İki hafta önce T24’te Hasan Cemal, Diyarbakır’dan yazan Nurcan Baysal’ın mektubunu yayınlamıştı. Nurcan Baysal, üç aydır şehirde ve çevrede yaşananların dehşetini ve gelinen noktanın vahametini bir Kürt deyişi ile özetliyordu: “Söz soğudu”.
Orta Anadolu’da “sözü çürütmek” derler, onunla aynı anlamda bir deyiş bu; ve içine düşürüldüğümüz durumun en ürpertici ve karanlık boyutlarından birini, “sözün bittiği, bitirildiği” hali ifade ediyor.
Burada kastedilen sadece, silahların “konuştuğu,” mermi, bomba ve obüslerin gürültüsünden başka hiçbir şeyin duyulmaz olduğu ve bütün bunların üzerine yaşlı, kadın ve bebekler dahil, daha şimdiden sayısı bini aşmış ölünün ağırlığının çöktüğü bir ortamın ürperticiliği değil. Çünkü durum bu olsa idi, sözün ifade etmesi gerekenin yoğunluğu ve derinliği karşısında yetersiz kalışından dolayı bir konuşamama hali söz konusu olurdu. Oysa, burada kastedilen bizatihi sözün anlam ve işlevini yitirmesi, değersizleşmesi ve üstelik kirlenmesidir.
Dolayısıyla; yüzeysel bakıldığında, 1990’lı yılların o mahut “düşük yoğunluklu savaş” dönemine yeniden dönmüşüz gibi görülüyor ise de; hem artık savaş hiç de “düşük yoğunluklu” değil ve ayrıca yoğunluk ve derinliğin giderek artacağını gösteren işaretler fazlalaşıyor; hem de “sözün soğuması, kirlenmesi, çürümesi” gibi o dönemde pek varlığını hissetmediğimiz –esasen şiddetin tırmanışından daha vahim– bir olgu devrededir şimdi.
Çünkü, 1990’larda PKK isyanının temelinde yatan neden ve gerekçelerin meşruiyetinden bahsetmek kesinlikle yasaktı. Bu anlamda ‘söz’e yer yoktu. O sözü legal siyasetin araç ve imkânları ile işlevselleştirmek yolu da haliyle kapalı idi. Ama buna rağmen, en azından, bu sözü siyasal alana taşımakla gidişatın değiştirilebileceği, “Kürt sorunu”nun gerçeğinden habersiz çoğunluğun uygarca, onurlu bir çözümden yana tavır alabilecekleri umudu da –işlenmemiş bir potansiyel olarak– orada duruyor idi.
Şimdi ise, yaygınlık bakımından değilse bile gaddarlık dozajı bakımından “aşırı yoğunlukta bir savaş hali” içinde isek de; o dönemdeki gibi bir söz yasağı yok ortada. Siyasal bir çözümün şart olduğundan, özyönetimin tartışılabilir olduğundan bahsedebilir, hatta bir Kürt ulus-devletinin teşekkül koşulları üzerine konuşabilirsiniz. Ama bütün bunları zaten sizin gibi düşünenlerin çerçevesinde yapabilir, yani bir anlamda kendi kendinize konuşuyormuş gibi olursunuz. Çünkü çok büyük çoğunluğu ile AKP iktidarının Kürt nüfus yoğun illerde yürüttüğü harekâtı açık veya zımni olarak onaylayan ve destekleyen dışınızdaki çevrenin artık bu sözleri dinlemeye bile tahammülü yok. Özellikle iktidarın sözcüleri ve medya aygıtı, bu sözleri sadece ve sadece karşı saldırı malzemesi bulmaya odaklanmış olarak ele alıyor ve hatta çoğu durumda bulamasa bile “üretiyor”. Bu durum, sadece yürütülen savaşla veya genel olarak Kürt sorunu ile ilgili konularda değil, AKP iktidarının taraf olduğu istisnasız her konuda geçerli bir sözü kullanma tarzına işaret ediyor: Sözün çirkefleştirilmesi, çürümüşlük ve yalan içerikle doldurulması diyebiliriz buna. AKP cenahının aklına, vicdan ve ahlakına seslenmenin mümkün olamamasının da ötesinde; o cenahta bu hasletlerin kırıntılarının dahi kalmaması hali bu.
AKP’nin insani yetenek, duyarlılık ve erdemler bazında “vasati”nin, vasat altının iktidarını temsil ettiğini birkaç kez, yeri geldiğinde özellikle belirtmiştim. Son yıllardaki trend izlendiğinde AKP cenahının bu düzeyinde aşağılarına doğru –önlenemez biçimde– indiğini gözlemleyebiliyoruz. Akla vicdana ve ahlaka karşı duyarsızlaşma noktasına kadar iniş, AKP “sözü”nün bir kir maskesine indirgenmesiyle kendini göstermesinin yanı sıra; haliyle herhangi bir tutarlılık “endişe”sinden sıyrılması ile de tezahür ediyor. Yalan ve iftiranın bu cenahın en üst kademelerinde bile bu denli yaygın ve fütursuzca kullanılıyor oluşu, bunun artık “sıradanlaşmış” dışavurumlarından biri. O anda işine geldiği gibi veya içinden geldiği gibi konuşmak ve o sözünün daha dün söyledikleri ile çeliştiğine aldırmamak, özellikle Bay Recep Tayyip Erdoğan’ın “özgün tarzı” olarak çoktan “yerleşik”leşti bile.
Şüphesiz, bu noktada sorunun asıl düşündürücü –orta/uzun vadede –endişe verici kısmı, AKP cenahı kadrolarının bu “marifet”leri değil. Bu marifetlerin “alıcı”sı olan AKP iktidarının toplumsal destek halkalarının bu aldıklarını “hazmetmek”ten rahatsızlık duymamaları çok daha ağır bir sorun olarak görülmelidir. Bu kesimin sağır sultanın bile duyması gereken Kabataş yalanını, uydurma olduğu derhal anlaşılan ve bizzat Bay Erdoğan tarafından açıklanan “Sümeyye Erdoğan’a suikast” entrikasını, AKP medyasının her gün onlarcasını yayınlayıp 24 saat geçmeden kaba sahteliği ortaya çıkan çirkef yüklü uydurma haberlerini “yutup” AKP’ye desteğini eksiltmemesi, “ekonomik kaygılar, istikrarın bozulması endişesi” gibi, kılıflara sığdırılamayacak, sığdırılmaması gereken mızrak gibi bir sorunu koyuyor önümüze. Bu çirkef yüklü “zihni gıda”ları içinde tutmakla aklını, vicdanını ve ahlakını kirletmiş, zehirletmiş bir toplum, er geç bu kir ve zehri kusacak olsa da; insani toplumsal varoluşundaki yıllar boyu sürmüş tahribatı böylece onarmış olamayacak.
Karşı karşıya olduğumuz sorun, sırf tek tek sözcüklerin, kavramların ve değerlerin içeriklerini bozmak ve onları kendi süfli güç ve çıkar hesaplarının kirli, kanlı ve irinli sonuçlarının maskesi haline getirmekten ibaret değil. AKP’nin başlıca aktörü olduğu sözü çürütme “marifeti”nin en berbat yönü, birbirleriyle uyuşmaz içerikleri olan iki ayrı sözü, birbirinin içine sokarak bulamaçlaştırması ve bu gibi hallerde hep olduğu gibi olumsuz/düşük içeriğin diğerine de sirayet ederek, birlikte daha tiksindirici bir “şey” oluşturmalarıdır.
Sur’da, Cizre’de evler bombalanır, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar kör kurşunlarla öldürülür, cenazeler enkaz altında çürürken, bir Başbakan’ın “buraları Toledo gibi yapacağız” diyebilmesi, karşısında duyulan öfkeden ötürü diyecek söz bulamamak, bir örneği bunun. Bay Başbakan’ın iflah olmaz hayalperestliği içinde bu durum oksimoronunun farkında bile olamayacağı söylenebilir. Ama “usta”sının şu marifeti için çiğlik demek bile hafif kalır: Bay Erdoğan, yeni bir Suriyeli mülteci dalgasının beklendiği sırada, onların Türkiye’ye sığınması konusunda “alnımızda enayi yazmıyor” gibi kendi nezihlik derecesine tam oturan bir gerekçeyle karşı çıktı. Kiminle konuştuklarını bilen AB yetkililerinin, Irak’ın işgali sırasında Bay Erdoğan’la yaptıkları “at pazarlığı”nı not etmiş ABD yönetiminin bu itirazı “mühim olan para” diye anladığını biliyoruz. Bilmemiz ve hatırlamamız gereken aynı Erdoğan’ın aynı Suriyeli mülteciler konusunda “bağrımızı açmak”, “mazlumların koruyucusu olmak” “zor gününde komşusuyla evini, aşını paylaşmak” gibi ulvi düşünceler haykırmasının da bu “enayilik”ten bahseden cümlelerin az öncesinde oluşu. Bu iki cümle art arda ve haliyle iç içe geçtiğinde, insani bir trajedi karşısında para hesabı yapılmasından ötürü duyulan tiksinti duygusu da kat kat artmıyor mu?
Bay Erdoğan ve kadrosunun bu toplumu içine sürüklediği çürümüş sözün bataklığına çekilmemek... O bataklığı nasıl kurutacağımızı henüz bilmesek de kurtulmanın mutlak şartının bu olduğunu bilmeliyiz.