Çözüm sürecinde ikinci aşamaya geçildiğini belirten Abdullah Öcalan, "Hükümetin gerekli yasal anayasal düzenlemeleri yapması, bu sürecin en temel beklentisidir. Sürece dair güvensizlikleri derinleştiren söylem ve pratiklerden herkesin uzak durması, çözüm sürecini çok fazla zamana da yaymadan somut adımların pratikleştirilmesi elzemdir" dedi.
Abdullah Öcalan'ın çözüm ve barış sürecine katkı sağlamak için yapılmasını istediği konferanslardan 3'üncüsü Brüksel’de başladı. Avrupa Barış ve Demokratik Çözüm Konferans'ı adı altında yapılan konferansa, Öcalan da bir mesaj gönderdi. Abdullah Öcalan'ın konferansa gönderdiği mesajı şöyle:
Değerli arkadaşlar, saygıdeğer delegeler
Öncelikle Konferansınızın tarihi öneme denk düşen duruşunu kutluyor, halklarımız için başarılı sonuçlar ortaya çıkaracağına olan inancımla, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına benimle İmralı adasında yapılan görüşmeler ve müzakereler neticesinde başlattığımız yeni sürecin ruhuna uygun bir sorumluluk duygusuyla gerçekleştirmiş olduğunuz bu konferansın, çözüme ciddi katkılarının olacağından şüphem yoktur.
Kürdistan, Anadolu ve bir bütün olarak Mezopotamya topraklarının kadim halkları olarak, yüzyıllardır barışı ve adaleti arıyoruz. Bize dayatılan sömürgecilik, soykırım ve talan politikalarına karşı amansız bir direnişi de bağrında taşıyarak, çözülmeyi bekleyen sorunlarımızla birlikte 21. Yüzyılı karşıladık.
Türkiye’de sistem, başından itibaren kendini halka karşı ekonomik, ideolojik, politik, askeri ve kültürel olarak, çok sıkı ve kapalı bir biçimde inşa etti ve pekiştirerek günümüze kadar sürdürdü. Rejimin içe kapalı karakteri ve katı milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist bilimci diğer ideolojiler nedeniyle sorunlar, tartışma alanında bile doğru bir tanımlanmaya kavuşturulamadı. Hukuk, devlet kuralları olmaktan öteye gitmedi. Birey ve halkın hukukuna asla fırsat tanınmadı. Temel ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınmayınca, bunun için gereken toplumsal konsensüs oluşmayınca, başlıca demokratikleşme alanları olan ezilen sınıflarla, cinsler, kültürel ve dinsel cemaatler ile halklar için yeterli ifade ve örgütlenme özgürlüğü yaşama geçirilemedi.
Kürtler ve Kürdistan’a ilişkin olarak da bu yazılan ve yazılmayan tunçtan yasalar, en katı tarzda geçerli kılındı. En katı yasalar, Kürt ve Kürdistan gerçekliklerine ilişkin olarak acımasızca uygulandı. Fiziki cezalandırmalarla birlikte, çok derinden ve kapsamlı asimilasyonist programlarla Kürtlük ve Kürdistanlılıkla ilgili ne varsa ya tasfiye edilerek, yasaklanarak ya da resmi ideoloji içinde eritilerek, yok edilmek istendi.
Özellikle Kürtlerin iktidar İslamına katılmaları oranında, Kürt kültüründeki özgür yaşam iradesi büyük bir kırılma yaşamıştır. Buna karşın Alevilik ve Ezidilik temelinde gösterilen direniş, eski Zerdeşti gelenekle bağlantılı olup, özgür yaşam ve buna imkân veren kültüründen vazgeçmeme iradesi esas rolü oynamıştır. Bu yüzden Ezidilerle birlikte, katliama en çok uğrayan, Kürt Aleviliği olmuştur. Yine Türkiye’de de baskılara en çok uğrayan ve başkaldıranlar, Alevi kökenlilerdir ve onlar da ulusal sorunla en fazla ilgilenen kesimdir. Bu nedenle her kim ki, "Kürt sorunu, Kürdistan sorunu Alevileri ilgilendirmez” veya "Alevilik sorunu, Kürtleri ilgilendirmez” diyorsa o, en büyük saptırmayı yapıyor demektir. Kürtlerin Alevilik sorununa, Anadolu Aleviliğinin de, Kürdistan ve Kürt sorununa doğru yaklaşmaya oldukça ihtiyaçları var. Çünkü kurtuluşları bununla bağlantılıdır. Tarih boyunca bu böyle olduğu gibi, günümüzde de bu kesin böyledir. Dolayısıyla biz, Anadolu Aleviliğini kendi doğal bir müttefikimiz olarak değerlendiriyoruz.
Hıristiyan halklar Ermeni, Asuri, Süryani, Keldani, Pontus-Rum ve Gürcü-Laz1ar’a yönelik terör ve farklı kültürlü Müslümanların (Mıhelmi, Arap, Çerkez, vd.) yaşadığı asimilasyonu, soykırım denemelerini de, bu kapsamda çözümleyebiliriz. Bu soykırımlarda sadece Türkçü burjuvazi değil, Kürt feodallerinin de payından bahsedilir. Bunlar sadece Ermeni soykırımında değil, aynı dönemlerde daha değişik biçimlerde (özellikle Hamidiye Alayları’nda) yürütülen Kürt soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen yürütülmekte olan Kürt soykırımında bunlar, köy korucuları olarak Kürtlüğü inkâr karşılığında mülk ve sermayelerini artırarak, gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak, lanetli rollerini oynamaktadır.
Elbette bu soykırım uygulamalarını, sadece Türkçü burjuvazi ve Kürt feodallerinin inkarcı ve baskıcı anlayış ve uygulamalarıyla açıklamak ve onlara bağlamak dar bir yaklaşım olur. Kökeninde, çok gerilere giden bir tarih ve daha karmaşık toplumsal etkenler rol oynar. Özellikle son iki yüzyıllık fetih savaşları, başta Avrupa ulus-devletleri olmak üzere batılı emperyalist müdahaleleri, yine onların sözde hukuk ve diplomasileri, bu halkları ‘destekleme’ adı altında imhaya terk ederken, binlerce yıllık en eski insanlık kültürüne sahip bu halkların yaşadığı dramatik sonuçlarda sorumluluklarını görmek ve kabul etmek istememiştir. Dolayısıyla özellikle konferansınızın gerçekleştiği mekan itibariyle, Avrupa devletlerinin bu sistemin oluşum ve devamındaki sorumluluğunun, ciddi bir şekilde sorgulanması gereklidir.
Özet olarak sunduğum bu değerlendirmeler, Mezopotamya ve Anadolu’nun son bin yıllık tarihinin gerçek yüzünü deşmeye yöneliktir. Muazzam bir tarih bilinci kirliliği ve körlüğü vardır. Bu kirliliği ve körlüğü aşmadan halkların, özellikle trajik konumda olan halkların kültürel mirasının değerini doğru anlayamayacağımız gibi, güncel ve geleceğe doğru taşımayı ve özgür kılarak kardeşçe yaşamayı başaramayız. Halklar adına varlık ve özgürlük mücadelesini yürütenlerin, doğru bir tarih ve toplumsal çözümlemeyle ve demokratik modernite bakış açısıyla, mevcut kültürel miraslarını koruyabileceklerini ve özgür kılabileceklerini çok iyi bilmeleri gerekir.
Bununla birlikte ve her şeyden de önemlisi, kadından yoksun veya kadını merkeze almayan bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi, hakikati kavrayamaz, eşitlik ve özgürlüğü sağlayamaz. Çünkü toplumsal sorunların temelinde, kadın-erkek ilişkilerindeki sorunsallık yatar. Bu alandaki kölelik, sömürü biçimlenişleri, tüm toplumsal kölelik ve sömürü biçimlerinin prototipidir. İlk ezen-ezilen toplumsallık, sınıfsallık, ulusallık statüsü, hep bu temel üzerinde yükselir. Her tür kavga ve savaşların da temelinde bu yatar. Tarihte ve günümüzde yaşanan gerçeklik, bunun sayısız örnekleriyle doludur. O halde kadın yaşamına içerilmiş köleliğe, sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesi ve bu mücadelenin kazanım düzeyi, tüm toplumsal alanlardaki köleliğe ve sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesinin temelidir. Dolayısıyla toplumsal sorunları çözmeye çalışırken, kadın olgusu üzerinde yoğunlaşmak; eşitlik ve özgürlük çabalarını kadın yaşamı üzerinden kaynaklandırmak hem temel araştırma yöntemi, hem de tutarlı bilimsel ahlaki ve estetik çabaların temeli olmak durumundadır.
Tüm bu trajedi ve sorunlara yol açan politika ve yasalara karşı çıkan birçok sol-sosyalist grup gibi, kendini sol gelenek içinde ve PKK adıyla tanımlayan bir grup insanın, 1970’lerde başlattığı direniş, çeşitli aşamalar halinde, büyük acılar ve kayıplar pahasına günümüze, 2013’lere gelip dayandı. Bu direniş yol açtığı gelişmelerle özgürlük, eşitlik ve demokrasi sorunlarının açığa çıkmasında ve çözüme kavuşturulmasında büyük rol oynadı.
Bunun sonucu olarak, tüm toplumsal taraflar arasında Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin zımni bir konsensüs oluşmuş bulunmaktadır. Olmayan şey, bu zımni ve tarihsel arzuyu açık, yaşayan bir iradeye dönüştürmektir. Bu temelde halklarımız, yaşadığı ağır travmalardan, sonu gelmez mal ve can kayıplarından, acı ve gözyaşlarından kurtulmuş olacaktır.
Bu çerçevede; Türk-Kürt ilişkilerinde de paradigmasal yeni bir değişimle, artık bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alacak bir barışı inşa etmenin zamanıdır. Bizler Kürt Özgürlük Hareketi olarak buna samimiyetle inandığımız için, PKK’nin silahlı güçlerinin Türkiye sınırlarının dışına çıkarak çözüme fırsat tanımaları çağrısını yaptık. Gelinen aşamada PKK’nin kendi üstüne düşen sorumluluğunu ciddiyetle yerine getirmiş olması nedeniyle ölümler durmuş, provokasyonlara fırsat vermeden geri çekilme aşaması, büyük oranda tamamlanmıştır. Şimdi artık hükümete sorumluluğun düştüğü, 2. aşamaya geçmiş durumdayız. Ben bu aşamaya dair görüş ve önerilerimi yazılı olarak devlete sunmuş bulunmaktayım. Başbakan Erdoğan’ın “silahlar sussun, fikirler konuşsun, siyaset konuşsun” söyleminin altının doldurulması gereken aşama da, işte bu aşamadır.
Herkesin demokratik siyaset hakkının güvence altına alındığı bir sistemi yaratmak için Hükümetin gerekli yasal anayasal düzenlemeleri yapması, bu sürecin en temel beklentisidir. Sürece dair güvensizlikleri derinleştiren söylem ve pratiklerden herkesin uzak durması, çözüm sürecini çok fazla zamana da yaymadan somut adımların pratikleştirilmesi elzemdir.
Hükümetin demokratik siyaset kanallarını açmaması, demokratik siyasetten kaçması, bu çözüm sürecinin anlamına ters olacaktır.
Ancak bizler sabırla ve inatla demokratik siyaset kanallarının açılması için çaba sarf edeceğiz, mücadele edeceğiz. Halklarımızın fedakarca mücadelesi ve on binlerce şehidin yarattığı değerler sonucunda, artık bütün dünya, başta Kürt halkı olmak üzere, ezilen, bastırılan ve yoksayılan tüm etnik ve inanç kimliklerini tanımak durumunda kalmıştır. Ancak bu tanıma durumunun evrensel hukuk çerçevesinde tanımlanması, halklarımızın dil ve kültür haklarından statü hakkına kadar, ekonomik-sosyal sorunlarının çözümünden eğitim ve sağlık problemlerine kadar, bütün sorunların çözümü için konferansınızın tutumu da, ön açıcı olacaktır.
Çünkü sürgün politikaları nedeniyle Avrupa’ya göç etmek durumunda kalmış halklarımızın, uzun yıllardır diasporada sürdürdüğü emeğe ve fedakarlığa dayalı mücadelesi de, bugünkü kazanımlarımız da oldukça belirleyicidir. Bu mücadelenin yeni süreçte de aynı kararlılıkla artarak devam edeceğine yürekten inanıyorum. Konferansınızın süreci yakından takip edeceği, kalıcı barışa ve normalleşme aşamasına kadar çalışmalarını yürütme kararlılığında olmasını diliyorum.
Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde, tüm halkların ve kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için herkese büyük sorumluluk düşüyor. Ülke dışında yaşamak zorunda kalan siz tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen inanç ve mezhepleri ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi, bu konferansınız münasebetiyle, demokratik siyaset ve mücadele hamlesine aktif katılmaya çağırıyorum.
Avrupa’daki halklarımızın bu konferans aracılığıyla kendi birliğini ve örgütlülüğünü daha da geliştireceğine, tarihi sürece denk tarihi bir duruşla sorumluluk üstleneceğine olan inancımla, bir kez daha bütün katılımcıları kutluyor, Konferansınıza başarılar diliyorum.
Birey olarak da, şimdiden, konferansınızın kararlaşması doğrultusunda, her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam yaşayayım; mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşması için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için ve onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için, sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla, sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.
Selam olsun bu sürece güç verenlere, demokratik-barış çözümünü destekleyenlere!
Selam olsun halklarımızın kardeşliği, eşitliği ve demokratik özgürlüğü için sorumluluk üstlenenlere!
Saygılarımla
Abdullah Öcalan
İmralı Cezaevi"