Fatoş Güney, 12 Mart günlerinde Yılmaz Güney'le birlikte evlerinde sakladıkları Oktay Etiman'ı anlattı. Güney, "Benim için gerçekten çok özel bir yeri vardı. 14 yıldır hapishanede kalmış olmasının etkileri ve acılarını içinde taşırken dışında süzülen hüzünlü buğularını hissetmemek mümkün değildi. Sert kabuğunun içinde inci yapan bir istİridyeydi" dedi.
Gazete Duvar'dan Muazzez Uslu Avcı'nın Fatoş Güney'le söyleşisi şöyle:
Fatoş Güney, Türkiye sol hareketinin bilinen isimlerinden Oktay Etiman’ın evlerinde saklanma hikâyesini anlattı. Yılmaz Güney’in ölümüyle birlikte Türkiye’ye dönen ve dernek çalışmaları için gittiği Mülkiyeliler Derneği’nde Oktay Etiman ile karşılaşan Güney, o anın çok duygusal olduğunu ve dostluklarında bir eşik atlattığını ifade ediyor.
TIKLAYIN - 68 kuşağının önde gelen isimlerinden Oktay Etiman hayatını kaybetti
Fatoş Güney, evlerinde saklanan Oktay Etiman’la anlatmaya başladığı hatıralarını Ankara’da bitiriyor: Hep vereceksin bu dünyada, bu hepimiz için böyle değil mi? Verdiğin sürece varsın. Hiç istemeyeceksin. Ama Oktay gibi, Yılmaz gibi sıra dışı insanlar için durum daha farklı… Onların bir duruşu vardı. Hayat onlar için çok zordu, kahraman olmanın bedelleri ağırdır.
Oktay Etiman ile yollarınız hangi dönemde ve nasıl kesişti?
Oktay’la yolumuz 12 Mart’ın o karanlık dönemlerinde kesişti. 12 Mart cuntası günlerinde arkadaşları Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılacağı günlerde onlar bir eylem yaptılar. İsrail Başkonsolosu Erlom’u kaçırdılar ve konsolosa karşılık arkadaşlarının verilmesini talep ettiler. Zaten Yılmaz’ın öğrenci örgütleriyle ilişkisi vardı, onlara para yardımı yapıyordu, hatta silah temin ediyordu.Gerçi bunları anlatmam doğru mu bilemiyorum?
Zaman aşımına uğradı, anlatabilirsiniz.
Mesele zaman aşımı değil, silah söz konusu olduğu için öyle bir tereddüt geçirdim.O zamanlar devrim silahlı mücadele ile olacaktı, tabii silahlı bir şey olsun da istemiyoruz ama ne yazık ki bütün devrimler dünyada silahla oluyordu, olmak zorundaydı. Egemenler dünyayı kolay kolay güzelliklere, güzel ellere bırakmayacaklardı.
Yılmaz Güney mi onları kaçırıp saklama teklifinde bulundu, yoksa onlardan mı böyle bir talep geldi?
O günlerde bizimle ilişkide olan Ulaş Bardakçı ile Yılmaz sürekli konuşuyorlardı. Fakat bu konuşmalar benim yanımda olmuyordu. Çünkü, Yılmaz bana ”Bak ciğerim eğer sen ne olup bittiğini bilirsen bir gün polisin eline düşersin ve her şeyi anlatmak zorunda bıraktırırlar. Onların bir takım yöntemleri vardır, anlatmak zorunda kalabilirsin ve ömür boyu vicdan azabı çekersin” demişti. Onun için onların toplantısından uzak kalıyordum.
Ulaş bir gün gene eve geldi. Bir yerden bir takım kitap ve malzemelerin taşıması gerektiğini söyledi. Fakat Yılmaz’ın hiş vakti yoktu, sete dönmek zorundaydı. 30 kişilik film ekibi onu bekliyordu. Yılmaz’a ben yaparım dedim. Üstelik 6 aylık hamileyim o zamanlar… Kocaman bir İmpala arabamız vardı ama ehliyetim yoktu. Az çok araba kullanmasını öğrenmiştim. Ben bu işi yaparım dedikten sonra Yılmaz endişelendi ”Nasıl yaparsın?” dedi. Cesurdum, korkmadım ve yaparım dedikten sonra onların önüne düştüm, arabaya bindikten sonra onların bulunduğu eve geldik. Orada Mahir, Hüseyin Cevahir, Rüçhan Manaslı ve Oktay bizi karşıladılar. Tabii o zaman ben onların kim olduklarını bilmiyordum. Arabanın ön koltuğuna Ulaş ve Rüçhan Manaslı oturdu, Arkaya Oktay, Cevahir ve Mahir oturdu.
Nasıl görünüyorlardı, telaşlı mıydılar?
Gayet sakindiler. Ulaş’ı ara ara gördüğüm için arkadaki oturanlara aynadan şöyle bir göz attım, Mahir’in pırıl pırıl ışıltılı yüzü dikkatimi çekti. Onun ayrı bir ışıltısı vardır. Hüseyin’le Oktay sert bakışlı adamlardı.
Dönelim heyecanlı yolculuğa…
Arabaya binildikten sonra yola koyulduk. O akşam arama vardı. İstanbul’da askerler her yerde sokakları, caddeleri tutmuşlardı. Sokağa çıkma yasağına birkaç saat kalmıştı. Arabayı normal seyrinde kullanmaya çalışırken, bir askerin bulunduğu cemseye çarpmakla aramda ramak kaldı. Asker arabamıza yanaştı pencereyi açtım, ”Çok özür dilerim” dedim. Benden hiç şüphelenmediler. Arabanın içine bakmadılar bile.
Biz yola devam ettik. Yolları çok bilmiyordum onların tarifi üzerine arabayı sürdüm. Oktay, Cevahir ve Mahir Şehzadebaşı’nda indiler. Ulaş’la Rüçhan başka bir yerde indi. Hava kararmak üzere, sokaklar asker doluyken sokağa çıkma yasağına az kala eve döndüm. Eve geldiğimde Yılmaz beni heyecanla ve telaşla bekliyordu. Eve geldim, arkamdan da Ulaş girdi eve. Yılmaz’la bir şeyler konuştular tekrar çıktılar. Sokağa çıkma yasağı 8’de başlıyordu ve 8′ e az kala Yılmaz geldi. Yanında Şehzadebaşı’na götürdüğüm Mahir, Oktay ve Hüseyin vardı.
Eve girdiklerinde çok şaşırdım, Yılmaz ‘a ”Bizimle mi kalacaklar?” dedim, ”Evet, çatı arasına çıkacaklar” dedi. Ellerinde kocaman silahları vardı. Çatı arası, ikinci katta bizim yatak odamızın bulunduğu odanın önünde bulunan bir kapak vasıtasıyla girilen yerdi. Yılmaz onlara yardım etti. Birbirlerinin omuzlarına basarak çatı arasına çıktılar. Yılmaz arkada kaldı kendi yardımıyla çıkarttı.
Peki ellerindeki o kocaman silahları nereye sakladınız?
Yılmaz silahları da onlara uzattı ve kapak kapandı. Zaten o anda sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Bizim evin tam karşısında MİT’in binası vardı ve arsasında öbek öbek askerler cemseler toplanıyordu. O gece ben de taze fasulye pişirmiştim, Yılmaz’ı bekliyordum yemek için… Işıkları söndürdük sürekli perde aralığından karşıdaki MİT binasını izliyorduk.
Yılmaz çok heyecanlıydı çünkü az çok başımıza gelecekleri kestirebiliyordu. O kararını vermişti, teslim olmayacaktı ama bizim durumumuz onu endişelendiriyordu. Özellikle de benim hamileliğim… Gecenin ilerleyen saatlerinde benim uykum gelmişti, Yılmaz’la birlikte yatak odamıza gittik. O, çok tedirgindi, sürekli terliyordu. Fakat ben de pek anlam veremiyordum işin vahametini anlayamamıştım doğrusu. ”Ne olacak al tarafı evimize saklanmış insanlar ne kadar tehlikeli olabilirlerdi ki ?” düşüncesiyle uyumuşum.
Oturduğunuz muhit neresiydi ve ev apartman mı bahçeli bir ev miydi?
Levent’te oturuyorduk evet ev bahçeliydi, Yılmaz kapıyı açıp bahçede ve kapının önünde bizim evi basmaya gelmiş askerlere ”Buyurun bir şey mi arıyordunuz?” diye sormuş. ”Evet , kaçak anarşistleri arıyoruz” demiş askerler. Yılmaz da ”Buyrun onlar zaten buradalar, biz de sizi bekliyorduk” diyerek karşılık vermiş.
Hayatının ön büyük rolünü yapmış.
Evet resmen rol yapmış. Evi aramamız lazım, demişler ve Yılmaz, buyurun bakın dedikten sonra onları yukarı çıkarmış.Onların seslerini duyunca kafamı yorganın altına soktum sesleri dinledim. Yılmaz; ”Karım uyuyor, onu uyandırmadan arayın lütfen” dedi. Yılmaz’a ”Sen bizimle geleceksin hakkınızda tutuklama kararı var” dediler. Yılmaz, ”Peki, üstümü giyip geliyorum” dedi. Ve odama girdi bana ”Sen sakın telaş etme, beni götürüyorlar sen gerekeni yaparsın” dedi, çok telaşlıydı. Sonra onlar gider gitmez ben hemen çatı kapağına vurdum” Yılmaz’ı götürdüler” dedim. ” Aa öyle mi?” dediler ve bana ”Biz açız, yiyecek bir şeyler verebilir misin?” dediler.
Onlara yemek hazırladım ve hatta dolapta bira vardı, birayı da verdim. Sabah oldu, sokağa çıkma yasağı bitti. O sırada Yılmaz’ın filmcilerle randevusu vardı, eve geldiler. Salonun iki kapısı vardı biri bahçeye çıkıyordu. İçeride oturan filmci orayı görmüyordu o sırada diğer filmciler yoldaydı ve geliyorlardı. Ama benim aklım üst kattaydı, sürekli yukarıya gidip geliyordum. Derken onlar indiler aşağı, üstleri başları toz içindeydi. Üstlerini fırçaladım, temizledim. Misafir fark etmeden tek tek arka kapıdan çıkardım. Oktay bana baktı ”seni hiç unutmayacağız” dedi.
Aradan bir süre geçtikten sonra ben de gözaltına alındım. Birinci şubeye götürüldüm ve benİ hücreye koydular. Tabutluk denilen bir hücreydi, sadece ayakta durabiliyorsun, oturamıyorsun. Bir süre sonra bağırdım ”Nefes alamıyorum, açın kapıyı!” dedim. Bir an kapıyı açtı nöbetçi, ”Merak etme bir şey olmaz” dedi, tekrar kapadı, biraz sakinleştim.
O sırada bir de hamilesiniz değil mi?
6 aylık hamileyim. Tabutluk hücrede sadece çömelebiliyorum. Sonra beni sorgu odasına aldılar. Oradaki bütün polisler sorgu odasına gelmişti. Çünkü, Yılmaz Güney’in karısını merak ediyorlardı. Özellikle de ne diyeceğimi…Sorguda malum sakladığımız arkadaşları sordular, onların bizde kaldıklarını söylemedim. Oradaki polisler benimle nazik konuşmaya çalışıyorlardı ama tehditkar sözler de söylemeden etmediler.
Sorulara Yılmaz’la nasıl tanıştığımdan başlayarak, ta onları sakladığımız geceye kadar geldiler. Sizde kalmışlar, diye tekrarladılar ama çok fazla diretmediler benden cevap alamayınca. Biraz istirahat etsin, dediler. Tekrar tabutluk hücreye götürdüler. Orada da 6 saate yakın kaldım.
Sonra beni tekrar sorguya aldılar. O sırada Oktay’ı getirdiler. ”Bu adam mıydı o gece sakladınız?” dediler, ”Hayır, onu tanımıyorum” dedim. Oktay’a “Bu kadın mıydı o gece saklandığınız evdeki?” Oktay bana şöyle bir baktı ”Hayır, bu hanımfendiyi tanımıyorum” dedi. Halbuki çok iyi tanımıştı. Oktay’ın hali perişandı. her halinden çok fazla işkence yapılmış olduğunu anlamıştım.
Oktay Etiman bu hanımefendiyi tanımıyorum dedikten sonra sizi bıraktılar mı peki?
Evet ama daha sonra davanın devamı için mahkemeye devredildi. Sürekli ifade için çağrılıyordum, yeni doğum yapmıştım. Hatta süt veriyordum, bebeğim aç kaldı diye üzülüyordum. Mahkemeden serbest bırakılma talebinde bulunmuştum.
Mahkemeye gittik, mahkeme beni serbest bıraktı, Halbuki o zaman evlerinde kitap bulunduranlar bile tutuklanıyordu, herhalde Yılmaz Güney’den sonra beni de tutuklamak istemediler. Fazla sansasyon olmasın diye.
12 Mart darbesinden sonra sürgün günleriniz nasıl geçti?
12 Mart darbesinden sonra Yılmaz içeri girdi. 12 Eylül’de Yılmaz yazılarından ötürü yüz sene ceza aldığı için sürgüne gitmek zorunda kaldık. 7 yıl sonra ben Türkiye’ye dönme kararı aldım. O dönem dönmek bana teslimiyetçi bir tavır gibi gelmişti. Evrenin hüküm sürdüğü Yılmazı’n filminin oynatılmadığı bir ülkeye dönmeyi reddetmiştim.
Dönünce vakıf kurmak kurmak istedim, Yılmaz Güney Kültür Sanat Vakfı. Türkiye’ye gelir gelmez onunla ilgili çalışmalara başladım.Ankara’da Mülkiyeliler Derneği’ne uğradığımda Oktay’la karşılaştım.
Karşılaşmanız nasıl oldu?
Son derece duygusal oldu, onları hiç unutmamıştım. Onlar benim için kahramandı ve o kahramanlar içinde hayatta tek kalan Oktay’dı. O karşılaşmadan sonra arkadaşlığımız ve dostluğumuz hep devam etti.
Oktay ağabey dışarıdan bakanlara göre sert kabuklu bir adamdır halbuki o sert kabuğun içinde sakladığı o kadife yönünü sadece onu yakından tanıyanlar bilir. Sizin 8 yıla dayalı yoğun arkadaş ve dostluğunuz süresince tanıdığınız kendine münhasır Oktay Etiman’ı nasıl anlatırdınız?
Benim için gerçekten çok özel bir yeri vardı. 14 yıldır hapishanede kalmış olmasının etkileri ve acılarını içinde taşırken dışında süzülen hüzünlü buğularını hissetmemek mümkün değildi. Sert kabuğunun içinde inci yapan bir istridyeydi.
Yılmaz Güney ve Oktay Etiman hemşeriydi. Yöre, kültür ve gelenekten gelen benzer huyları var mıydı?
Tabii ki, o gelenekten gelen benzer değerleri vardı. Ortak kültür ve gelenekten geldikleri için tavır ve düşünce yapılarında kısmen benzerlik vardı.
Feodal yanları var mıydı, mesela kadınını kıskanırlar mıydı?
Kadınını kıskanmak değil de sahiplenenlerdendi. Bilinçli insanlardı ama o feodal kalıntıların etkisinden kurtulamadıklarını kendileri de itiraf ederlerdi. Tabii ki onlar için gayet insani ve normal olan şeyler toplum için anormaldi, toplumun o katı ve tutucu yanı onları ister istemez baskı altında bırakıyordu.
Hiç ağladıkları olur muydu?
Yılmaz ağlardı fakat Oktay’ı hiç ağlarken göremezdiniz. Oktay hislerini belli etmez içinden yaşardı. Onu çözmek çok zordu. Yakınları da ona yaklaşmak için bir çaba harcaması gerekir. Çok duvarları, setleri olan biridir, ona ulaşmak için epey bir çaba sarf etmek gerekir.
Çocuksu yanları var mıdır? Mesela erkekler kadınların yanında kendileri daha serbest bırakıp çocuklaşırlar?
Oktay’ın öyle bir yanı yoktu. Şakalaşmayı sever, sırası gelir şarkı söyler ama alıngandı, çok kırılgan ve hassastı. Onunla anlaşmak, ona yaklaşmak zordur.
Sanki kendini hayata karşı şartlamış ve duruşundan bir taviz vermemek için midir acaba?
Bir gün bana, ”Fatoş, sen beni tanıyorsun, sence bundan sonra ben ne yapmalıyım?” diye sordu. ”Oktay, sen bundan sonra kendine portakal, limon bahçesi yap ağaçlarla toprakla uğraş, sen yapacaklarını yaptın, çok ağır bedeller ödedin, bundan sonra hayatın kalan kısmını kendine ayır” dedim.
Ama o hiç duruşundan ödün vermedi, hep katı kurallar içinde hep disiplin içinde hiç taviz vermeden dimdik bir duruş sergiledi. Onun döneminden çok az kişi böyle sağlam durabildi.
Sizce bu kendine yaptığı çok acımasızlık değil miydi?
Öyle bir yapısı var yazık ki… Ekonomik sıkıntılar çekti ama kimseye hissettirmedi.
O dönemden çoğu kişi yazar politikacı, gazeteci, bürokrat olmuştur, ama ona da mutlaka bu teklifler gelmiştir sence bu teklifleri red mi etti?
Medya önünde olmayı filan hiç istemedi, kimsenin töhmeti altına girmek istemedi, kendi başına olmayı istedi. Mesela bir partiye girse veya millet vekili filan olsa onların programına kurallarına uymak zorunda kalacağı fikri bile ona iyi gelmezdi. Oktay özgürlüğünden hiç taviz vermedi ama çok yalnız kaldı.
Hayatın diğer alanlarında da kimseye yanaşmadı, doğru da yaptı ama çok yalnız kaldı, ekonomik sıkıntılar çekti. Kimse de ona yardım için talepte bulunmadı, Mülkiyeliler hariç. Ona sorsan bunlardan asla yakınmaz ama gerçek bir destek görmediğini kendi gözlerimle gördüm.
Kendisine sunulan böyle bir talebi reddeceği endişesi yaşamış olabilir miydi çevresindekileri?
Zannetmiyorum, o hissettirmese bile insan olan anlardı, ama maalesef ki, insanların duyarsızlıklarına kendi gözlerimle tanık oldum.
Türkiye, toplum olarak bu insanları haketti mi sizce?
Haketmedi, Yılmaz’ın zor durumlarında hiç kimse arayıp sormadı. Hatta bu kırgınlığını Yılmaz şöyle dile getirirdi:
”Arkadaş 10 yıl içeride yattım, bir paket cigaraya ihtiyacın var mı?” diye soran olmadı. Fakat mapushaneye çuvallar dolusu mektup gelirdi ve hep ondan bir şeyler isterlerdi. 10 yıl hapiste yattı. Ona rağmen Yılmaz’dan hep para, kıyafet istediler. Yılmaz “Dolabımdaki şu renk elbiseyi şu arkadaşa gönder, falancanın ihtiyacı var para gönder” derdi.
Hayat ve filmi karıştırıp kendilerine hep istenilen adam rolünü mü biçtiler?
Hep vereceksin bu dünyada, bu hepimiz için böyle değil mi? Verdiğin sürece varsın. Hiç istemeyeceksin. Ama Oktay gibi, Yılmaz gibi sıra dışı insanlar için durum daha farklı… Onların bir duruşu vardı. Hayat onlar için çok zor, kahraman olmanın bedelleri ağırdır.