(Cumhuriyet - 13 Aralık 2012)
Oğuz Atay (1934-1977), bundan 35 yıl önce aramızdan ayrıldığında arkasında okurunu yavaş yavaş ele geçiren ama etkisini hiç azaltmadan sürdüren bir eser toplamı bıraktı. Sayıca belki az, değeriyse o nispette büyük bir külliyat: Dört roman (“Tutunamayanlar”, “Tehlikeli Oyunlar”, “Bir Bilim Adamının Romanı”, “Eylembilim”), bir hikâye kitabı (“Korkuyu Beklerken”) ve bir tiyatro eseri (“Oyunlarla Yaşayanlar”).
1971’de şaşırtıcı kurgusu, doludizgin giden anlatımı, ama her şeyden önce konusu ve kişileriyle yepyeni bir roman biçimini müjdeleyen “Tutunamayanlar”la edebiyat dünyasının kapısını zorlarken pek de hoş karşılanmamıştı Oğuz Atay. Hakkında birkaç yazı çıkmışsa da bunlar daha çok eleştiri amacı taşıyordu. “Her nasılsa” TRT Roman Ödülü’nü alabilmiş kitabı “gerekli gereksiz ayrıntılarla” dolu “insansız” bir roman olmakla suçlamışlardı.
Bugünse Oğuz Atay yaşadığı toplumun “zihniyet tarihinin olağanüstü araştırmacısı”, “hissiyat coğrafyası”nın to- poğrafisti olarak selamlanıyor. O artık Türk edebiyatının en sevilen yazarlardan biri. İyi edebiyatın zamana karşı zaferine bir kanıt daha.
Atay’ın yaşarken değeri bilinmeyen bir yazar olduğu doğrudur doğru olmasına da, 1971-77 arasına sığdırdığı avangard kitaplarla beklediği okur/eleştirmen ilgisine hemen kavuşamaması çok da tuhaf bir durum değil aslında. Okuruyla o günlerde buluşamayan Atay’ın şikâyetinde günlüğüne de yansıyan bir sabırsızlık hali var ki, bizi de uzun süre ortak etmiştir bu tepkiye. Oysa Atay, edebiyata getirdiği yeniliğin farkında olduğu kadar, günlük siyasete güdümlü o yılların edebiyat ortamında hakkını hemen alamayacağını da bilmeliydi sanki.
Romanın neredeyse ideolojik bir propaganda aracı haline geldiği, bu amacın dışında yazanların küçümsendiği günlerde, dikkatini sıradan bireylere, topluma yabancılaşmış aydınlara yönelten Atay’ın girişimi elbette karşılığını bulamayacaktı.
Bunun için aradan yılların geçmesi, edebiyat ile ideoloji arasındaki yönlendirici bağın -zoraki de olsa- koparılması, aydın çevrelerin dikkatlerini toplumdan kendilerine çevirmesi, daha doğrusu, kurtarmaya çalıştıkları toplumun içinde kendilerinin de olduğunu görmeleri gerekmişti.
Kısacası Oğuz Atay’ın gereği gibi alımlanması 1980 sonrasına kalmıştı. Çağını aşan her yazar gibi Oğuz Atay’ın da değeri ölümünden yıllar sonra fark edildi. Kitapları yıldan yıla artan bir ilgiyle okundu, nitelikli incelemelerle yorumlandı.
Atay’ın roman ve hikâyelerinde ele aldığı kişiler, Türk toplumunun iki yüzyıla yaklaşan Batılılaşma sürecinde ortaya çıkan kültürel/sosyal krizleri bir mikro-kozmos gibi içlerinde taşırlar. “Korkuyu Beklerken” öyküsünde geçen şu cümle Atay’ın anlattığı insanların trajedisini çok çarpıcı bir şekilde özetler: “Ben bir şeyin taklidiydim, ama aslımı bile öğrenememiştim.” “Ülkemiz denilen oyun yeri”nde yaşamanın nasıl bir deneyim olduğunu sarsıcı bir ironiyle kaleme alan Atay, Türk modernleşmesinin yazarıdır.
Büyüme sürecini Türkiye’de geçirmiş her okurun gökyüzüdür onun kitapları, Cansever’in dizesinde söylendiği gibi, nereye giderse gitsin, deneyim tekrarlandıkça dönüp bakması için hep orada, başının üzerinde bir yerde durup bekler: Çocukluğu, okul yılları, gençliği, devlet dairesinde iş takibi, evliliği, ayrılığı, üst kattaki albayı, içindeki Olric’iyle yaşadığı sürece peşini bırakmaz bir daha.
Oğuz Atay kitapları belki de bu deneyim ortaklığını yaşatabildiği için böylesine sarsıcıdır. İktidar karşısındaki çaresizlik, eşyanın sıkıntısı, kendini ifade edememenin tedirginliği… aynı “hüzünlü ülke”de yaşamanın yarattığı ‘hissiyat kardeşliği’nde buluşturur okurlarını.
Bazen kızarak, öfkelenerek ama çoğunlukla şefkatle ve acıyarak, kendisinin de onlardan biri olduğunu gördükçe acı kahkahalar atarak Türkiye’nin aydınlarını anlattı Oğuz Atay. “Çocuk bırakılmış” toplumun değerleriyle uyuşamayan, kendi tamlığına da ulaşamayan aydınların giderek yabancılaşmalarını, yalnızlaşmalarını yazdı. Bu yüzden eylemi az, fakat bilinç akışının esip getirdiği sözü bol bir romandır onunki. Yankısız konuşmalar hep içeriye doğru akar.
Romanlarında büyük şehirlerin burjuvalarını, aydınlarını ele alan Atay, hikâyelerinde kenar köşede kalmış kişilere de yer verir. Hikâyelerinin hemen hepsinde varoluş krizi yaşayan iletişimsiz insanlar vardır. Hayatın gündelik sıkıntılarıyla boğuşurken, bilinçaltlarına sızan toplumsal travmalar suya bastırılmış nesneler gibi bir bir yüzeye fırlar.
Bireyin iç dünyasını anlatırken altan alta kuvvetli bir toplumsal eleştiri yürüten Atay’ın hikâyedeki başarısı, tıpkı Çehov gibi, kendi toplumuna ait sorunları, evrensel edebiyat düzeyinden yazabilmesidir.
Kitaba adını veren “Korkuyu Beklerken”, Oğuz Atay edebiyatı için adeta bir çekirdek metindir. Eserlerindeki önemli temaları bir arada işleyen hikâye, Atay okumaya yeni başlayacaklar için verimli bir giriş kapısı olarak önerilebilir. Sekiz hikâyelik toplamın son ürünü olan “Demiryolu Hikâyecileri/Bir Rüya” ise yazarın edebi biyografisini sezdiren içe-riğiyle ayrıca ilgi çekicidir.
Edebiyatın metalaşması, piyasanın tüketim koşullarına yenik düşmesi ve reklam-pazarlama kıskacında değer kaybetmesi gibi, çok daha sonraki yıllarda gündeme gelecek bir konuyu, öncü yazarlara has bir sezgi gücüyle işler Oğuz Atay. Aynı zamanda avangard eserleri yüzünden edebiyat çevrelerinde yadırganmasına da ince bir eleştiri yöneltir.
Oğuz Atay erken ayrılmıştır aramızdan ama eserini eksik bırakıp gittiğini söylemek haksızlık olacaktır. Yedi yıl içinde (1970-1977) yazdığı dört romanı, bir hikâye kitabını, bir oyunu ve yazarın kişisel dünyasına biraz da olsa sokulma izni veren günlüğünü önümüze koyduğumuzda, bu kısa ama verimli edebi ömrün yarım kaldığını ileri sürmek kolay değil. Atay’ın kitapları sözünü söylemiş bir yazarın bütünlüğünü taşır.
Son yıllarında yazmayı planladığı “Türkiye’nin Ruhu”na gelince… Alt başlığı, devlet, toplum, insan olan bu tasarıyı da gerçekleşmiş kabul edebiliriz pekâlâ. Oğuz Atay, ülkesini ve insanını anlatırken “Türkiye’nin ruhu” dediği bir öze ulaşmayı amaçlamıştı. Dostoyevski gibi, Balzac gibi o da ülkesinin zihinsel ve ruhsal haritasını çıkarmak, bu topluma has bir yaşama tarzı varsa eğer, onu kelimelere dökmek istemişti.
Bu nedenle, sadece bir plan olarak sözünü ettiği “Türkiye’nin Ruhu”nu, mahrum kaldığımız kitabın adı yerine, külliyatının üst başlığı olarak da okuyabiliriz.
Elimizdekilerin her biri, toplumun ruhsal ve zihinsel topografyasına yapılmış bir yolculuk, daha doğrusu “mühendis yazar”ın Türkiye’nin ruhuna açtığı dehlizler değil midir? 35 yıldır her kuşaktan okuru bunca sarsan, etkileyen romanlarda ve hikâyelerde dolaşan Türkiye’nin ruhu değilse, ne?
(Doç. Dr. Handan İnci - Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü)