Türkiye’deki toplumsal ve siyasal gelişmeleri uzun yıllardır sayfalarına taşıyan Birikim dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Ömer Laçiner, PKK'nın silahlı eylemlerini devam ettirmesine ilişkin olarak, "Kandil’dekiler silahlı harekete devam ederek HDP’ye bir nevi şunu söylediler: 'Dizginlerin bizim elimizden gitmemesi için manevra sahanı bizim belirlememiz lazım.' Dolayısıyla öyle bir yol seçtiler ki, HDP bundan böyle barıştan, birlikten ve demokrasiden bahsettiğinde ona 'Bu PKK ile mi, onun her an kullanabileceği silah kozu ortada dururken mi' diye itiraz edilmesinin, söyleminin gölgelenmesinin bahanesini sağlamış oldular. HDP’yi bir tür sakatladılar" dedi.
Laçiner, Paris saldırılarıyla ilgili de, "Bundan sonra Batı ülkelerinin Suriye'de IŞİD'e karşı büyük bir savaş başlatacağını" belirtti. "TC. devleti de o seferin başlıca üslerinden biri olma mecburiyetinde kalacaktır" diyen Laçiner, "IŞİD’in bu ülke de hiç de azımsanamayacak bir destek ve sempati halkasına sahip olduğu da bilindiğine göre bu örgütün Türkiye’de zaten var olan Paris’tekine benzer eylemler yapma tehlikesi ve tehdidi daha da artacak, hatta kaçınılmaz demektir" ifadesini kullandı.
Cumhuriyet'ten Selin Ongun'un sorularını yanıtlayan (16 Kasım 2015) Ömer Laçiner'in açıklamaları özetle şöyle:
-Bu kez Silvan, şehir savaşının merkeziydi. PKK’nin şehirlerdeki cephe açma stratejisine dair çok soru var gündemde. Sizin ‘dikkat’ dediğiniz kısım ne taraftan?
Bilindiği gibi 7 Haziran seçimi kampanyasında HDP güçlü ve inandırıcı bir söylemle barışın, halkların bir arada ve eşit olarak yaşamasının mümkün olabileceğinin propagandasını yaptı, çok da etkili oldu. Ve aldığı oyun kat kat üzerinde bir sempati halkası oluştu HDP’nin etrafında. AKP, hem bu partinin kendisinden oy transfer etmesi hem de geniş toplum kesimleri nezdinde topladığı sempati nedeniyle 7 Haziran sonrası stratejisini HDP’yi durdurmak, geriletmek üzerine kurdu.
İşin kritik noktası, AKP’nin HDP’ye karşı yürürlüğe koyduğu bu saldırı ve yıpratma stratejisi karşısında PKK’nin nasıl bir tavır alacağı idi. Gözden kaçıyor, henüz Suruç katliamı olmamışken, KCK baraj ve kalekol yapımlarını bahane ederek çatışmasızlığa son verdiğini açıklamıştı zaten. Böylece PKK yönetimi, bu kararın AKP tarafından nasıl kullanılacağını bile bile hükümetin 1 Kasım seçimlerine bir savaş ortamı içinde gitme hazırlıklarına “ben de varım” demiş oldu. Benim sorum şu: HDP, Kürt olmayan kesimlerde de gayet anlamlı bir destek edinmişken PKK’nin silahlı mücadeleyi başlatmasının mantığı ne olabilirdi?
-Nasıl bir yanıt buldunuz buna?
Özetle ifade edersem; PKK, 7 Haziran’daki HDP’nin oyları üzerinden bir okuma yaptı. Kandil’deki yönetim burada HDP’nin güç kazanan bir muhalefet partisi olmasını, ülke çapında sempati yaratmasını, özetle ‘Türkiyeleşmesini’ değil, HDP’nin Kürtlerin yaşadığı bölgelerde yüzde 80 civarında bir destek edinmiş olması olgusunu önemsedi, esas aldı.
Silahlı mücadeleye geçiş kararı da bu gücü konsolide etme, pekiştirme teşebbüsü idi. Suruç’ta AKP ve hükümet büyük bir şaibe altında kalmışken, güvenlik açığından bölgedeki IŞİD varlığına ve eylemlerine dolaylı desteğe kadar, hükümete yönelik onlarca soru gündemdeyken, PKK’nin adeta bu soruları geri plana itercesine Ceylanpınar’da ve ardından Diyarbakır’da terör eylemlerine girişmesi başka türlü açıklanamaz. PKK’nin bu eylemlerinin HDP’ye olumlu bir yansıması olmayacağı apaçıktı. PKK’yi yöneten insanların, Kandil’in bu noktayı görmemesi mümkün değildi. HDP’nin uğrayacağı zarar göze alındı, önemsenmedi.
-Buradan ne hedefliyorlar?
Siyaset ve savaşın iç içe geçtiği böylesi ortamlarda hiçbir güç açık açık, biz şunu hedefliyoruz, demez. Ancak PKK’nin 7 Haziran sonrasındaki tercihlerinin temelinde HDP’nin sunduğu barışçıl, kapsayıcı perspektif ve projenin Kürtler, Türkiye ve bölge nezdinde güç kazanma ihtimalinden duyulan bir tür rahatsızlık var.Çünkü HDP’nin sunduğu siyaset ve çözüm perspektifinin belirleyici olduğu bir zeminde bir müddet sonra PKK bile lüzumsuzlaşabilir.
HDP’nin içinden yükselebilecek “Artık silahlı mücadele devri kapanmalıdır” gibi sözlerin PKK’de “Bunlar bize şerefli bir emeklilik öneriyor” diye algılanması normaldir. Buna karşılık hedefine bir Kürt ulus devleti koyan perspektifte, PKK’nin ve silahlı mücadelenin belirleyici konumda kalması, Ortadoğu’nun mevcut durumunda bir zorunluluk olarak kolayca empoze edilebilir.
-Buradaki sorulardan biri şu fasıldan: Şehrin içinde hendekler, barikatlar, özel patlayıcı sistemler... Bu stratejiden ne umuluyor?
Bir kere, bir mahallenin ortasına hendek kazıp çeşitli patlayıcı düzeneklerle, “buraya devlet otoritesini, polisi, jandarmayı sokmam” demek söylendiği gibi özyönetim kapsamına değil bağımsızlık ilanı kapsamına girer. Bir devletin bunun karşılığında “pes ediyorum, geri çekiliyorum” demesi de mümkün değildir. Her devlet buna karşılık verir. Bu saldırıyı püskürtmek de mevcut durum ve koşullarda mümkün değil. Azami halk desteği bulunsa bile, ki olmadığı görülüyor, ağır bir zayiat bilançosu çıkar ortaya.
Eğer amacınız Kürt halkına “bu devlet yine gaddarlığını gösterdi” dedirtmek ise bunu başarmış olursunuz. Ama bu devlet gaddarlığı dolayımı ile Kürt halkının Türkiye toplumunun diğer bileşenleri ile birlikte yaşayabilme umudunu karartmayı da göze almış olursunuz. Barikatları kuran, hendekleri kazan gençleri buna ikna etmek için geçmişten gerekçe bulmak zaten hiç zor değil. Devletin yakıp yıktığı mezarlıklar, şehir ve kasabaların halkına ‘ayrım gözetmeden’ uyguladığı ağır ve kontrolsüz şiddet de cabası.
-HDP, bu noktada “Ordu ve polis Silvan’da ortak operasyon yapıyor” kısmının altını haklı olarak çizerken neden sivillerin yaşam alanlarına açılan o hendekli cephelerin varlığını da aynı oranda öne çıkarmıyor?
Bu tıpkı şunun gibi: Abdurrahim Boynukalın Hürriyet’i bastığı vakit kimi AKP’lilerin alçak sesle “Yahu böyle iş olmaz, bu kabul edilemez” dediğine tanık olabilirsiniz. Ama bunu açıktan söyleyemezler. Bu mesele de onun gibi. En başta söyledim. HDP’nin yüzde 13 oy aldığı ve Türkiye’de büyük prestij kazandığı durumda genel manzaraya birlikte aynı çatı altında eşit ve ortak yaşam imkânını besleyen yönlerinden bakıyor olsanız, 7 Haziran sonrası silahlı harekete başlamazsınız.
Kandil’dekiler silahlı harekete devam ederek HDP’ye bir nevi şunu söylediler: “Dizginlerin bizim elimizden gitmemesi için manevra sahanı bizim belirlememiz lazım.” Dolayısıyla öyle bir yol seçtiler ki, HDP bundan böyle barıştan, birlikten ve demokrasiden bahsettiğinde ona “bu PKK ile mi, onun her an kullanabileceği silah kozu ortada dururken mi” diye itiraz edilmesinin, söyleminin gölgelenmesinin bahanesini sağlamış oldular. HDP’yi bir tür sakatladılar.
-Öcalan meleseye PKK tarafından mı, yoksa “PKK, HDP’ye eksi yazdı” kısmından mı bakar?
7 Haziran öncesinde değil ama şimdi bir karar verme noktasına gelindi. Öcalan şimdiye kadar alternatif yolların ikisini de gözeten bir tutum izledi. Konuşma imkânı bulursa yine aynı tutumu sürdüreceğini, hem HDP’yi hem Kandil’i eleştireceğini tahmin ediyorum. Ama bence meselenin esasını unutmamak gerek: PKK, “HDP’nin Türkiyeleşmesi çok önemli, bu elimizi kuvvetlendirir” diyen bir yol tuttursaydı, hele hele Suruç’tan sonra AKP’ye “ben senin savaşında yokum” deseydi, ne olacaktı? Kürtlerle birlikte tüm toplumun gözleri HDP’ye çevrilecekti. HDP büyük bir manevra kabiliyetiyle inisiyatif sahibi olacaktı.
PKK’ye artık rahatlıkla, “Sizin filanca yerdeki gerillalarınız şunu yapmış, bunlar olmamalı vs.” bile diyebilecekti. Ama Kandil’dekiler özetle “yok öyle” dediler. Bunu uygulamaya koyarken de silahlı eylemlerin hoş karşılanacağı öfkeli gençliğe hitap ettiler. Şu anda barikatlarda çarpışanlar da onlar. PKK’nin bile zaptedemediği söylenen, çatışma yıllarının kahredici havasında şekillenmiş, insani yeteneklerini geliştirme fırsatı bulamamış, bu imkânlar kendisinden esirgenmiş bir gençlik bu. Bu gençlik diğer halklarla barış içinde yaşamak gibi söylemlere duyarlı olacak deneyimlerden mahrum kaldı. Onlar için Türk devleti ile savaşıyor olmanın meşruiyeti tartışılmaz. Şu anda PKK’nin hendek stratejilerinin taraftar bulduğu kesimde bu gençler ön planda. Buna kaygıyla bakan Kürt kesimleri ve HDP de bu gençleri karşılarına alamıyorlar.
-Neden alamıyorlar?
Çünkü bırakın uzak geçmişi yakın dönemde AKP iktidarı dolayımında yaşadıkları ağır zulümler, 6 Haziran Diyarbakır komplosu, batıda Kürt kişi ve işyerlerine yapılan saldırı ve linç girişimleri karşısında öne sürebilecekleri olgusal kanıtlar maalesef fazla değil. Ayrıca PKK’nin onyıllardır sürdürdüğü mücadeleye çok şey borçlu olduklarını düşünüyorlar. Ona açtıkları kredi tükenmiş değil. Bölgenin tarihini, insanlarının çektiklerini bilenler bunun anlaşılabilir olduğunu teslim ederler.
-Birikim’deki yazınızdan alıntılıyoruz: “AKP kadroları ve çekirdek seçmeni ile Ankara katliamının hedefinde olanlar artık aynı milletin unsurları değil. Bir ‘milletimiz’ var mı artık?”
Ortak acılar ve sevinçler millet tarifinin ayrılmaz öğeleridir. Ankara Katliamı gibi bir olayda dahi, hayli büyük bir kesimde “oh oldu” demenin sınırlarında dolaşan sözler ediliyor, bunlara pek de itiraz edilmiyorsa “bir millet olduğumuz” sözü pek de geçerli değil demektir. Arkadaşlarını ve dostlarını kaybedenlerin konuşmalarını dahi “ağlayarak oy isteyen vampirler” diye sunabilen medya aygıtlarına ses edilmiyorsa, Cumhurun Başı katliam alanına ancak üç gün sonra, üstelik yabancı bir devlet başkanı ziyaret ettiği için, usulen gidebiliyor ise biz de sormak zorundayız: Sahiden bir millet miyiz biz? Böyle bir katliam dahi ortak yasımız olamıyor ise biz nasıl ve neden bir aradayız, bir olmak zorundayız
-Ankara katliamının daha önce ortak başsağlığında bulaşamadığımız diğer acılardan farkı neydi?
Madımak katliamında da “Aziz Nesin de ama neler dedi, hak etmişlerdi” gibi katliamı haklı çıkarmaya yönelik benzer tutumlara şahit olmuştuk örneğin. Yani Ankara katliamı ortak kederde buluşmayı başaramadığımız tek hadise değildi. Fakat bu kez daha önce ortak acıda birleşememenin toplumda nasıl yaralar açtığını bilmemize rağmen aynı insafsız tavrı onaylayan hayli geniş bir kesimle yeniden karşılaşınca o yaraların kapanmasının pek de mümkün olmadığını sezdik.
-Bir toplum ortak acıda birleşemezse bunun sonu nereye gider?
İç savaşa kadar gider. Tehlikeli olan da bu.
-Paris’teki IŞİD katliamlarının ardından aklınızdan en çok ne geçti?
Birçok açıdan korkunç. Ama bir bakıma şaşırtıcı değil. Çünkü IŞİD, El Nusra, Boko Haram gibi ilk kez El Kaide’nin eyleme dönüştürdüğü zihniyet yapısı içinde hareket eden örgütler, daha önceki ‘terör örgütü’ denilenlerin istisnalar dışında aşmamaya çalıştıkları çizgileri bile geçersiz sayan tutumları ile aslında “terör ötesi” diye nitelenmesi gereken örgütler. Her şeyden önce, İslamınki de dahil, tüm uygarlık kıstaslarının tam karşısında yer alıyorlar. Bu yer alış o kıstaslar karşısında duyulan ağır bir yenilmişlik duygusundan, aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor.
O kaynak kirliliğinin beslediği negatif enerjinin vahşete, hudut tanımaz bir şiddete dönüşmesi de kaçınılmaz. IŞİD’e katılanlar bu dünyada kazanılacak kalıcı bir zafer veya gerçekleşecek bir siyasal hedef için orada değiller. Böyle bir beklenti kesinlikle söz konusu değil. Çünkü IŞİD El Kaide mantığında kâfir öldürmenin ve hele de bunu yaparken kafir tarafından öldürülmenin bizatihi kendisi zafer. Bu dünyada medeni nitelikler, beceriler edinerek kendine onur duyacağı bir varoluş kurmaktan umudunu kesmiş, cenneti hak edecek bir yaşamın uzun yoluna tahammülsüz insanları içine düştükleri ağır kompleksli ve zahmetli durumdan ‘kurtaracak’, kestirmeden cennetin en mutena katlarına gönderecek bir yol sunuluyor onlara. Ve maalesef içinde debelendiğimiz neo-liberal dünya düzenleri içinde bu davete kulak verecek özellikle genç insanlar az değil ve koşullar onları ‘üretecek’ yönde işliyor.
-Fransa Cumhurbaşkanı Hollande “Bu bir savaş ilanıdır” dedi. Suriye’de Batı’nın da kendi savaşını başlatacağı bir dönem mi var ufukta?
Öyle gözüküyor. Önümüzde Suriye ve Irak’taki IŞİD egemenliğindeki sahaya yönelik zaten sürdürülmekte olan harekâtın daha da şiddetlendirileceği ve asıl önemlisi şimdiye kadar mümkün olduğunca aşılmamasına çalışılmış, örneğin şehir ahalilerine saldırılmaması gibi, bazı çizgilerin de hükümsüz addedileceği ‘intikam operasyonları’ ile dolu bir süreç olacağı ihtimali kesin gibi görünüyor.
-Böylesi bir resimde Türkiye’yi neler bekliyor?
TC. devleti IŞİD’e ve benzer örgütlere karşı başlatılacak bu dünya ölçeğindeki seferin dışında kalamayacağı gibi, coğrafi konumu nedeniyle de o seferin başlıca üslerinden biri olma mecburiyetinde kalacaktır. IŞİD’in bu ülke de hiç de azımsanamayacak bir destek ve sempati halkasına sahip olduğu da bilindiğine göre bu örgütün Türkiye’de zaten var olan Paris’tekine benzer eylemler yapma tehlikesi ve tehdidi daha da artacak, hatta kaçınılmaz demektir. TC. devleti istihbarat ve güvenlik aygıtlarının şimdiye kadarki IŞİD ve benzerlerinin eylem ve örgütlenmesi bahsindeki performansı dikkate alındığında “bu süreci minimum zayiatla atlatırız demek” zor ama bunu ummak ve beklemek zorundayız.