Oktay Ekşi olayının düşündürdükleri: Metin Münir’in yazdıkları ve ötesi

Oktay Ekşi olayının düşündürdükleri:  Metin Münir’in yazdıkları ve ötesi

YAVUZ BAYDAR(Eski Dünya Ombudsmanlar Birliği Başkanı)Oktay Ekşi’nin istifası hadisesi, basınımızın hazin halinin daha da gözler önüne serilmesine, basınımızın davranış kalıplarını ve kokuşmuş egemen zihniyetinin daha da açığa çıkmasına vesile oldu.

 

Yıllardır sözüm ona el üstünde tuttuğu “başyazar”ını bir anda “satıveren”, bunu “bana yapılsa ben de kızardım” diye gerekçelendirirken her gün insanlara hakaret eden vatan haini listeleri yayımlayan Ahmet Türkgillere şiddeti makule indiren inançları sebebiyle yurttaşları aşağılayanlara gazete ve ekranlarında göz yuman; sonra da sadık bendelerine (onlar da “gazeteci”) dışarda “özgürlüğümüz tehlikede” diye feryat ettirip el altından ekonomik çıkarlarını korumaya çabalayan patronlar… Öbür yanda, onun hizmetinde, toplumu bir haber öznesi değil de çarpık gazetecilikle “güdülecek” bir “cahiller sürüsü” olarak gören, hem kendilerini hem de gazetelerinin sahiplerini yanlıştan yanlışa sürükleyen sözde “gazeteci”ler… Başka bir tarafta, “makul eleştiri”, “mesleki rol”, dürüstlük ve ahlak ölçütleri alanından bihaber, ciddi köşe yazısı kriterleri ile karikatür/mizah kriterlerini aynı sanarak, budalaca taarruzlarla kendileri gibi düşünmeyen meslektaşlarını karalamayı marifet sayan aymaz meslektaşlar… Basın özgürlüğünü “medya grup çıkarlarının korunması” veya kendi ideolojilerine yakın gazetecilere baskılarla sınırlı tutmayı gerçek mücadele sanan cahiller…

 

Saymakla bitmez.    

 

Şimdi Metin Münir’in bugünkü Milliyet’te içinde olmazsa olmaz doğruları peşpeşe sıraladığı yazısını okuyalım (bazı cümlelerin altını çizdim):

 

“Oktay Ekşi eğer İngiltere veya ABD’de Hürriyet muadili bir gazetenin başyazarı olsaydı işinin başında olmaya devam edecekti. Çünkü onu başyazarlıktan istifa etmek zorunda bırakan o deyimi yazısında kullanmayacaktı.

Kullansaydı bile sorumlu editör tarafından çıkartılacaktı. ‘Çıkartılmasın’ diye ısrar etse bile onu kimse dinlemeyecekti.

Türkiye’deki gazetelerin en büyük eksiklerinden biri etkili bir kalite kontrolüne, süzgece sahip olmamalarıdır. Batı’daki gazetelere giren yazıların hepsini, yazarları ne kadar ünlü ve kıdemli olursa olsun, editörler okur ve düzeltir. Ernest Hemingway’in gazete ve dergi yazıları bile bu süzgeçten geçerdi.Düzeltme şunlardan müteşekkildir: Yazıyı gazetenin standartlarına uydurmak, gramer ve imla hatalarını düzeltmek, kısaltmak, hatalardan arındırmak, dava konusu olabilecek iddialardan veya söylemlerden temizlemek.

Gazetede çıkan haber olsun yorum olsun her yazının doğru, açık, genel gazetecilik kurallarına uygun olması ve dava konusu olacak içeriğe sahip olmaması gerekir.Gazeteci kolay hata yapabilen bir yaratıktır. Zaman baskısı altında olduğu, yani yazıyı belli bir saatte teslim etmek zorunda olduğu için hata yapabilir. Habere çok yakın olduğu için perspektifini kaybedebilir, kendini haberin heyecanına kaptırabilir. Haberi izlemekten bitap düşmüş olabilir. Hatta kafası dumanlı olabilir. Editör uzakta ve soğukkanlıdır, daha geniş bir bakış açısına sahiptir. Hataları yakalamakta uzmandır. Son söz de ona aittir.

Yazar ne kadar ünlü ve kıdemli olursa olsun, yazdığının olduğu gibi gazeteye girmesine ne kadar ısrar ederse etsin “burası girmeyecek” derse orası girmez.Normal koşullarda editör neyin neden girmeyeceğini gazeteciye veya yazara anlatır, değişiklik yapmasını ister. Ama baskı saati yakınsa bunu da yapmayabilir. Türkiye’de bu sistem çalışmaz ve yakın gelecekte çalışması da mümkün değildir. Köşe yazarlarının çoğu “prima donna”dır. Yazılarına, kutsal bir metinmiş gibi muamele edilsin isterler. “Ben yazıma dokundurtmam”la özetlenebilir bu tutum. Nitekim yazısından bazı cümleleri veya kelimelerin çıkartılması istendi veya bir yazıları basılmadı diye istifa eden veya istifa tehdidinde bulunan köşe yazarları var.Ama “editing” bir basın özgürlüğü veya yorumda bağımlılık veya bağımsızlık konusu değil, sistem, kalite, disiplin sorunudur.

Ekşi’nin Hürriyet’teki uzun meslek hayatının sona ermesine neden olan “bunlar analarını bile satar” deyimi sayfa birden kim sorumlu ise o tarafından çıkartılmalıydı. Eğer ortada bir hata varsa bu hata Ekşi’ye ait olduğu kadar sorumlu editöre aittir.

Basın muhakkak iç disiplinini kurmalı, kendine hâkim olmalı, dışarıdan gelen baskılarla kendini kapatmalıdır.

Gerçi bunu yapsa bile Erdoğan’ın gazabından kurtulabilir mi, bilmiyorum.Sınır Tanımayan Gazeteciler’in geçen hafta Paris’te yayınladığı basın özgürlüğü endeksine göre Türkiye 178 ülke arasında 138’inci sıradadır ve zemin kaybetmektedir. Bu doğrudan Türkiye’nin baskıcı bir rejime sahip olmasının sonucudur. Ne Ekşi’nin tarzı ne de editörlükle ilgisi var. Böyle rejimlerde gazeteciliğin gelişmesi güçtür.”

 

Münir’in yazısının tümü böyle. Son iki paragrafında ayrıldığım noktalar var (onları kısaca açıklayacağım) ama gerisi aynen yazdığı gibidir, katılmamak mümkün değildir.

 

“Seviye”, bizim basındaki köşe yazılarında ve baş sayfalara konan başlıklarda her zaman (ama özellikle gazetecilik dışı işlerden gelen patronların kendi beklentilerini ve davranış kalıplarını sektöre transfer ettiği 1980’lerden itibaren) bir problem olmuştur. “Seviye”yi bozan, bizdeki gazetecinin (hele isim yapmış ise) sırtını mutlaka bir güç odağına (devlet, asker, bürokrasi, polis, MİT, maliye, bakanlıklar, daha sonra da medya patronları) dayayarak, halk adına, kamu çıkarı adına meslekten uzaklaşması; uzaklaştıkça kabalaşması, küstahlaşması, tepeden bakar ve “sosyal mühendislik ayarı” vermeyi meşrulaştırmasıdır. Bu öyle bir hal almıştır ki, bugün zavallı izleyicilerimiz, her gece medya yorumcularını adeta birer parti lideri gibi izlemektedir. Mesleğe özgü “mesafe”, “analiz”, “gerçeklere bağlılık”, “veriler arasında sağduyulu bağlam kurma” sadece bazı istisnalarla sürmekte ve giderek marjinalleşmektedir.

 

Metin Münir’in yazdıkları boşluğa karşı konuşmak gibidir. Bunlara marjinal görüşler gibi bakılmaktadır. Çünkü Türkiye’nin özünden en uzaklaşmı bu talihsiz sektöründe cehalet dizboyudur.

 

Mesela, son günlerde, Ekşi’nin seviyesiz ifadesinin karşısına Salih Memecan’ın Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili karikatürünü koyan, yıllardır kendisini gazeteci diye topluma kabul ettirmiş yaşlı başlı insanlar var. İsimler önemli değil. Önemli olan, sapla samanın birbirine cahilce karıştırılmasıdır.

 

Başyazı veya köşe yazısı, eğer ciddi ana gündem konularıyla sınırlı ise, oradan işlenen konunun ciddiyetine koşut bir dil, kavram seçimi, akıl yürütme, seviyeli bir anlatım beklenir. Tabii o köşelerin ciidye alınması, sonuç getirmesi arzu ediliyorsa.

 

Ama her köşe elbette böyle değildir, siyasetle hayatın başka alanları arasında gidip gelen köşeler de var, tamamen mizah üzerine kurulu (Selahattin Duman ilk akla gelen isim) başka köşeler de. Onların kriterleri farklıdır, seviye düzenleri de değişebilir.

 

Basın çok sesli ise (ki öyle olmalıdır) farklı kitlelere farklı seviyelerden seslenir. Sözcü gazetesini alan Radikal’i tercih etmeyebilir. Vesaire vesaire.

 

Dışarıda da böyledir. Mesela Irak savaşı arifesinde bir İngiliz gazetesi Chirac için baş sayfadan “Pezevenk” başlığını kullanmıştı. Ama o gazete ucuz bir tabloiddi. Telegraph veya Guardian bunları asla yapmaz. “Ana akım” iseniz, kriterleriniz, hassasiyetiniz, standartlarınız farklı olur; daha önemlisi bunları çatır çatır uygularsınız.

 

Bizde durum farklı. Marjinal ve tabloide ait olan ile ana akım arasında bir çizgi yok, her şey iç içe geçmiş durumda. Nefret söylemi, hakaret vs hemen her gazetede mevcut, ırkçılık, aşağılama, kabalık, seviyesizlik, damgalama hemen her yerde, gündelik rutin gibi. Ağzına geleni yazmak özgürlük sanılıyor. Neyin nerede nasıl söylenmesi gerektiğini düşünen yok gibi.

 

Karikatürleri bu çerçeveye sokmak ve Ekşi ile Memecan’ı eşitlemeye çalışmak ise ahmakça. Çünkü mizah, karikatür kendine has kriterlerle değerlendirilmesi gereken alanlar. Türkiye’nin köklü mizah dergileri ve karikatür geleneği bizde bunun makbullüğünü gösteren ölçütler. Bir başyazı ne kadar ciddi ve seviyeli olmalı ise, karikatür o kadar deli dolu, o kadar serbest olmalıdır. (Nitekim, imzasız başyazılarında veya şahis köşe yazılarında titiz olan Batı gazeteleri karikatüristlerinin ellerini tutmazlar. Elbette kendi editoryal çizgilerine uygun karikatüristleri istihdam ederler, o ayrı.)

 

Mizahçıya kimse ayar veremez. Şu veya bu siyasi duruşta diye bir karikatüriste kızabilirsiniz (mesela Leman gibi dergilerin anti-iktidar çizgisine kızanlar çok), Memecan’ı veya Lemancıları mizahta “selektif” olmakla eleştirebilirsiniz, ama onlara ayar vermeye kalkarsanız varlık nedenlerini ortadan kaldırmaya kalkışmış olursunuz.

 

Mizahın da birkaç kırmızı çizgisi vardır: Özel hayatın gizliliğine saygı; dil, din, ırk, milliyet ve inançlara saygı; iftira ve hakaretten uzak durmak.

 

Tek temel kalite ölçüsü ise, güldürücü olup olmadığıdır. Gülüp gülmemek ise size kalmıştır.

 

Münir’in son cümlelerine neden tam katılmıyorum? Şundan? Şu anki durumun esas sorumlusu, bizleriz. Biz kendimize çeki düzen verip sorumlu, dürüst ve bağımsız gazeteciliğe geri dönmeyi denersek, en azından siyasilerin şimdi haklı gibi görünen gazabına karşı söyleyecek sözümüz, beraberce savunacak pozisyonumuz, verecek haklı kavgamız olur. Umut uzakta, doğru, ama vazgeçmemek lazım.