Şebnem İşigüzel
(Taraf - 1 Nisan 2013)
Barack Obama ve eşiyle 1993 yılında tanıştım. Kendisine “İstanbul’a daha önce geldiniz mi?” diye soruldu mu bilmiyorum ama Obama 1993 yılı eylül ayında İstanbul’da bir hafta tatil yaptı. Ya anlatmaya fırsatı olmadı ya da cüzdanını çaldırdığı için bu ziyaretini gizledi. Beni, Chicagolu avukat çiftle İstanbul’da tanıştıran şey bu hırsızlık hikâyesi oldu. Onları Ayasofya’nın önünde “Polis” ararken buldum. Çevresindeki meraklılar “Amerikalılar, paralarını çaldırmışlar,” diyordu. “İyilik yap denize at,” demişler. O gün geleceğin Amerika Başkanı’na yardım ettiğimi nereden bilebilirdim? Sultanahmet’teki çay bahçelerinin birisinde o yıl yayımlanan ilk kitabımla ilgili bir röportaj vermiştim. Niyetim yürüyerek Eminönü’ne inmekti. Haşlanmış mısır almıştım ve neden bilmem bu sevimli çifte yardım ettim. Barack Obama’nın sırt çantasıyla biraz şaşkın ve ürkek duruşunu hiç unutmadım. Tek istedikleri otellerine gitmekti. Yanlarında tek kuruş para yoktu ama otel resepsiyonunun taksi parasını halledebileceğini düşünüyorlardı. Ardından kredi kartlarını iptal ettireceklerdi. Sonra da konsolosluk yardımıyla polise başvuracaklardı.
“Ben sizi otelinize bırakabilirim,” dedim, demiş bulundum. Üçümüz birlikte taksiye bindik. Barack Obama öne oturdu. Yol boyunca konuştuk. Beş yıldızlı bir otelde kalıyorlardı ve o günden bugüne hiç değişmeyen bir İstanbul trafiği vardı. Turgut Özal daha yeni ölmüş, Demirel cumhurbaşkanı seçilmiş, Tansu Çiller başbakan olmuştu. Kimsenin cep telefonu yoktu ve Türkiye en karanlık yıllarından geçiyordu. Korkunç İngilizcemle anlattığım her şeyi dikkatle dinlediler, çok yerinde sorular sorup akıllıca yorumlar yaptılar. O gün İstanbul çok sıcaktı ve Obama’nın Kürt meselesi ve Güneydoğu’dan haberdar oluşu beni şaşırtmış, “Herhalde ajan filanlar,” diye düşünmüştüm. Sonra “Aman boşverelim siyaseti,” demiştik.
Kabataş’ta kıpırdamayan bir trafiğin içerisindeydik ve İstanbul Boğazı çok güzel görünüyordu. Obama’nın “Şimdi taksiden inip kendimi mavi sulara atacağım,” demesi bile aklımda. Her şeye rağmen ağız dolusu gülen ve daha evliliklerinin bir yıl bile olmadığını söyleyen Amerikalı çifti otellerine bıraktım. Taksi parasını ödememe minnettar oldular. Israrla beni o akşam otele yemeğe davet ettiler. Pasaport ve fazla paralarını otel kasasında bıraktıklarından olan cüzdandaki 300 dolarlarına olmuştu. Yani Obama Türkiye’de 300 dolarını çarptırmıştı. Bu arada bana İstanbul’da denize girebilecekleri bir yer sormuşlardı. Benim işim vardı ama eşim Obama’ları Kilyos Plajına götürmüş dönüşte “Adam Hawailiymiş,” demişti. O gün Kilyos’ta çektiği fotoğrafları onlara göndermişti. Şans işte, o yıllarda daha dijital makineler olmadığından elimizde tek bir kare bile yok. Kilyos’ta insanları ata bindirip fotoğraf çekenler vardı ya, öyle birisine fotoğraf çektirmişler. Bilmem o fotoğraflar adamcağızın arşivinde duruyor mudur?
Önce Noel kartları, ardından e-mailler gelip gitmeye başladı. Evet, Obama’nın hotmail üzerinden takma bir isim gibi duran mail adresi vardı. Geçmiş başkan adaylarından Al Gore’un “İnterneti ben buldum” şakasını bile paylaştığımızı hatırlıyorum. Ardından onların da bizim de bir kızımız oldu. Obama’nın senatör vs. seçilmesinin haberlerini aldık ama ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadık. Valla ne yalan söyleyelim bir gün Amerika Başkanı olabileceğini hiç mi hiç aklımızdan geçirmedik.
Her fırsatta ona gönderdiğimiz İstanbul fotoğrafına bayıldığını söyledi. Siyasette gelecek vaad ettiğini Yasemin Çongar’ın Milliyet ’te yazdığı bir makaleden öğrendim. Obama için bir gün başkan olabilir deniliyordu. Oysa kendisi büyük bir alçakgönüllükle o yıllarda yazıp yayınladığı Babamdan Hayaller isimli kitabının okuma ve tanıtım günlerinde salonu dolduramamaktan söz ediyordu. Ben yine de Noel’de gelen maillere cevap vermeye arada sırada mail üzerinden yazışmaya, kendimizi unutturmamaya özen gösterdim. Bana ne oluyorsa? Yani Amerikan Başkanı’nı tanıyor olmanın kime ne faydası olabilir? Hem olsa ne olur? Türkiye’deki kadın cinayetlerini o mu durduracak? Ricacı oldum diye Kürt meselesini bir hamlede o mu çözecek? Sonra malumunuz gerçekten Amerika Başkanı oldu. İstanbul’a geldi-gitti görüşmeye imkân olasılık yoktu. Ama bizi hiç unutmadı. İki yıl önce yazdığı mailinde, ben ona oğlumun doğumunu müjdelemek için yazmıştım, o da nezaketen cevap vermişti, “Geldiğinizde uğrayın,” diyordu. Tövbe yarabbim! Biz de öyle yaptık. New York’ta bulunacağımız tarihleri ilettik. Yani eğer mümkün olursa iki adım ötedeki Washingtona’a geçebilirdik. Hemen cevap geldi. Bize randevu vermişti.
Evet buraya kadar çok uzun ama buluşmamız bir o kadar kısaydı. Obama bizi bir dakikalığına kabul etti. Michelle on saniye kadar geldi ve gitti. Yani ona sadece “Kahküllü saçın çok yakıştığını” söyleyebildim. Obeziteyle ilgili çalışmalarını izlediğimi belirttim ve “Keşke bizim de böyle lükslerimiz olabilse” dedim. Türkiye’deki kadın ölümlerinin ve çocuk istismarının yüksekliğinden üzüntüyle bahsettik. Meşhur sebze bahçesini şöyle uzaktan gördüm. Barack Obama’nın elinde bir tenis topu vardı ve bir elinden ötekine geçirip duruyordu. Şakacı, eski iyi bir arkadaş gibiydi ancak “İstersen buluşmamızı yazabilirsin,” dedikten sonra bir siyasetçiye dönüştü. Telefonu Netanyahu’ya henüz vermemişti. Bu hususta açık vermedi. “Hey çocuklar biliyor musunuz çok yakında İsrail’e gideceğim,” filan demedi. “Türkiye’nin Ortadoğu’daki gücüne inanıyoruz” gibi kalıp şeyler söyledi. Fazla zamanımız yoktu. Erdoğan’la ilgili vasat bir iki soru sormayı düşünüp vazgeçtim. Korktuğumdan vazgeçtim. Obama’dan değil, Erdoğan’dan korktuğumdan. Zaten Obama lafı bana bırakmamak için epeyce konuştu ama anlattıkları inanın hiç duymadığımız şeyler değildi. “Kürt meselesi, İmralı süreci” dediğimde Amerika’nın farklılıkları birleştiren gücünden dem vurdu. Hasan Cemal’i sordum ama. “Düşünce özgürlüğü liderlere daha fazla lazımdır. Sansüre karşıyım,” demekle yetindi. Tayyip Erdoğan’ın okuduğu şiir yüzünden hapis cezası almasını unutmamıştı, hatırlattı.
Ben gazeteci değil romancıyım. Dolayısıyla Oval Ofis’in o kadar büyük bir yer olmadığını, halılarının çivit mavisinin göz aldığını düşündüğümden dikkatim dağıldı. Tabii bir de benim yerimde olsa ne biçim iş çıkaracak gazetecileri düşündüm. Sonra kim ne sorarsa sorsun Obama’nın asla açık vermeyeceğine ve kendi mesajlarını ileteceğine ikna oldum. Yine de bir gayret Türkiye gündeminden epeyce bir şey sordum. O da “Bunları kendi başbakanınıza soracaksınız ben Amerika Birleşik Devletleri Başkanıyım,” dedi, güldük. “Tayyip Erdoğan şakadan pek hoşlanmayabilir,” dedim. Erdoğan’dan korktuğumu ona da itiraf ettim. “Niye?” diye sormadı. Uğurlamak üzere ayağa kalktı. Çevresindeki sevimli bürokrat takımına “Biz burada epeyce şakalaşıyoruz değil mi çocuklar,” diye seslendi. “En büyük şakalarımız da 1 Nisan’da çıkar,” dedi. “Sizde de var mı o gelenek?” diye sordu.
Kolundaki gösterişli saat dikkatimi çekti ama markasını anlayamadım. Elimi güçlü bir biçimde sıktı, iki elinin arasına aldı. İstanbul’a dönünce malum emrivaki özür telefonu vakası patlak verdi. Üzerime bir cesaret geldi, “Bir dahaki sefere telefonu Erdoğan’a uzatın, herkesin, toplumların ve devletlerin hayatta özür dileyeceği şeyler vardır” diye mail attım. Cevap geldi ama konuyla hiçbir ilgisi yoktu. Ziyaretimize istinaden kısa bir teşekkür notu. Zaten fazlasını beklemiyordum. Dünya ve top gibi siyasetin de yuvarlak olduğunu biliyorum. Bu sebepten Amerikan Başkanlarının çalışma ofisinin de oval olduğuna şaşmamak lazım diye düşündüm.
T24 notu: Taraf gazetesinin yayımladığı bu haber 1 Nisan şakasıdır!