argüman olacak bu. Yüksel Caddesi’nde de sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz. Nuriye’yi de kısa sürede ellerinden alıp işe geri döndüreceğimizi düşünüyorum. Bu konuda umutluyum. Umutlu olmaktan öte de mücadele etmeye kararlıyım.
Sizce Nuriye Gülmen neden tahliye edilmedi?
Güya bir itirafçının itirafları var. Oysa bugünkü (20 Ekim) duruşmada o itirafçının söylediği her şey boşa çıktı. Aslında bir yargılama varmış gibi yaptıkları için böyle bir karar alındı. Ayrıca Nuriye’nin genel görüntüsünün kamuoyunda infial yaratacağını düşündükleri için onu gözden saklamaya devam ediyorlar. Çünkü Nuriye’nin görüntüsü, bakmaya cesaret edilemeyecek kadar kötü. Bunu gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Hükümet kendince prestijinin sarsılmaması peşinde. Ama biz mücadelemizle bu prestiji sarstık zaten.
9 Kasım tarihi itibariyle Ankara-Yüksel’de başlattığınız direniş bir yılını dolduracak. KHK’larla yüz binlerce insan işinden edildi ama tüm bu geniş tasfiyeye yönelik tepkiyi sizin dahil olduğunuz birkaç kişilik bir direniş üzerinden izledik. Bir yılın muhasebesini nasıl yapıyorsunuz?
Bakın, biz birçok direnişçiyiz ama bu sefer hep şahsi konuşacağım. Ben 22 Kasım 2016 tarihinde işten atılmış, 24 Kasım’da da direnişe dahil olmuştum. Nuriye Gülmen ilk Yüksel Caddesi’ne çıktığında “işimi geri istiyorum” pankartı taşımıştı. Bir gün sonra Semih Özakça, Nuriye’ye katıldı. Ertesi gün de ben Yüksel’deydim. Ardından da Acun Karadağ, Mehmet Dersulu gibi arkadaşlar bize katıldı. İlk günden bugüne kadar bize yönelik şiddetin dozu hiç değişmedi. Açıkçası ben bu direnişlerin başka yerlerde de ortaya çıkacağını, pek çok bölgede ciddi kamuoyları oluşacağını ve süreci tamamen tersine çeviremesek de bunu bir kitle hareketine çevireceğimizi düşünüyordum. Nitekim ilk zamanlarda böyle de oldu. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde işyerleri önlerinde tekil direnişler yayıldı. Ama AKP hükümeti kendi tabiriyle ipi o kadar sıkı tuttu ki, sokağa çıkan herkes gözaltına alınmaya, işkence görmeye başladı. Gazın, plastik merminin eksik olmadığı, buna ilave olarak sayısız davanın açıldığı bu süreçte kitle hareketi oluşması engellendi. Ben her gün davalara girip çıkıyorum. Eşime ve anneme de dava açıldı. Böylece tehdit aileyi de kapsamaya başladı.
Direnişlerin yayılmaması sadece uygulanan baskılardan mı kaynaklanıyor?
Kuzuların Sessizliği filminin isminden esinlenerek “sendikaların sessizliği” demek lazım. Ben örneğin KESK’in sessizliğini anlamakta güçlük çekiyorum. 130 bine yakın ihraç var ve bunların yaklaşık 3 bin 500’ü KESK üyesi. Bu 3 bin 500 kişiyi harekete geçirmek çok zor değildi. Bizim yaptığımız şey de insanüstü bir eylemsellik değil. Gidip İnsan Hakları Anıtı önünde oturuyor, basın açıklaması yapıyor ve polisin şiddetine göğüs geriyoruz. Türkiye’de insanlar hiçbir zaman korkak değil. Gezi’de de öncesi ve sonrasında da gördük ki, insanlar bunu yapabiliyor. Ama sendikalar öngörüsüz davranarak, talepleri bir bürokrasi içine yığarak kitle hareketini sürekli frenledi ve durdurdu. Yönetemediler, yönetmek istemediler.
Nasıl?
Ölü taklidi yaparak.
Neden?
Ölü taklidi yaparsak daha fazla üyemiz ihraç olmaz, biz yöneticiler de tutuklanmayız diye düşündüler. Sendikalar AKP’nin yarattığı korku ikliminin bir parçası haline dönüştü.
Fakat KESK yöneticilerinin de size yönelik eleştirileri olduğunu biliyoruz. Gülmen ve Özakça’nın açlık grevine girerken, kendilerine danışmadıklarını, hatta bu eylemin kendilerine dayatıldığını, Yüksel direnişini yürütenlerin sendikayla koordinasyona yanaşmadığını söylüyorlar.
Doğru söylemiyorlar. Ben, Nuriye ve Semih’le aynı siyasi gelenekten değilim. Herkes de bunu bilir. Nuriye ve Semih’le oturup uzun uzadıya konuşarak bu eyleme dahil olmuş da değilim. Ben başından itibaren KESK’le birlikte hareket ettim. İşten atıldığım gün KESK’le birlikte basın açıklamasına gittim. Sonrasında da KESK’in ihraçlarla ilgili yaptığı bütün toplantı ve eylemlere katılmaya çalıştım. Ama KESK özellikle bir şey yapmama konusunda çabaladı, frenledi. Mesela İhraçlar Kurultayı diye bir etkinlik yaptı ve burada alınan kararların hiçbiri hayata geçirilmedi. Ayrıca sendikalar veya kişiler illa Yüksel’e gelmek zorunda değiller, Nuriye ve Semih gibi açlık grevine girme mecburiyetinde de değiller. Yahut benim yaptığım tarzda eylem yapmak zorunda da değiller. Böyle bir kural yok. Ama kural olan şey, direnmektir. Başka alanlarda, başka biçimlerde bu direnişi yapabilirsiniz. KESK şu anda Ankara-Sakarya Caddesi’nde bile oturma eylemi yapamaz hale gelmiş durumda. Bunda bile inat edemeyen bir sendikadan bahsediyoruz.
Ama İstanbul Bakırköy ve Kadıköy’de KESK’lilerin direnişi var…
Evet, onlar benim arkadaşlarım ve onları KESK’in örgütlemediğini, kendi inisiyatifleriyle bu direnişi sürdürdüklerini biliyorum. Onlar da benim gibi KESK’li ama kendi iradeleriyle sokağa çıkıyorlar. KESK şu an Ankara’da işyerleri önünde direniş yürüten üyelerine bile sahip çıkamıyor. Oysa KESK’in “işyerleri önünde eylem yapalım” gibi bir kararı var.
Bunu onlarla konuştunuz mu?
Defalarca konuştum. Yüksel’e gelmeyin tamam, ben çıkarım, diğer arkadaşlarımız çıkar. Ama mesela Sakarya Caddesi’ndeki mevzimizi bırakmayalım, polis “şuradan gidin” dediğinde gitmeyelim, işyerlerimiz önünde inat edelim dedim. Bizi sürekli gözaltına alıyorlar. Şimdi bu röportajdan sonra Yüksel’e gideceğim ve tekrar gözaltına alınacağım. Yarın da, öbür gün de gözaltına alınacağım. Peki biz beş yüz kişi, ikişer ikişer, dönüşümlü olarak çıksak, başka alanlarda çıksak daha etkili olmaz mıydık! Ben bu kadar eziyet görmek zorunda mıyım? Hem sendika yönetimine talip olacaksın, yönetimi alacaksın, sonra da hiçbir şey yapmayacaksın! 10 Ekim katliamı anması sırasında harekete geçen gençlere bir KESK yöneticisi “sizin yüzünüzden dayak yiyoruz” dedi.
Kim söyledi bunu?
İsim vermeyeyim ama KESK’in en büyük yöneticilerinden biri, polisi dinlemeyen gençlere söyledi bunu. 102 insanımız katledilmesi üzerine, kapalı salondaki anmaya bile gaz atan polis yerine, bu şiddete tepki gösteren gençlere “sizin yüzünüzden dayak yiyoruz” demek çok ağır bir cümledir. Ben bu cümleyi kabul etmiyorum. Üstelik ben de onlara diyorum ki, “esas ben sizin yüzünüzden dayak yiyorum.” Siz 250 bin üyeli sendikanızı harekete geçiremediğiniz için, zamanında önlem alamadığınız, gerekli direnişi göstermediğiniz için, yöneticiler olarak elinizi taşın altına koymadığınız için biz dayak yiyoruz. Bu eleştirim nettir ve serttir. Ama bu eleştiri asla “Veli’nin bir eylemi ve söylemi var ve herkes buna katılmak zorundadır” anlamına gelmiyor. Benim yaptığım eylem taraftar bulabilir veya bulmayabilir, insanlar “Veli’nin söylediği yanlıştır” der, buna gayet saygı duyarım. Ama benim söylediğim yanlışsa, onlar da doğruyu ortaya koymak, kendi doğrularıyla alana çıkmak, bir söylem geliştirmek zorundadır. Arkadaşların eylem yapmak şöyle dursun, KHK’lere yönelik bir söylemi bile yok. Ben alanda bir slogan üretebiliyorum, söz söylüyorum. Bunu benim gibi düşünen veya düşünmeyen gazeteler, web siteleri yayınlıyor ama aynı basında KESK eşbaşkanlarının bir açıklamasını dâhi göremiyoruz. Çünkü bir açıklama yapmıyor, yapsalar bile orijinal bir şey söylemiyor, konu üzerine düşünmüyorlar. Bunu dönüştürmeye yönelik bir planları, çabaları yok.
Üyeler, KESK’i bu konuda harekete geçmeye zorlamıyor mu?
Başlarda oluyordu, Ankara’da ihraç edilen üye sayısı 250 civarında ve biz ilk başlarda yüz kişiyle toplantı yapabiliyorduk. İhraç edilmemiş üyelerin KESK’e bu bağlamda bir talepleri olduğunu ise görmedim. Sendikaya sürekli “ne yapalım” diye soruyorduk. Aldığımız yanıt hep aynıydı: “Bekleyin, karar alacağız.” Hiçbir şey yapmadılar.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevine girmesi, bu direnişi uluslararası alanda gündeme getiren en kritik unsurdu. Siz neden açlık grevine girmediniz peki?
İşime geri dönmek istiyorum ve ölümle sonuçlanabilecek bir açlık grevinin bu terazide yerini bulmadığını düşünüyorum. Ama Nuriye ve Semih bunun böyle olması gerektiğini düşünüyor. Ben kendi fikrimi doğru buluyorum, onlara da saygı duyuyorum. Onlar gibi düşünmemem asla onların iradesini yargılamaya dönüşmüyor.
Gülmen ve Özakça’ya açlık grevini bırakmaları konusunda çok sayıda çağrı yapıldı. Siz de onlara benzer bir öneride bulundunuz mu?
50’nci günden itibaren arkadaşlarıma “bırakın bir 50 gün de ben yapayım” önerisinde bulundum. Dönüşümlü bir eyleme dönüştürelim dedim. Ama onlar “bizim irademiz bu yöndedir ve böyle yapacağız” deyince de saygı gösterdim. Bundan sonra arkadaşlarıma “niye açlık grevi yapıyorsunuz, bu yanlıştır” dememin bir anlamı olmazdı. Zaten pratiğimde, kendimce olması gerekeni gösteriyorum. Onlar da kendi pratikleriyle, kendilerine göre olması gerekeni söylüyor. Şimdi ortada iki eylem örneği var: Nuriye ve Semih’in yaptığı ve benim, Acun Karadağ’ın, Mehmet Dersulu’nun vs, yaptığı. Bizim gibi düşünmeyenler de, düşündükleri başka bir şey yaparsa, onlara da asla “niye böyle yapıyor, bu şekilde direniyorsunuz” demem. Mesela Bodrum’da Engin Karataş hocamız var. Bir gün koli bandıyla her yere “adalet” yazıyor, bir gün paraşütle atlıyor, bir gün denize atlıyor, bir gün gemi halatından yazı yazıyor, “öğrencilerimi istiyorum” diyerek balon uçuruyor. Geliyor Ankara’ya, polislerden sıyrılıp İnsan Hakları Anıtı’nın üzerine yazı koyuyor. Engin hocamız eylem türleri konusunda benim kadar Ortodoks değil ama saygın bir biçimde “öğrencilerimi istiyorum” demek için çeşit çeşit eylemler yapıyor. Peki, Eğitim-Sen ne yapıyor Engin hocaya?
Ne yapıyor?
Bodrum şubesinin temsilcisi “hocam siz Eğitim-Sen’e gelmeyin, polis baskı yapıyor” diyor. Şimdi Engin hocanın yaptığı naif eylemlerden biz uzak mı kalacağız?
Radikal bir eylem yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Hayır, ben radikal bir eylem filan yapmıyorum, dayak yiyorum. Dayak yemenin radikalliği mi olur! Arkamı dönüyorum, kafama vuruyorlar, bir de arkadan tekme atıyorlar, yüzüme gaz, bedenime plastik mermi sıkıyorlar. Ben pasif eylem yapıyorum ve bu bir kamu emekçisinin meşrebine uygun bir eylemdir. “Bu doğru bir eylem değil” diyen varsa da bir şeyden kaçmadan, kendi pratiğiyle konuşsun.
KESK yöneticilerinin sizin eleştirilerinize verdikleri yanıtlardaki argümanları ne?
“AKP yasakladı, polis saldırıyor.” Argümanları bu. İyi de AKP yasaklıyor, polis saldırıyor ama ben yine de çıkıyorum. Hiç gözaltına alınmamak üzerine bir sendika politikası olabilir mi? Benim ilk çıktığımda gösterdiğim iradeyi KESK Eşbaşkanı Lami Özgen gösterse, aynı şey olur muydu? Nereyi biliyorsa, nerede istiyorsa oraya ısrarla çıksaydı, “üyelerim benim emrimle bu eylemi yaptılar ve sorumluluğu bendedir” dese olmaz mıydı? Bizim eylem için “sendika koordinasyonuyla karar alınmadı” diyorlar. Peki, sendikayla koordinasyon içinde alınmış kararları niye uygulamıyorlar?
Ne gibi kararlar alınmıştı?
Bütün işyerleri önünde, hafta içi her gün eylemler yapma kararı alınmıştı mesela.
Ne zaman alındı bu karar?
Yaklaşık sekiz ay önce. Keza “kentlerin önemli yerlerinde günde dört saate varan eylemlilikleri zorlayacağız”, “OHAL’e karşı yaygın propaganda aygıtları geliştireceğiz” gibi hepsi yazılarak kayıt altına alınmış kararlar var. KESK’in verdiği bir karara kendi MYK’sındaki kişiler uymuyor. Bakın, KESK’in on dakikalık eylemi de beni kesmez. Ben işten atıldım, çocuğum var, direnmek zorundayım. Ben evime gitmem, direnirim diyorum. Onlar da “hayır, biz on dakikalık eylem kararı aldık, on dakika doldu, hadi sen git artık evine” diyor. Bunu diyemezler bana, çünkü alınmış kararları var.
Sendikayla aranızda ideolojik ihtilaflar var mı?
Hayır, aramızda ideolojik fark yok. Hiçbirisine “sen şu siyasettensin, o yüzden böyle yapıyorsun” demiyorum. Bizim bir KESK geleneğimiz var: Fiili, meşru mücadele. Yasadan değil, haklılıktan gücünü alır. Yani fiilin meşruysa, polis yasaklasa da yaparsın o eylemini. Ben her gün Yüksel’e çıkıyorum ve yaptığım şey meşrudur. Ama bazıları da Sakarya Caddesi’ne gidiyor, polis de “burada durmayın, gidin şubenin önüne” deyince kalkıp 5 No’lu Şube’nin önüne gidiyorlar. Ben bunu kabul etmem. Bakın, “ihraç edilenler için bir dakikalığına gözlerimizi kapatıyor ve onları düşünüyoruz” dediklerinde, polis “eyleminiz yasa dışı bir mahiyet aldı, müdahale edeceğiz” diyor. Bunlar da “tamam tamam, açıyoruz gözlerimizi” diyor. Durum buraya gelmemeliydi.
Yaklaşık bir yıldır neredeyse her gün polis şiddetiyle karşılaşıyorsunuz. Sağlığınız nasıl?
Sürekli boyun ağrısı, omuzda kırık; üzerine yatamıyorum. Sol kolumun omuz başında kas yırtılmasından dolayı belli hareketleri yapamıyorum. Geçen günkü saldırıdan kaynaklı morluklar var. Sürekli gaza maruz kaldığım için solunum sorunum ortaya çıktı. Gözlerim çok keskindi, daha az görmeye başladım.
Yoruldunuz mu?
Ben yoruldum! Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum ama evet, ben yoruldum! 1993’ten beri siyasetle ilgim var ama o tarihten bu yana 350 güne yaklaşan bir eylemin içinde olmadım. Sabah, öğlen, akşam dayak yediğim başka bir dönem de yaşamadım. Şu anda bunu yaşıyorum ve yoruldum. Defalarca söyledim; bu kadar insan ihraç edildi, bunun yükünü neden üç-beş kişi sırtlanıyor? Bu yük artık bizden alınmalı. Bakın, İnsan Hakları Anıtı, Ankara’nın namusudur ve şu anda bir çerçeve içine alınmış durumda. Sendikalar, İHD ve benzeri örgütler eylem yapmıyorsa, en azından bir araya gelerek bu anıtın serbest bırakılması için uluslararası kampanya örgütlesinler. İnsan Hakları Anıtı bariyer içine alınmış, bu hepimiz için ne büyük utançtır!
Yorulmanız, önümüzdeki günlerde artık Yüksel’e çıkmayacağınız anlamına mı geliyor?
Ben artık Yüksel’e çıkmak istemiyorum. Ama iki arkadaşımızın, Nuriye ve Semih’in hayatı söz konusu. Onlar için çıkmak zorundayım. Hiç kimse bir şey demediğinde, “işimiz, ekmeğimiz, özgürlüğümüz” demek zorundayım. Yoksa şu an evimde kızım, eşim var; onların yanına giderim, insan gibi yaşarım. Ama kimse çıkmadığı için, kimse ses etmediği için ben tüm bunlardan feragat etmek zorundayım. Ya da ben çıkmadığımda oraya çıkan üç-beş kişinin dayak yediği bilgisine nasıl sırtımı dönerim? Ben devam edeceğim. Birazdan yine eyleme gideceğim, yine gaz yiyeceğim, yine dayak yiyeceğim, yine gözaltına alınacağım.
Tabii bu arada Nuriye Gülmen, Semih Özakça ve Esra Özakça’nın açlık grevi devam ediyor. Dolayısıyla geçen her gün onların hayat riski artıyor. Anlaşılan hükümet cephesinde bu konuda bir gelişme de olmayacak…
Ben bir gelişme olacağını düşünüyorum. 220 güne dayandı açlık grevi ve bu artık geriye dönüşsüz bir süreç. Bugün bıraksalar bile arkadaşlarımızın sakatlanması ne yazık ki kesindir. Her ne kadar üç-beş kişiyle eylem yapsak da herkesin gözünün bizde, gönlünün bizimle olduğunu biliyoruz. Devlet de bizi önemsiyor. Bu eylemin de Gezi türü bir ayaklanmaya neden olacağını düşünüyor. Dolayısıyla bu gerilimin daha fazla sürmemesi için hükümetin çeşitli yan yollarla açlık grevi meselesini çözme ihtimali olduğunu düşünüyorum.
Bu konuda bizim görmediğimiz ama size yansıyan herhangi bir sinyal var mı?
Basın açıklamalarına Anadolu Ajansı gelmeye başladığına göre bir şeyler oluyor. Nitekim Nuriye’nin tutulduğu Numune Hastanesi’nin önündeki açıklamaya AA da gelmişti.
Ama bunun dışında bir belirti yok…
OHAL Komisyonu veya AİHM aracılığıyla bir yan yol geliştirmeye çalışacaklarını düşünüyorum. Çözümden ziyade bir taktik geliştirebilir hükümet. En azından bu sürece bir es verebilecek bir ara formüle başvurabilirler. Ama bu arkadaşların yaşamını yitirmesi hem bizim işe döndüğümüzde onların kanı üzerine oturmamız anlamına gelecek hem de bu hükümetin siciline asla affedilmeyecek bir olay olarak işlenecek.
Bu bir yıllık süreçte gerek HDP gerekse CHP çeşitli çalışmalar yaptı. Siz, muhalefet partilerinin üstlerine düşeni yaptığını düşünüyor musunuz?
Tam olarak yaptıklarını söyleyemeyiz ama CHP’nin kendi geleneklerinin üstünde bir destek verdiğini gördük. HDP de bize destek verdi, birçok milletvekili yanımıza geldi ve ayrıca çok sayıda HDP’li arkadaş bizimle birlikte eylemlere katıldı. Diğer sol-sosyalist partiler de öyle. Her ne kadar merkezi anlamda bir kararları olmasa da mutlaka yanımızda bulundular. CHP hâlâ bürokratik görüşmelerde ısrar ediyor, HDP siyasal olarak sürekli söylemlerini sürdürüyor. Ben bundan memnunum. KESK’in içindeki bir HDP kökenli yöneticiyle siyaset içindeki HDP’li aynı tavrı göstermiyor. Siyaset içindeki HDP’liler çok daha tutarlı görünüyor. Aynı şey ÖDP’liler için de başka partililer için de geçerli. Çünkü buradan bir delik açıldığında bütün KHK ve OHAL’i etkileyebileceğini görüyorlar.
Hükümetin Gülmen ve Özakça’nın açlık grevini sonlandırmalarını sağlayacak bir adım atması, kendisi açısından bir delik açılması anlamına da gelmeyecek mi?
Hükümetin ne isteyip istemediğinden ziyade bizim ne yapmamız gerektiği üzerine düşünüyoruz. Hükümet zaten bir çözüm istemediğini 350 gündür gösteriyor. Bazen kamuoyu etkisi azalsın diye bana, Acun hocaya yönelik şiddeti azaltıyorlar. Bu sefer bizim söylemimiz artınca da “çok konuştun” deyip vuruyorlar. Bir türlü dengeleyemediler. Hükümet bizi susturmak istiyor ama her şey onun istediği gibi olmaz, hayat öyle gitmiyor.
Aylardır hemen her gün polisle karşı karşıya kalıyorsunuz ve hangi gün nasıl bir müdahale olacağını kestiremiyorsunuz. Yüksel’e çıktığınızda ruh haliniz nasıl oluyor?
Polisin ne yapacağını değil de benim ne yapmam gerektiği üzerine düşünüyorum. Cemaatle kavgaları sonucunda, hiçbir alakam yokken, bir sosyalistken beni işten attılar. Üstelik vatandaşlıktan çıkarılmış gibi, eğitim, kooperatif kurma, seyahat, yurt dışına gitme hakkımı, her şeyimi elimden almışlar. Örgüt üyeliğinden ceza alsam bu cezalar verilmezdi ama KHK’yla ihraç edilince böyle oluyor. “Ağaç kökü yesinler”, “bunları sosyal ölü haline getirdik” dediler. Ben sadece siyaseten kızmıyorum; bir sosyalist olduğum için sokağa çıkmış değilim. Ben işinden atılmış bir kamu emekçisi olarak sokaktayım. Ve bunlara çok öfkeliyim, şahsi bir öfkem var. Bize bunu yapamazlar dediğim gibi bana bunu yapamazlar da diyorum. Biliyorum, bir anda gaz kapsülüyle öldürülebilirim, diğer arkadaşlarıma zarar verebilirler. Bir taraftan oraya çıkarken ne olacağını kestirememenin korkusunu yaşıyorsun ama caddeye çıktığım anda her şey bitiyor. Geçen gün ilk defa çok zoruma giden bir şey yaptılar. Beni yere yıkıp ampüte kolumun üzerine postalla bastırdılar. Bunların yaşamak insanın çok zoruna gidiyor. Ama bana, bize yapılanların hesabının verileceğini de biliyorum. Ajitasyon için söylemiyorum bunu ama suya değil, tarihe yazı yazıyoruz. Bize işkence yapanlara eskiden “faşist” derdim ama 75 yaşındaki Perihan anneye bile ters kelepçe takanlara artık siyasi terimler kullanmıyorum. Yapamaz dedikleri her şeyi yapıyorlar ama onlar da “bu sefer korkacaklar” dedikleri her sefer, korkmuyoruz. Bu inat iyi bir inattır, sağlam bir inattır.
Biz sadece Yüksel Caddesi’ndeki şiddeti görüyoruz ama gözaltı sürecinde ne olduğunu pek bilmiyoruz. Her seferinde karakola mı götürülüyorsunuz, Yüksel’den sonra ne oluyor?
Bu uygulama her seferinde değişiyor. Zaten suçumuzun ne olduğunu tam bilemedik. Son günlerde mesela, gaza boğup döverek arabaya atıyorlar. Sonra hastaneye götürüyorlar ve Kabahatler Kanunu’na muhalefetten, yani yere çöp vs, atma suçundan 227 lira para cezası yazıp bırakıyorlar. Daha önce Gösteri ve Yürüyüş Kanunu’na muhalefetten karakola götürüyorlardı ki, o maddeden bize açılmış bir sürü dava var. Baktılar bu da olmuyor, en son Nuriye ve Semih’e örgüt üyeliğinden dava açılınca İçişleri Bakanı’na seslenerek “bana da bir örgüt bul” demiştim. Nitekim beni de Nuriyelerle aynı örgüt davasına dahil ettiler. Her gün karakola gidip imza veriyorum artık.
Örgüt üyeliği iddiasına dayanak yapılan deliller neler?
Yüksel Caddesi’ndeki direnişimize ilişkin Facebook ve Twitter’dan yaptığım paylaşımlar. Bir savcı diyor ki, “eylemin emrini kimden alıyorsunuz?” Ona dedim ki, bana böyle bir soru soramazsınız. Ancak “belirledik, emri şundan alıyorsun” diyebilirsiniz dedim. “Dosyaya delil koymayı unutmuşsunuz, mahkemeye kadar lütfen delil bulmaya çalışın, yoksa bu mesleğinize hakaret olur” dedim. Ben sosyalistim, devrimciyim ve herhangi bir illegal örgüt üyesi değilim. KESK üyesi bir kamu emekçisi olarak sokaktayım. Zaten bir örgüt üyesi olsaydım beni defalarca tutuklamış olurlardı.
Ne olsaydı tüm bunlar olmazdı?
Normal bir burjuva hükümeti olsaydı hiç işimizden atılmazdık, bu tartışmalar da olmazdı. Fakat madem bunlar oldu, sendikamız biraz örgütlü olsa ve ihraçları organize edebilseydi, yöneticiler sendika içinde seferber olsaydı biz bunları geriletebilirdik. Ama ne yazık ki herkes korku ikliminin bir parçası oldu ve geri adım attı.
Sizce ihraç edilenler bu yolda yenilmiş sayılır mı?
Yüksel Caddesi yenilmeden ihraç edilenler yenilmiş sayılmaz. Yüksel Caddesi bir mihenk taşı oldu ama bu iyi değil, kötü bir şey. Bizim pratiğimiz böyle olmamalıydı. Kendi iradesini valinin ve polis şefinin iradesine teslim etmiş, onların izni dışında söz söyleyememek bizim için utanç vericidir.
Yüksel Caddesi’ndeki polislerle aylardır karşı karşıya geliyorsunuz. Bunca zaman zarfında aranızdaki iletişimde herhangi bir dönüşüm yaşandı mı?
Polislerin bir kısmı, duyduğuma göre bize sempati duyuyormuş. “Bunlar böyle gündem olsun da sıra bize gelmesin” diyorlarmış (Gülüyor). Bir kısmı ise iktidara yaranmak için verilen emirden bile daha fazla saldırıyor. Bazısı gelip “Veli” deyince “bana adımla hitap edemezsiniz” diyorum. İtekleyip de sonradan gelip günah çıkaran da var. Ama genel olarak “bu iş eninde sonunda tersine döner ve Acun, Veli çok öne çıktı, yarın gelip bizden hesap sorabilirler” duyguları var. Bazı günlerde de “Veli, Acun yapabilir de size ne oluyor” diyerek bize destek verenlere müdahale ediyorlar. Hastaneye gittiğimizde çok beyefendi, hanımefendi olanlar “bizimle bir alakası yok” filan diyebiliyor.