Evrensel gazetesi yazarı Ahmet Say, kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça'nın "İşimizi geri istiyoruz" talebiyle başlattıkları açlık grevlerinin 76'ncı gününde tutuklanmalarıyla ilgili olarak “Böyle bir insanlık dışı rızanın, Türkiye Cumhuriyeti hukukunda yer almayan ‘idam cezası’nın uygulanmasından ne farkı vardır” dedi.
İki eğitimcinin açlık grevi bugün 118'inci gününe girdi.
Ahmet Say'ın "Nuriye ve Semih ölsün mü isteniyor?" başlığıyla yayımlanan (4 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
Değerli okurlarım, bu yazıyı 2 Temmuz 2017 Pazar günü öğleden sonra yazıyorum; siz de bu yazıyı 4 Temmuz 2017 Salı günü okuyacaksınız.
Baştan söyleyeyim: Açlık grevindeki akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın aylardır sürüp giden ve artık “ölüm kalım saatleri”ne dönüşen açlık grevi dolayısıyla sıkıntılarımı size anlatmak istiyorum, ama iki gencin hayatıyla ilgili bu zor konuyu anlatma işinin altından nasıl kalkacağımı da pek bilemiyorum.
Evet değerli okurlar, Nuriye ve Semih, benim babamın çocuklarıdır, siz bilmezsiniz! Çünkü babam Fazıl Say, bir yandan matematik öğretmenliği yaparken bir yandan da 1940’lı yıllarda İstanbul’da devletin kurduğu ve her tür işletme sorumluluğunu üstlendiği dört yüksek öğrenim yurdunun üst düzey sorumlusuydu. Bu kurumların ikisi kız yurdu, ikisi ise erkek yurduydu. Babam, yurtlarda kalan öğrencilere, yerine göre “Kızım”, ya da “Oğlum” diye hitap ederdi. Evet, ben ondan böyle duydum, böyle öğrendim.
Peki şimdi ben, seksenli yaşların basamaklarını çıkmakta olan bir insan olarak, genç yaşlardaki Nuriye ve Semih için “kızım” ya da “oğlum” demeyeceğim de ne diyeceğim? Onlar bu yurdun genç eğitimcileridir ve hiçbir yasal gerekçe gösterilmeden birdenbire, “Olağanüstü Hal” kapsamında, üstelik bir Kanun Hükmünde Kararname yoluyla görevlerine son verilen binlerce kamu görevlisi arasında bulunan iki gencimizdir. Ne var ki, şimdi kelimenin tam anlamıyla can alıcı bir noktaya gelinmiştir: Nuriye ve Semih, görevlerine dönmek amacıyla başlattıkları açlık grevinde artık hem “bilinç kaybı” hem de “ölüm sınırı”na gelmiş iki genç yurttaşımızdır. Onların çok kritik olan ölüm kalım saatlerinde, üst düzey yetkililerimiz herhalde fütursuz davranacak değildir. Çünkü Nuriye ve Semih, hem birer insandır hem de bizim birer yurttaşımızdır. Önlerinde nice yılları kapsayacak bir yaşam varken, yeryüzünde vicdanı olup da sağlıklı karar verebilen hiç kimse, bu iki genç insanın göz göre göre can vermesine rıza gösteremez.
Olayın derinindeki soru şudur: Böyle bir insanlık dışı rızanın, Türkiye Cumhuriyeti hukukunda yer almayan “idam cezası”nın uygulanmasından ne farkı vardır?