7 Haziran seçim sonuçları daha henüz belli olmaya başladığından itibaren AKP yetkili ve sözcülerinin hep bir ağızdan “erken seçim zorunlu” demeye koyulmalarının tam bu sırada yapılmış ve hepsince de derhal onaylanmış “akli” denilebilecek bir siyasal analiz veya öngörüye dayandığı kesinlikle söylenemez.
Bu tavrı tanımlamaya en uygun kelime reflekstir. Veya satranç diliyle söylersek “zorunlu hamle”dir. AKP gibi bir perspektifin, progmatik bir yaklaşımın temsilcisi olmaktan ziyade, toplumdaki ağırlığı ve özellikleri değişmez farz edilen bir kimliğin temsilcisi olan; hatta daha öteye gidip –ardarda üç genel seçimi kazanmış olmaya dayanarak– kendini o kimlikle özdeş sayan bir “parti”nin o kimliğe dahil kitle nezdinde ciddi bir oy kaybına uğradığını görmenin şoku karşısında verebileceği tek cevap bu olabilirdi. Çünkü, kimlik partilerine özgü “mantık”, böyle bir durum karşısında başka türlü işlemez; başka bir sonuç çıkaramaz.
Açıklamaya çalışalım: Kimlik partileri, insanları –fikirler ve değerler gibi– kendi özgür seçimlerine bağlı olmayan ırk gibi değişmez veya din ya da mezhep ve bunlarla örülmüş kültür gibi zor değiştirebilir özelliklerinden “yakalamayı” esas almış partilerdir. Bu esastan hareketle kurulmuş bir parti, belirli bir konjonktürün sağladığı imkânlardan yararlanarak, toplumun o kimlik özelliklerine sahip kesiminin –büyük– çoğunluğunu temsil eder konuma ulaşabilir. Ki AKP 2010 seçiminden itibaren bu konumu edindiğinin güvenine sahipti. Geçerken belirtelim ki bir diğer –Türklüğe dayalı– kimlik partisi olan MHP, yarım yüzyıllık çabasına rağmen bu noktaya erişememiştir.
Ancak kimlik partileri kimliğin tartışmasız temsilcisi konumuna eriştikten sonra, kendisini o kimlikle özdeş sayma sürecine girer. Ama bu aynı zamanda temsil edilen kitlenin de kendisini partiyle özdeş saydığı kabulü ile birliktedir. Yani sözkonusu kitlenin partiye sürekli, kopamazcasına “bağlandığı” farz edilir. Partinin yönetici kadrosu bu varsaymayı –değişmez– bir gerçeklik gibi görmeye, buna inanmaya şüphesiz eğilimlidirler. Çünkü bu durum, her şeyden önce kendilerine geniş bir hareket serbestisi sağlayacaktır. Artık kopmazcasına partiye “bağlanmış” kitle, yöneticilerinin her yaptığını kendi yapmışçasına sahiplenecek; her açıklamasını doğrulayacak; yetersiz açıklamaları “mutlaka bir hikmeti vardır” diyerek sineye çekecektir.
AKP örneğinde bu özdeşleşme–özdeşleştirme süreci yönetici kadronun ve elbette ki başta R.T. Erdoğan’ın görmeyi istediği biçimde işledi önceleri. Muhafazakâr çoğunluk onca delille ortaya saçılan yolsuzluk ve rüşvet skandallarına, adalet aygıtının yerle yeksan edilmesine rağmen oylarını yine vermeye devam etti. Kur’an ayetleriyle dalga geçen yöneticilerden, Erdoğan’a İslâm’ın küfür, en azından şirk addedeceği cümlelerle dalkavukluk yapan yetkililerden gocunmuş görünmeyerek en son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı % 52 oyla taltif etti.
Normal bir partiye mutlaka oy kaybettirecek bunca olgu ve kanıtın oy oranını düşürmediğini gören AKP yönetici kadrosu ve Erdoğan böylece muhafazakâr kimlik altındaki çoğunluğun artık büyük kısmıyla kendilerine tamamen bağlı hale gelmiş olduğuna kesinlikle hükmetmiş olmalıdırlar. Bu hükmün güveniyle Erdoğan kendi başkanlık projesi için “bana 400 milletvekili verin” talebiyle seçim meydanına attı kendisini. % 52 oyla erişebileceği milletvekili sayısının eksiğini hâlâ MHP’ye oy veren Türkçü muhafazakârlar ile HDP’ye oy veren Kürt muhafazakârlardan temin edeceğini umarak yürüttü kampanyasını.
Ayrıntısına girmeyelim. Ama sonuç umulanın tam tersi oldu. AKP’ye oy veren muhafazakârların bir kısmı MHP’ye yönelirken; yıllardır AKP’ye oy vermiş Kürt muhafazakârların önemli –büyük– bir bölümü de –AKP ve Erdoğan’ın HDP’nin “dinsiz”liği, Zerdüştçülüğüne dair onca propagandasına rağmen– HDP’ye yöneldi. (HDP’nin bu oyları kazanmasından –en azından orta vade açısından– çok daha önemli ve anlamlı olan Türkiye ve bölge çapında edindiği prestij ve etkileme gücünden konumuzla doğrudan ilgili olmadığı için bahsetmiyoruz.)
Eğer ortada AKP gibi kimlik partisi olmanın –geriye döndürülmez– kimliği kendisiyle özdeşleştirme aşamasını “geçmiş”’ bir parti değil de; diyelim “normal” bir merkez sağ parti olsaydı; uğradığı bu ciddi oy kaybı karşısında derhal yeniden seçime gitmeyi asla düşünmez; her şeyden önce kaybının nedenlerini, hatalarını anlamaya çalışır, bu sorununu hallettiğine kani oluncaya kadar, gerekirse hükümet etmekten bile uzak dururdu.
Bilindiği üzere AKP’nin tutumu ise tam tersine oldu. AKP yetkili ve sözcüleri, hataları olabileceğini şöyle bir söyleyip, sonucu sadece “seçmen bizi uyardı” formülü ile açıklamakla yetindiler. Kaldı ki; daha seçim sonuçlarının dumanı üzerindeyken o “uyaran seçmenler”in de “dozajı kaçırmış” olduklarını görüp “pişman oldukları”nı ilan ediverdiler. O sırada bu teşhis ve tesbitin herhangi bir araştırmaya, yapılmış bir anketin sonuçlarına dayanması sözkonusu olamayacağına göre dayanağı ne olabilirdi? Temsil ettiği kimliği kendisiyle özdeşleştirme, yani o kimliği ancak kendisiyle mündemiç bir şey olarak kavrama noktasına gelmiş; böyle bir girdaba sürüklenmiş bir partinin yapabileceği yegâne “açıklama” biçimi olmanın dışında?
Bu girdaba sürüklenmenin dip noktası, oy kayıplarını, seçmenin giderek kendinden uzaklaşmasını ihanet olarak nitelemeye başlamaktır. Ki 7 Haziran’ın hemen ertesinde kimi AKP sözcüleri AKP’den uzaklaşmış seçmenler hakkında bunu ima eden laflar da etti.
AKP, o sürüklendiği girdabın içinde asla fark etmiyor ve fark edemeyecek de olsa; bilinmelidir ki; onun için “dönülmez akşamın ufku”na dalma süreci başlamış, epey de mesafe almıştır. Gerçekliği sadece kendisinden ve kendisini yansıtan, doğrulayan görüngülerden ibaret sanmanın, bu fasit dairenin dışına çıkma yeteneğini büsbütün yitirmiş bu parti yönetici kadrosunun ve özellikle de liderleri Erdoğan’ın yaklaşım, tutum ve davranışlarında bildik akıl, mantık ve siyaset “doğru”larının izinin bile kalmayacağı bir döneme girilmiştir. Nitekim tam da bunun bir işareti olarak Erdoğan, daha iki gün önce; sanki 7 Haziran’da “seçmen”, onun mevcut yasa ve teamülleri çiğneyerek resen yürürlüğe koyduğu “fiili başkanlık rejimi”ni açıkça reddetmemiş gibi; ortada tamı tamına böyle bir sonuç, bir gerçeklik yokmuş gibi kendince var farz ettiği fiili durumun –ki kendisi “gerçeklik” diyor buna!– “hukuki”leştirilmesinin zorunluluğundan bahsetti. Kendisinden başka “gerçek” tanımıyor, algılayamıyor hale gelmesinin dip noktası böyle oluyor demek ki.
AKP ve Erdoğan’ın görmeyi ya reddettiği, ya da içine sürüklendiği girdap nedeniyle zaten göremeyeceği asıl gerçek şu ki; Türkiye toplumunun zihnini yaklaşık yarım asırdır kuşatan ve sıkıştıran “kimlik” cendereleri çatlamakta, kimlik hapishanelerinin kilitleri kırılmakta, parmaklıkları sökülmektedir. Kürt kimliğine sıkışarak veya sıkıştırılarak uzun yıllar “baraj”ların altına mahkûm edilen HDP’nin tam da kendini tüm kimliklere açık, yani kimlikler üstü bir siyaset ufkuyla tanımladığında; kimliğe sadakat konusunda katılığıyla tanınan –bu özellikleriyle HDP’ye karşı duragelen– Kürt muhafazakârlarının yoğun desteğini yanında bulması, her şeyden önce bunun gayet anlamlı ve önemli bir işaretidir. AKP’nin toplam oylarının % 20’ye yakınını yitirmesi de “kimliklerin azması” çağının kapanmaya yüz tuttuğunun bir diğer görüntüsünü sunmaktadır bize.
Yeni “kimlikler ötesi”, fikirlerin, değerlerin, edinimin, akli ve ahlâki donanımın asli unsur olacağı bir çağın eşiğindeyiz.
Dolayısıyla, AKP’nin aslında zavallıca bir refleksle kendini koşulladığı “erken seçim”den umduğu sonucu alması neredeyse imkânsız olacağı gibi; ona oy veregelmiş seçmenlerin bir kısmının daha AKP’nin “el koyduğu” muhafazakâr kimlik cenderesinden sıyrılması çok daha güçlü bir ihtimaldir. Kendi girdabında boğulma, parçalanma döngüsüne kapılmış Erdoğan güdümündeki AKP’nin seçimden umduğu sonucu almayı ülkeyi bir ateş ve kan çemberi içine atmaktan bekliyor olması şüphesiz durumu vahimleştiriyor. Umudumuz bu gözü dönmüşlükle sahneye konulan senaryonun farkına varılmasıdır. Kimlik politikalarından başkasına aklı ve vicdanı yetmeyenlerden böyle bir beklentimiz olamaz ama aklın ve vicdanın sesini yükselterek, tutumunu pekiştirerek, Türkiye –ve bölge– toplumunun ödeyebileceği kan bedelini azaltmak , nefret tohumlarını ezmek de boynumuzun borcu olmalıdır.
*Bu yazı Birikim dergisinde yayımlanmıştır.