T24 - Hürriyet gazetesi yazarı Sedat Ergin, 16 Haziran'da hayatını kaybeden gazeteci Nilüfer Yalçın'a köşesinde veda etti. Ergin'in "Ankara gazeteciliğinde o bir müesseseydi" dediği Nilüfer Yalçın portresi şöyle:
Nilüfer Yalçın’a veda ederken
O tarihlerde çalıştığım Cumhuriyet Ankara Bürosu, Kızılay’dan Sıhhiye’ye doğru inerken Atatürk Bulvarı’nın üzerindeydi. Nilüfer Yalçın’ın görevli olduğu Milliyet Ankara Bürosu ise bizim büronun hemen karşısındaki Mola Oteli’nin arkasında bulvara paralel İzmir Caddesi’nin üzerindeki bir binada üslenmişti.
Yabancı heyetleri karşılamak üzere Esenboğa Havaalanı’na çoğunluk Milliyet’in arabasında birlikte giderdik. Diplomasi muhabiri olmak, haftanın iki-üç günü Esenboğa’ya gidip, şeref salonunda konuk heyetleri beklemek demekti.
Bu araba yolculukları bize havaalanına gidişte sohbet etme imkânı veriyordu ama özellikle dönüşte çok pratik bir durum söz konusuydu. Gelen yabancı dışişleri bakanlarının havaalanında yaptıkları İngilizce açıklamaları şehre dönerken birlikte çevirirdik. Çoğunluk ben teybi idare ederdim, o da not tutardı. Tam duyamadığımız bölümleri tekrar tekrar dinler, bu şekilde şehre geldiğimizde açıklamanın deşifresi ve çevirisi çoğunluk tamamlanmış olurdu.
Farklı kuşaklardan iki dost, iki rakip
Çok farklı kuşaklardandık. Aramızda yaklaşık 35 yaş fark vardı. 70’lerin sonu, 80’lerin başından söz ediyoruz... Ben henüz 20’lerinin başlarında genç bir diplomasi muhabiriydim. O ise 60’ına dayanmıştı. Yalnızca diplomasi muhabirliği alanının değil Ankara piyasasının en kıdemli gazetecilerinden biriydi.
Beni severdi, İstanbul’dan Ankara’ya Mülkiye’de okumaya gelip bir taraftan da gazeteciliği öğrenmeye çalışan o tarihlerdeki bu çaylak gazetecinin hep elinden tutmuş, ondan yardımını hiç esirgememişti. Ben de onu severdim, saygıda kusur etmezdim.
Bütün bu sevgi faslına karşılık aslında birbirini haberde atlatmaya çalışan çok ciddi iki rakiptik. Evet, rutin konularda, havaalanı dönüşlerinde olduğu gibi çok yakın işbirliği yapardık. Her gün ne var ne yok diye telefonda muhakkak da konuşurduk. Bu şekilde galiba biraz birbirimizi de kontrol ediyorduk. Ama elimize özel bir haber geçtiğinde, doğrusu birbirimizin gözünün yaşına pek bakmazdık.
O yıllarda dünya görüşlerimiz de pek tutmazdı. Ben solcuydum. Dış politika ile ilgili konularda da bakış farklarımız vardı. Ben Amerika’nın muhakkak bir şeyler çevirdiği gibi bir açıyla yaklaşırdım pek çok olaya; o pek öyle düşünmezdi. Ama bu farklılıklar aramızdaki hukuku, sevgi bağını hiçbir şekilde etkilememişti.
Kabul edelim ki, benim açımdan onunla rekabet edebilmek hiç de kolay değildi. Ankara’da diplomasi muhabirliğini başlatan isimlerden biriydi. Yılların tecrübesini temsil ediyor, herkesi tanıyordu. Muazzam bir ağırlığı vardı. Sonuçta Ankara’da her kapıyı açabiliyordu.
Benim genç olmam da bir avantaj sayılmazdı, çünkü her zaman hepimizden daha enerjikti. Örneğin bir basın toplantısı için bir yere gidiyorsak, o en önde sanki gecikecekmiş gibi koşar adım yürürdü. Zaten hep bir habere yetişecekmiş gibi bir telaşı vardı. İçinde hep bir kıpırtı vardı.
O bir müesseseydiBugüne dek tanıdıklarım içindeki en kuvvetli muhabirdi diyebilirim. Hedefe odaklandığında haberi koparır, alırdı. Günün 24 saat tetikteydi.
Ve Ankara gazeteciliğinde alaylı geleneğin yıkılıp mektepli geleneğin yerleşmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. Liseyi Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okuyup, ardından İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü Halide Edip ve Mina Urgan’ın öğrencisi olarak tamamladıktan sonra Ankara’ya gelmiş ve gazeteciliğe başlamıştı. Bülent Ecevit’i lise yıllarından tanırdı ve galiba özel ortamlarda ona ilk ismiyle hitap ediyordu.
Sonuçta Ankara gazeteciliğinde o bir müesseseydi. Bakanlar, büyükelçiler, bürokratlar herkes ona büyük bir saygıyla ve biraz da çekinerek yaklaşırdı. Sizin anlayacağınız roller biraz değişmiş gibi olurdu.
Bütün bu yüksek vasıflarına karşılık uzun yıllar erkek ağırlıklı grupların içinde ve özellikle alaylılarla aynı ortamda çalışmış olmanın ona kazandırmış olduğu muazzam bir direnç, dayanıklılık ve gerekirse sergilemekten çekinmeyeceği sözünü sakınmayan sert bir yanı da vardı.
Ama iç dünyasında son derece narin, duygusal bir insandı. Ve ilerlemiş yaşının da hiçbir zaman eskitemediği güzelliğini hep zarafetle taşıdı.
Hep muhabir kaldı
Kariyerinin altı çizilmesi gereken bir yönü, gerekli donanıma fazlasıyla sahip olduğu ve hak ettiği halde köşe yazarlığının cazibesine kapılmayıp hep muhabir kalmayı tercih etmiş olmasıdır.
1963 yılında girdiği Milliyet Ankara Bürosu’ndan 1993 yılında emekli olmasına kadar, yani 70 yaşına kadar hep muhabir olarak görev yapmıştır. Bu yönüyle Türk basınında fazla benzeri olmayan ama Batı’da örneklerine sıkça rastladığımız kıdemli-uzman muhabir geleneğinin önemli bir temsilcisi olmuştur.
Bazı insanlar yaptıkları işten güç alırlar. Bazı insanlar ise yaptıkları işe, mesleğe güç katarlar. O, ikinci gruptaydı. Gerçekten gazeteciliği hep yüceltmiş, ona değer katmış, saygınlık kazandırmıştır.
Gazetecilikte aslolan muhabirliktir. Nilüfer Yalçın, geride bıraktığı aziz hatırasıyla bu gerçeği anıtlaştıran bir onur sayfası olarak Türk basın tarihindeki yerini almıştır.
Geriye kitap bırakmamış olması ne yazık ki çok büyük bir eksikliktir. Yazmış olsaydı, anıları, hem gazetecilik hem de dış politika tarihimize çok eşsiz bir katkı olurdu kuşkusuz.