Tiyatro ustası Gazanfer Özcan ölümüyle sevenlerini yasa boğdu. Dostları yaşadıkları anılarla onu yaşatıyorlar... Vatan Gazetesi’nde Selahattin Duman Gazanfer Özcan’ıla anılarından bazılarını kaleme aldı;Kimi insanlar vardır.. Yanında, yöresinde bulunmanın bir nimet olduğu.. Bunun farkına varırsın ya da varmazsın ancak sonuç değişmez.. Gazanfer Özcan öyle özel, özeller arasında da özel biriydi.. Onu tanımak da hayatımın en büyük şanslarından biri oldu.. Cehennem sıcağıyla yarışan bir Temmuz günü, bezginliğini belli etmeyen bir ağacın gölgesine sığınmış oturuyorduk.. Bir elinde ağzından düşürmediği sigarası, öbür elinde pille çalışan portatif minik bir vantilatör vardı.. Vantilatörün pervanelerini yüzüne doğru tutmuş, aletin gövdesinden beklenmeyen bir gayretle yarattığı rüzgârı soluğuna katıyordu.. O yıllarını sahnede, sinema setlerinde geçirmiş ustaların ustası bir oyuncu.. Ben arkadaş filmlerinin hevesli figüranı.. Değişen hayatın üzerine konuşuyorduk.. *** Sohbetimiz son elli yıla sığdırılan teknolojik değişikliğin, baş döndürücü gelişmeleri üzerineydi.. Bunun hayatları nasıl altüst ettiğini, değerleri nasıl ters çevirdiğini anlatıyorduk birbirimize.. Daha doğrusu o anlatıyordu.. Ben keyifle dinliyordum.. Kimi insanlar vardır “çok özel olduklarını” bilirsiniz.. Onların yakınında, kıyısında, bucağında durmanın bir ayrıcalık olduğunu hissedersiniz.. Bir gittiler mi yerlerinin asla dolmayacağı gerçeği içinizi yakar.. İşte orada o duygular içindeydim.. Gazanfer Özcan adlı özel insanın, güzel insanın konuşurken tükettiği soluğu paylaşıyordum.. Bunsuz yapamam Lafın ucu yaşayan Türkçe’ye geldi.. Başladık günün popüler yanlışlıkları üzerine konuşup gülmeye.. “Efendim..” dedi.. “Eskiden Figaro’nun Teehhülü, derdik.. Afişlere oyunun ismi böyle çıkardı.. Şimdi Figaro’nun düğünü oldu..” En kızdığı şey de Türkçe üzerine yapılan dangalakça yanlışlardı.. Keyiflendim.. Bir okul fıkrası anlatım.. Hoca’nın “Derunum ateş-i nar ile pünyan idiğünden..” diye lafa başladığı.. Öğrencisinin “Ey Hace-i bi-misal, vey üstad-ı zi - kemal..” diye karşılık verdiği, replikleri ağır Osmanlıca bir fıkra.. Çok şaşırdı.. Vantilatörünü kapattı.. Yüzüme dikkatle baktı.. Yüzündeki takdir ifadesini çözdüm, keyfim ikiye katlandı.. “Ben sizi hiç böyle tanımıyordum..” dedi bütün samimiyetiyle.. O andan itibaren de bana medyadan gelme olduğu için dikkat edilmesi gereken biri muamelesi yapmayı bıraktı.. Kendi sınıfından biri gibi davranma yüce gönüllülüğünü gösterdi.. Hatta bazı erkekçe sırlarını bile paylaştı.. Rolü icabı giydiği kostüm buram buram terletiyordu.. Sete çağırdıkları zaman bir kere fark edebildim.. Belinden küçük bir tabancayı çıkarıp, bir şeyin içine sakladı öyle gitti.. Döner dönmez de Vatson marka, hani şu (James Bond’un kullandığından) tabancasının yerinde olup olmadığına baktı.. “Gazanfer abi?” dedim.. Sorumu bitirtmedi.. “Bu devirde bunsuz yapamam..” dedi.. Sanatla barışık, hayatla barışık, işine, ailesine âşık bir adamın bugünün insanlığından bu derece vazgeçtiğini gördüm.. Üstelik bunu gizlemeye çalışıyordu.. *** Hastalığını geç duydum.. Amerikan Hastanesi’ne kaldırmışlar.. Günlerdir Mecidiyeköy - Tünel kulvarında yürüyüp duruyordum.. Nişantaşı yakınlarına geldiğimde hep aynı şeyi düşündüm.. Hastaneye gidip gitmemekte tereddüt geçiriyordum.. Kritik bir hastalıktı.. Hastanın ve hasta yakınlarının ayağının altında dolaşmaktan çekiniyordum.. Yine de kendimi tutamayıp bir keresinde hastanenin kapısına gittim.. “Tabucu oldu.. Evinde dinleniyor..” dediler.. Ne yalan söyleyeyim, atlattığını düşünmüştüm.. Veya böyle inanmak isteyip kendi kendimi rahatlatmıştım.. Ömre bedeldi.. Aklımda hep Gazanfer Usta’ya ve kızı Fulya’ya verdiğim söz vardı.. Bodrum’da yazın bir çilingir sofrasının başında buluşacak, sohbet edecektik.. Ah benim kuralsız, serseri, başıboş hayatım.. Her yaz o sözü aklımda gezdirdiğim halde bir kere bile tutamadım.. Ancak o söz ne zaman aklıma gelse Gazanfer Ağabey’in o tatlı yüzü ve şakaları kafamın içinde dolanıp durdu.. Komser Şekspir’in çekiminden bir iki ay sonraydı.. Sinan Çetin akıl etmiş.. Gazanfer Ağabey’i tiyatrosunda ziyaret edeceğiz.. Gizlice biletleri aldırmış.. Ekibin büyük bir kısmı katıldı.. Aniden gittik, oyunu seyrederek özlem giderdik.. Oyun bitti.. Ayakta alkışlayan seyircisini defalarca selamladıktan sonra elini kaldırdı.. “Lütfen biraz durun..” dedi nazikçe.. Herkes dikkat kesildi.. “Bugün iyi bir oyun çıkaramadığım için sizlerden özür diliyorum..” diye başladı açıklamasına.. Ardında da hayatım boyunca aldığım en büyük iltifatı patlattı.. Adımı vererek “Seyircilerin arasında görünce heyecanlandım, o yüzen iyi oynayamadım..” dedi.. Ağlayayım mı gidip sahnede boynuna sarılayım mı bilemedim.. “İyi oynayamadığı..” bahanesiydi.. Beni oracıkta ödüllendirmek, zarafetle övmek istemişti.. Bu muhteşem armağanı da sahne haliyle sunup, beni seyircisinin alkışına ortak etmişti.. Okur bilir.. Ödüldü, plaketti umurum değildir.. Birileri bir şey verir, gidip alma nezaketini bile göstermem.. Boş olduğuna inandığım için kabullenme yalanını içime sindiremediğimden.. Ama o gece.. Gazanfer Özcan’ın bana yaptığı o muhteşem iltifatı en değerli anılarımdan biri olarak taşıdım.. Yaşadığım müddetçe de gerçekten övüneceğim tek şey bu olacak.. *** O unutulmaz gece kuliste de devam etti.. Fulya’nın ısrarı ile utanarak yaptığı taklitten anladık ki sadece görmek için bakmıyor.. Hayatın fotoğrafını çekiyor.. Büyük yeteneği ile sunup anılarımızın kartlarına basıyor.. Eskiler ömür süremizi “Enfâs-ı ma’dûd-i hayat..” lafıyla tarif etmişler.. Yani “Sayılı nefeslere bağlı hayat..” O sayılı nefeslerin orada tükenmeye devam ettiğini aklımıza getirmeden güldük, güldük.. Bize yaşattığı güzelliklere karşı borcumuzu ödeyemeden uğurladık büyük bir ustayı.. Üstelik anamızı ağlatanlara borçlu çıkararak.. Affet bizi güzeller güzeli adam..