Ömer Faruk Gergerlioğlu: Bölgede kurşunlar altında kalan çocukların gideceği yer çok belli, dağ!

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Bölgede kurşunlar altında kalan çocukların gideceği yer çok belli, dağ!

Eski Mazlumder Başkanı ve T24 yazarı Ömer Faruk Gergerlioğlu,  Güneydoğu'daki çatışma ortamı ve çözüm sürecinin akıbetine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. "Bölgede ekonomik yıkım çok büyük boyutlarda" diyen Gergerlioğlu, "Bölgeye ben son 3 ayda iki kez gittim. Gerçekten gittikçe dibe vuran gittikçe kötüleşen bir hali gördüm" ifadesini kullandı. 

"7-8 yaşındaki çocuklar, onlar o çatışmaların içinde delik deşik olmuş duvarların arasında, sokağa çıkma yasaklarının arasında büyüyor" diyen Gergerlioğlu, "Sur'daki çocuklar üzerinde yapılan çalışmalarda yüzde 90'nında davranış bozukluğu var. Bu çocukların çatışma, kurşunlar, bombalar, sokağa çıkma yasakları ortamında gideceği yer çok belli, dağ" görüşünü dile getirdi.

Bölge halkının çatışmalar dolayısıyla mağduriyet yaşadığını dile getiren Gergerlioğlu, PKK'nın çözüm süreci boyunca şehirlere yığınak yaptığı bilindiği halde hükümetin süreci bozan olmamak adına bölgede yaşanan gelişmelere kayıtsız kaldığını söyledi. 

Yeni Asya'dan Gökhan Yılmaz ve Ekrem Özden'in sorularını yanıtlayan Gergerlioğlu'nun açıklamaları şöyle:

Geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’a birkaç kere gittiniz orada ne gördünüz? Durum nasıl?

6 ayı bulan çatışmalarda gelinen nokta son derece kötü. 50 den fazla bebek,çocuk ölümü yüzlerce sivil ölümü, karşılıklı belki binleri bulan rakamlara ulaştık. Ekonomik yıkım çok büyük boyutlarda. Bölgeye ben son 3 ayda iki kez gittim. Gerçekten gittikçe dibe vuran gittikçe kötüleşen bir hali gördüm. Birçok çevre ve liderlerle adaylarla görüştük. O zamanda büyük bir sarsıntı, büyük bir şok hali olduğunu görüyorduk ve insanlar feryat ediyordu. 

Bu gidişlerinizde bir fark gördünüz mü bölgede?

1.5 yıl önce de gitmiştim, cıvıl cıvıl, gelişen, mutlu bir Diyarbakır görmüştüm. Ama süreç bozulduktan sonraki son 2 ziyaretimde gittikçe kötüleşen bir tablo gördüm. 2,5 ay önce gördüğüm Diyarbakır'da sitem, kopuş var, çünkü insanlar kendilerini yalnız hissediyor. Son olarak 30 aralık günü barış isteyen aydınlar grubu olarak 106 kişilik bir ekiple çıkarma yaptık Diyarbakır'a ve ardından oluşturduğumuz ekip, başbakan, HDP ve CHP liderleriyle görüştü, önemli bir çalışma yaptık. Diyarbakır Valisi'yle de görüştük. Ona da söyledim “Sayın valim,  burada 14-15 yaşındaki çocuklar bu barikatların başında, bırakın siyasi bir meseleyi, 14-15 yaşındaki çocuk, ergen çocuktur isyan edecek yer arar anlatabiliyor muyum?‘ isyan edecek bir şey olsun da isyan edeyim’ der yani. Sen bu çocuğu iyice ideolojikleştirip burada çatışmaya girme hevesi içine düşersen yarın öbür gün bu çocuk dağın adayı olur. İki buçuk ay önce gittiğim zaman ki duruma göre  daha bir kötüye gidiş, daha bir umutsuzluk, daha büyük bir sitem var, Ankara bunu görmüyorsa siz raporlayın” dedim ona. 

Nasıl bir sitem neye kime sitem ediyorlar?

İnsanlar ' Neredesiniz? 'diyorlar. 'Biz burada bomba sesleri altında, kurşun sesleri altında yaşıyoruz bırakın onu bunu tutmayı bizim halimizi niye sormuyorsunuz, niye buna müdahale etmiyorsunuz 'diye büyük bir insani sitem var. İki ay önce 26 ekim civarlarıydı gittiğimde 4 günlük bir sokağa çıkma yasağı vardı. Ve ondan sonra Sur İlçesini, mahalleleri gezmeye başladık. Çok şoke edici bir gündü benim için. Çatışmanın ortasında siviller kalmış, çok büyük bir mağduriyet yaşanmış, her insan evinin önünden geçerken yabancı olduğumuz, dışardan geldiğimiz az çok belli olduğu için “gel şu evin halini gör” öbürü tutup “sen gel benim halini gör” diye her insan davet edip  içerideki felaketi gösteriyordu. Avlular kurşun yağmuruna tutulmuş. Duvarlar delik deşik. Gerçekten çatışmanın ortasında kalmış, YDG-H’lilerin yaptığı hendek, barikattan mağdur olan ama ondan sonrasında devletin polisinin yapmış olduğu sert muamelelerden dolayı daha da çok mağdur olan bir büyük sivil halk felaketini gözlemledim.

 

"Eskişehir hapishanesinde gençlerin haline ağlayan Bediüzzaman gibi ağladım"

 

Nasıl bir felaket?

Ben 3 ay önce sokağa çıkma yasağı sonrası Sur içinde şu an en şiddetli çatışmaların yaşandığı bu sokaklarda dolaştım bir gün boyunca.7-8 yaşındaki çocuklar, onlar o çatışmaların içinde delik deşik olmuş duvarların arasında, sokağa çıkma yasaklarının arasında büyüyor. Sur'daki çocuklar üzerinde yapılan çalışmalarda yüzde 90'nında davranış bozukluğu var. Bu çocukların çatışma, kurşunlar, bombalar, sokağa çıkma yasakları ortamında gideceği yer çok belli, dağ. 7-8 yaşındaki çocukların hani Bediüzzaman da anlatır ya hapishane penceresinden okul bahçesindeki çocukları seyretmiştir, anlatır. “Eskişehir Hapishanesi'nden onların 70-80 yaşındaki hallerini şöyle görüyorum” der ve ağlar bende o an  kendimi öyle hissettim “eyvah” dedim içimden “7-8 yaşındaki şu çocuklar yarın öbür gün elinde bir silah, dağlarda çatışma peşinde koşan insanlar olacak.”

Oradaki durum batıda yeterince seslendirilemiyor mu?

Burada bu konuyu gündeme getirdiğinizde insanlar hemen bir gard alıyorlar. Diyarbakır'da bölgede büyük bir sıkıntı var insanlar ölüyor, çocuklar ölüyor dediğinizde, o kadar kutuplaşmış bir toplum olmuşuz ki, “sen şunun adamı mısın, sen bunun adamı mısın, sen devlete şunu mu söylüyorsun?” gibi bir itham insanların aklına geliyor. Bu inanılmaz bir şey, orada insani bir durum var. Şu an inan ki Diyarbakır ve bölgedeki durum siyasi olmaktan öte tamamen insani bir durum.

 

"Ayşe öğretmenle Beyaz’ın başına gelenler gibi…"

 

Ben bunu insani bir çağrı olarak gördüm. Ayşe Çelik toplumun sesi, vicdanın sesi oldu adeta. 

Bir öğretmenin kalkıp bir eğlence programına telefon açması ilginç bir durum değil mi? Siyasi bir program değil. Beyazıt Öztürk bir talk showcu, siyasetle alakası olmayan bir adam. Onun programına bir öğretmenin bir telefon açıp feryat etmesi artık son noktaya gelindiğini, artık bardağın taşmak üzere olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. Son derece vahim bir durum var, SOS sinyali var, imdat sesi var ama siz bunu duymak yerine “komplodur, Fetullahçı terör örgütünün okulunda çalışmış öğretmendir, yok öğretmen bile değildir, provokasyon var” diyorsunuz, tamamen soruna bigane kaldığınızı, soruna temas edemediğinizi, tamamen konudan uzaklaştığınızı, devletin ve milletin kopma noktasına geldiğini hissedemediğinizi gösteriyorsunuz.

Yerinde bir korku mu? Ve böyle bir şey olabilir mi, mümkün mü ?

Çok yerinde bir korku. Çünkü inan ki biz büyük bir telaşla gittik. 30 aralıktan 6 gün öncesinde onlarca aydın bir araya gelerek büyük bir toplantı yaptık 150 kişiye yakın. Orada biz gerçekten o büyük sitemi ve toplumsal kopuşu gördük. Zaten o tedirginlikle gittik, açıklamamızda da bunu söyledik .'Ey vatanın bölünmesinden korkanlar, bırakın vatanın bölünmesini, yürekler bölünüyor farkında mısınız?' dedik.

 

"Sivil halk arada kalıyor"

 

YDG-H'den söz edince şöyle deniliyor: “Şimdi  hendekler kazılmış. Orada bir hakimiyet, özerklik kurma girişimleri var. Devlet olarak sessiz mi kalalım? Bırakalım da YDG-H orda demokratik özerklik mi kursun?” gibi bir yaklaşım var. 

O bölgede sivillerin yaşadığı yerde siz başka bir çözüm bulmalısınız. Açıkçası orda YDG-H’nin de PKK'nın da belli bir tabanı var ve şuana kadar bir hendek, barikat direnişiyle direniyorlar. Bu bir gerçek. Şimdi devlet söküp atamıyor. Ve arada sivil halk kalıyor. Sivil halk kaldığı zaman, halk hem sağlık açısından hem diğer insani ihtiyaçlar açısından da büyük bir mağduriyet yaşıyor. Bakkaldan ekmek alamıyorsun, ticaretini yapamıyorsun, eğitim alamıyorsun. PKK'yı orda ben yok edeceğim derken 1’i 1000 etme durumuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Çünkü çatışmanın içerisinde siviller kalıyor. Belki tarafsız olan siviller, bu mağduriyetten dolayı gençler, çoluk çocuk PKK'ya doğru bir sempati duyacak tabi. Başka bir şey olmayacak. 

Tamam da devlet ne yapsın?

Şehir içindeki bir çatışmadan uzaklaşıp o bölgede farkı bir anlayışla yaklaşım yapılsa, bu çatışma ortamı yerine müzakere ortamı tercih edilse bunlar olmaz. Şimdi devlet son yüzyıldır Kürt meselesinde ne zaman çatışmacı yöntemlere başvurmuşsa, legaliteyi tanımamış, şiddete başvurmuşsa insanlar illegaliteye yönelmiş ve sorun daha da büyümüş. Sorun sürekli bundan dolayı büyümüş. Legal sahalarda sorun büyümemiş. Çözüm süreci sırasında halk son derece memnundu. Diyarbakır'a gittiğimde siz de giderseniz göreceksiniz yüzde 95 oranında herkes “barış barış” diyor. Çözüm sürecini istiyor. “Bizim en mutlu olduğumuz zamanlardı” diyor.

 

"Devlet Kürtlere, Kürtler devlete güvenmedi"

 

Çözüm Süreci nerede bitti?

Ceylanpınar'da 2 polisin şehit edilmesi sonrasında bittiğini sanmıyorum. 2,5 yıllık bir sürede 90 yıllık bir meseleyi iki taraf da çözemedi. Bu bir gerçek. Çünkü karşılıklı ayak sürümeler. Sözünde durmamalar. Zaten sürecin ben kronolojisini incelediğim zaman Ocak 2013'te başlamıştı süreç. Eylül 2013'ten itibaren sorunlar başlıyor. Karşılıklı güvensizlikler. Sitemler başlıyor. Büyük bir güvensizlik var zaten Kürt meselesinde. Kürtler devlete güvenmiyor, devlet Kürtlere güvenmiyor, örgüte güvenmiyor ve karşılıklı büyük güvensizliğin olduğu bu ortamda siz oturup meseleyi çözmeye çalışıyorsunuz. Masaya oturmuşsunuz çok büyük bir güven sorunu var, siz güvensizliği halledeceğinize hesapçılık yaparak kendi elinizi güçlendirme çalışmaları yaparak bu güvensizliği besliyorsunuz. Dolmabahçe Mutabakatı'na doğru giderken bile sıkıntılar vardı aslında. Karşılıklı iki tarafta biraz vitrine oynamaya başladı. Daha çok devlet bunu yaptı. Dolmabahçe Mutabakatı yapıldıktan sonra Tayyip Erdoğan’ın haberinin olmaması mümkün değil. Böyle ciddi bir mutabakattan ardından “Böyle bir mutabakatı kim yaptı tanımıyorum?” sözleri hoş bir görüntü değil.

Masayı devirmek olarak algılanamaz mı ?

Tabii masayı devirmektir. Başka bir şey değil. Siz 28 Şubat'ta Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli mutabakatını yapıyorsunuz ama yine büyük bir huzursuzluk ortaya çıkıyor. Devlet ve PKK iki tarafta da büyük bir huzursuzluk ve isteksizlik var aslında. Sureten bir mutabakat yapılıyor ama iç pazarlık aleminde ipe un serme, yan çizme gibi yönelişler yoğun bir şekilde var.

İki tarafın da Çözüm Süreci iradesi koyduğunu söyleyemiyoruz o zaman?

Tabi. İki tarafında samimi bir gayreti yok ama bu noktada şunu da söylemek isterim. Devletin daha çok adım atıcı olması gerekiyor. Yani ben Kürt sorunun çözümünü PKK'dan bekleyemem ki devlet bu meseleyi çıkarmıştır, devlet çözer. Bu bir süreç meselesiydi. Yani uzun yıllık bir süreç. 90 yıllık bir meseleyi 2,5 yılda çözememişiz demek ki. Belki 5 yıl daha oturacağız demektir. Diğer ülkelerde de böyledir. Uzun yıllar boyunca müzakereler devam etmiştir, burada bir umutsuzluk çıkarmaya hiç gerek yok aslında. Çünkü savaşarak bulunacak bir çözüm yok. 

Çatışmalı süreci yaşadıktan sonra gerek Erdoğan’ın gerek Arınç’ın Çözüm Süreci boyunca şehirdeki faaliyetlerine göz yumduklarını ifade eden beyanları var. Örgüt şehirlere yığınak yaparken buna önlem almamak devlet zafiyeti değil midir? Sonradan buna ağlamanın bir mantığı var mı?

Tabii hiçbir mantığı yok. Bu noktada büyük ihmaller yapıldı. Daha sonrasında da işte “bizi aldattın” diyor. Yahu “aldatmışlar” diye bir şey var mı? Senin MİT'in yok mu? Takip etmiyor musun? Bu adam silahlanıyor mu, silahlanmıyor mu? Onu takip et gör, ona göre önlemini al. Sonuçta hem barış süreci yıkıldı, hem eskisinden kötü hal oluştu, şu an ne kadar kötü bir barış olsa da bu ortamdaki savaş halinden iyiydi. 2,5 yıllık süreci ne kadar aksamalar olsa da koruyarak savaşa döndürmeden devam ettirmeyi tercih edebilirlerdi. 

Cemaatle sorun yaşanıyor kandırıldık, örgütle sorun yaşanıyor aldatıldık, böyle bir mantık böyle bir zihniyet nasıl yorumluyorsunuz?

Çok basit bir açıklama tarzı. Sen devletsen devlet olarak önlemlerini alıp kendi mantığınla hareket etmek zorundasın, kendi zafiyetini, öngörüsüzlüğünü aldatılmak olarak açıklamamalısın. Sen kendi istihbaratınla olayın gidişatını görmeliydin. Aldatılmak terimi bir kere devlet açısından da üzücü bir tabir açıkçası. Bu kabul edilecek bir durum değil. Aslında onların  hazırlandığını görünce devlette hazırlanmaya başladı. “İşler bir yerde inceldiği yerden kopacak madem, kopsun bizde gerekeni yaparız” anlayışı devlete hâkim oldu. O zamana kadar ben devletin olayı seyrettiğini, gördüğünü düşünüyorum, hiçte aldatılmış değil, olayı takip etti ama bir şey yapmadı, görüntüde bitirenin kendisi olmasını istemedi, umudunu kesmişti süreçten gördüğüm kadarıyla.

 

"Medresetüzzehra çare olabilirdi"

 

Bu sorunların, problemlerin çözümünde Bediüzzaman'ın çözümlemelerinden nasıl faydalanılabilir?

Bediüzzaman Said Nursi memleketin en gerilimli zamanlarında, örneğin Ermeni meselesinin olduğu zamanlarda bile çok hakkaniyetli, adaletli, ve özgürlükçü bir yaklaşımla yaklaşmış konulara. Mesela Ermeni meselesi'nin çok şiddetle tartışıldığı, katliamların olduğu zamanlarda bile hak üzerinden olaya yaklaşmış. Makalelerinde olayı hakkaniyet çerçevesinden, penceresinden çözmekten başka çare olmadığını söylüyor, savaş ortamında bunları söylemek  çok zor. Şu an o zamanların 1915'lerin konularını konuşuyoruz şimdi bile gerginiz ama o olaylar yaşanırken Bediüzzaman'ın tavrının çok örnek olduğunu, çok özgürlükçü ve adil bir yaklaşım olduğunu görüyorum ve bu çok güzel. Medresetüzzehra projesinin o bölgede çok önemli olacağını düşünüyorum. Orda ilimlerin gelişmesi,bir büyük üniversitenin kurulmasının aslında bölgeye çok çok büyük bir faydası olacağı çok önemli nitelikli bir görüştü. İslam Dünyası niye geriydi. O  geriliği biz başka türlü aşamazdık. İlmen gerilemiştik ve ilmen ilerleyecektik ki teknolojimiz artsın. Tabi ki bir üniversitenin kurulması bölgedeki ırkçılığın yenilmesi, İnsanların birbirini anlaması, birbirini tanıması için çok önemliydi. Yine Bediüzzaman'ın barışı tercih etmesi çok önemli örneklerdi. Çatışmayı değil anlaşmayı konuşmayı, kavgayı değil sulhu  tercih etmesi o dönem yaşadığı olaylarda son derece önemli. Çünkü meselenin Kürdün Türk'ü yenmesiyle çözülemeyeceğini biliyordu benim gördüğüm. Meselenin çok boyutlu olduğunu,  ilmi açıdan üniversiteler kurarak bölge insanının kendisini geliştirmesiyle, zenginleştirmesiyle, karşılıklı anlayışları  tanımanın gelişmesiyle, İslam Dünyası'ndaki düşünce sorunlarının aşılmasıyla çözülebileceğini düşünüyordu. Çünkü yüzyılların getirdiği büyük düşünsel sorunlarımız vardı. Aklımızı geliştirmemişiz, tamamen sığ ve köhne bir ortam oluşmuş. Akıl etme, sorunlara yeni çözümler bulma gibi tercihler yerine adeta bir bataklıkta debelenir haldeydi İslam Alemi. Bu durumda yeniden bir diriliş, yeniden büyük bir ayağa kalkış ancak ilmi gelişmelerle olacaktı. Bediüzzaman'ın bu konudaki tavırları gerçekten keşke o zamanlar örnek alınsaydı.

Devr-i zamanında Van gibi bir yerde dini ilimlerle fen bilimlerinin bir arada okutulduğu Arapça,Kürtçe,Türkçe eğitimin verildiği 3 dilli bugün bile konuşamadığımız ana dilde eğitimlerin eğitim olarak verildiği bir medrese bir üniversite kurulabilseydi bugün bu hali yaşamayabilir miydik? 

Kesinlikle,  gaybı bilemeyiz ama, bölge için çok önemli gelişmelere neden olabilecek,çok hayırlı bir gelişme olurdu. Kürt meselesi bugün önümüzdeki acı haliyle olmayabilirdi. Gerçekten büyük bir acıdır, Bediüzzaman'ın o projesinin gerçekleşmemesi. Bölgede ilmi açıdan da zafiyetler vardı. Sadece o bölgede değil, Osmanlı’da  tüm İslam Alemi'nde aslında ilmi açıdan düşünsel açıdan çok önemli  gerilemeler vardı. Ve bunu taklit yoluyla aşamayacağımız belliydi. Batılılar bizi yüzyıllar öncesinden fersah fersah geçmişti düşünsel atılımlarla, hamlelerle ve biz onları ister istemez taklit etmeye başlamıştık. Bunu gidermenin yolu tekrar ilimde, irfanda, dini ve fenni bilimlerde yeniden bir temel oluşturmak ve bunun üstünde yükselmekti. Aramızdaki belaları, ırkçılıkları yenmenin yolu anlayışımızı ıslahtan geçiyor. Burada çatışma yerine, birbirini anlamayı ve tanımayı tercih eden bir tavır görüyorum Bediüzzaman Said Nursi’de.

 

“Bu acıların sebebi Türkleştirme politikası”

 

Problemlerin temelinde ne yatıyor?

En başta tabiî ki devletin yanlış gidişata girmemesi gerekiyordu. Devlet ırkçı bir anlayışla insanları dışlayan bir tarza büründü, insanları Türkleştirerek bu konuyu çözeceğini düşündü ve 'Ne mutlu Türk'üm diyene', 'Bir Türk cihana bedel' sloganları ayyuka çıktı. Devletin tercihi bu yönde oldu. Böyle olunca da işte Koçgiri İsyanı, Şeyh Said İsyanı ve ardından Dersim isyanları ardı ardına geldi. Bir anlayış probleminden binlerce kişinin kanı döküldü. Aslında hakkaniyetli, eşit vatandaşlığı hedefleyen bir proje peşinde koşulsaydı bu problemleri yaşamazdık. Günümüzde ki problemlerin temelinde maalesef o zamanlardaki yanlış adımlar yatıyor. O zaman insanları Türkleştirerek değil, eşit vatandaş olarak bir ortak paydayı hedefleyen bir anlayışla yola çıksaydık bugün bu acıları yaşamazdık. Çünkü düşünün bir sürü ayaklanma olmuş. Ağrı ayaklanması, Zilan deresindeki çatışmalar, Dersim problemi ve sonrasında Kürt problemi büyüdükçe büyümüş. 

E yakın zamanda Roboski var onu nasıl değerlendirmek lazım?

Roboski'de (Uludere) ayrı skandal. Orada hiç açıklanmadı onlarca kişi bombalandı  ve devlet bu hesabı kapattı kendi açısından. Hangi vicdana sığar bu? Sen kendi uçaklarınla bombalıyorsun ve dosyayı kendi elinle kapatıyorsun. Burada belli ki suçlular var al yargıla onları. Yok ama 90 yıl boyunca böyle yapmışsınız, sonradan diyorsun ki “yahu niye Kürt Problemi var deniliyor, Kürt Sorunu kaldı mı?” Zaten sen dev bir sorunu çözmeye çalışıyordun ve şimdi çıkmış “Kürt Sorunu yok” diyorsun. Kürt Sorunu'nun daha A’sındayız, Z sine falan gelmedik bitti falan değil. Dev bir problem vardı,  büyük kırgınlıklar, büyük kopuşlar var sen bunu A'dan Z' ye en insani bir şekilde çözmeyi tercih edeceğine, anlaşmayı bozmayı tercih etmişsin. 

Ana dilde eğitim talebine karşı, "iyi  Çerkezler de istesin,Lazlar da istesin o zaman ne olur halimiz", " işte milletvekili oluyorlar ya, partileri var ya", "o geçiş hükümetlerinde bakanları oldu, bakan bile yaptık ya" söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz. Bunların bir lütuf gibi sunulması mıdır bu?

Resmen budur.”Buranın sahibi benim, sana bir bahşiş veriyorum, ulufe veriyorum, bununla da yetin” Daha isteme” demektir. Ama işin başında hata burada,  milleti hakime anlayışı var. “Ben hakimim, sen benim yönettiğimsin sana istediğim kadar lütfederim” anlayışıyla yola çıkarsanız zaten varacağınız doğru bir yer olmaz. Sen hak etmediğini almışsın ki “veriyorum” diyorsun. Bizim bırakın devlette maalesef halkımıza da bu yansımış durumda.”Şunları şunları verdik onlarda nankör çıktı” diyor, eşit vatandaşlık konusunda bir problem var. Bu devletin kuruluşunda bile vatandaşlık eşitlik üzerine kurulmamış ki Türklük üzerine kurulmuş. 

Kürt-Türk-Laz meselesi yerine Anayasa meselesi var denilebilir mi?

Anayasanın maddesine bakıyorsun “Türk'ü tarif ediyor,vatandaşı değil. İlginç yani Türk'ü tarif ediyor. İşte şu, şu, şu esaslarla olan Türk'tür diyor. Yahu vatandaşı tarif et çünkü onun gözünde vatandaş Türk,onun dışındaki vatandaş olarak görmüyor.Böyle bir yere geliyor açıkçası sonrasında tabii bu iş patlar. Sadece Kürtler de rahatsız değil. Geçen Laz bir arkadaşla konuşuyorduk,”Laz derneği kuracaktık zamanında adına Laz Sima Derneği diyecektik” bize Dernekler Masası dedi ki “hayır arkadaş bir derneğin isminde ırk ismi olamaz, kabul etmeyiz Laz koyamazsın dediler” koymadık diyor.Çözüm Süreci sırasında değiştirdik “Laz” yaptık diyor ama önceki anlayış buydu.

Kürtler daha mağdur oldu sanki bu konuda..

Yani bu memlekette hiçbir etnik kimliği kabul etmeye çalışmamışsın, görmezden gelmişsin ve bu konunun en büyük mağdurları da Kürtler olmuş, bir problem var, ben Diyarbakır'a gittiğimde bunu da sordum insanlara “Kürtler hakikaten ayrılmak istiyor mu, Ne düşünüyor?” % 80-90 oranında “ayrılmak istemiyoruz ama  eşit vatandaş olarak kendi kimliğimizi koruyacak taahhütlerle yaşamak istiyoruz” diyor insanlar. “Hadi alıp gideyim buraları seni de düşman olarak göreyim” demiyor ki. Bu kadar çatışmadan sonra bile bunu söylüyorlar. Çözüm sürecinde de bu söylendi ve buna kimse itiraz etmedi ki, hatta destekledi. Demek ki şu anda ne kadar olaylar olsa bile yine bir kurtuluş çaremiz var. insanlar devletten bunu çözmesini bekliyor. En büyük Kürt kenti İstanbul mesela. Türkler açısından baktığında, İstanbul’un 3’te 1 Kürt. ,bu  kadar iç içe geçmiş bir toplum yapısı var. ben Irak’a da gittim, orada insanlar dinlerine, mezheplerine göre tamamen ayrılmışlar, Türkiye’de ise iç içe geçmiş bir yapı. Bunu koruyup geliştirmek, çoğulculuğu sağlamak, farklı kimlikler içinde beraberce yaşamayı arzulamak varken gidip de “ben seninle yapamayacağım demek” son derece mantıksız bir durum.

Kürt meselesi ve çözüm süreci insanlara tam olarak anlatıldı mı sizce?

Bu  önemli bir soru, şimdi Kürt meselesinde halka bu sorunun temeli anlatılmadı. İkisinin de ne olduğu tam bilinmiyor. Ben şahsen Urfalıyım ama çoğunlukla batıda yaşamışım kendimi hem doğulu hem batılı hissediyorum, 2 tarafın da ne istediğini anlıyorum. Empati yapabildiğimi düşünüyorum. Şimdi; Türklerin çoğu Kürt meselesinden habersiz. İnsanlar bu meseleyi PKK ile tanıdılar fakat PKK bir neden değil, devletin yaptıkları nedeniyle ortaya çıkmış bir büyük sonuçtur. Devlet Kürt meselesini çözmek istemedi ve olay siyasi tartışmalardan evrile evrile silahlı çatışmaya döndü. Halk da tam bilinçli değil, kimin  hakkı yenmiş, ne olmuş, anayasa hangi esaslar üzerine kurulmuş. Tüm bunlardan bîhaber bir halk var. Bu tabii Mustafa Kemal’in özel tercihi. O farklı etnik ve dini kimlikleri de kucaklayan bir anayasal yapıyla hareket edebilirdi, ama etmedi. 1921 anayasası ile hareket edilmedi, 1924 ile tepetaklak edildi anlayış. Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası 1921’di, fakat sen 1921’dekini değiştirip daha sonra eşit vatandaşlık yerine Türklük esası üzerine insanları kurgularsan ortaya bu sorun çıkar.