Pınar Dinç Doktora Öğrencisi, London School of Economics
Yaklaşık üç ay önce, Ermeni soykırımının 100. yılı kapsamında Agos gazetesine bir mülakat veren İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Bülent Bilmez, travmaların çözüm üretiminden yoksun şekilde, ve fakat detaylı olarak konuşularak adeta acılardan zevk alır bir duruş sergilendiği eleştirisinde bulunmuş, bunu ‘felaket pornografisi’ olarak tanımlamıştı. Açıklamasında Dersim soykırımı ile ilgili yapılan çalışmalara da değinen Bilmez tüm bu çalışmaların Dersimlilerin yaralarına merhem olmadığı, sadece o yaraların adeta bir pornografisi olduğunu söylemiş, eleştirisini bu yönde kurmuştu. Buradaki öneri konunun konuşulmaması değil, aksine, daha geniş kitlelere yaşanan acıları kaşıyarak değil, onararak anlatılmasıydı.
Onur Öymen’in 2009 yılı sonunda ‘Dersim’de analar ağlamadı mı’ gafını saymazsak, Dersim’in bir popüler kültür malzemesi haline gelmesine sebep olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 Aralık 2011’deki konuşması gösterilebilir. Erdoğan’ın 1937-38 Dersim soykırımını bir siyasi malzeme yapması konusunda bugüne kadar çokça yazıldı, çizildi[1]. Bu yazı, dolayısıyla, ayyuka çıkmış Erdoğan ve AKP zihniyeti ile ilgili değil. Bu yazının konusu, bir bakıma, benim. 2010 yılından beri siyaset bilimi bağlamında Dersim 1937-38 konusunu çalışmakta olan ben; ve Dersim’i araştıran, yazan, çizen, öykülere, romanlara, şiirlere döken, notalara döken, beyaz perdeye aktaran Dersim entelijansiyası. Ve tabii dernek yöneten, belediyede görev yapan, mecliste vekillik edenler; pek çoğuyla birebir tanışma ve konuşma şansı yakaladığım herkes.
Bu yıl 15.si düzenlenecek Munzur Kültür ve Doğa Festivali, Suruç’ta yaşanan katliam sonrasında iptal edilmişti. Katliamlar, malum, Dersim halkına uzak değil. Kerbela’dan Yavuz’un İran seferine, 1840’lardan 1937-38’e, ve 1994 köy boşaltmalarına kadar katliam sahneleriyle doludur Dersim’in hafızası. Festivalin iptalinin duyurulduğu basın toplantısında, tam da buna parmak basarak şu açıklamayı yapmıştı Dersim Belediye Eşbaşkanı Nurhayat Altun: ‘Bizler acıları en derin haliyle yaşayan ve zulme karşı direnen bir halkın evlatları olarak Suruç’ta yaşanan bu katliama sesiz kalmayacağımızı, şehit düşen ve yaralanan evlatlarımızın hayallerini sahipleneceğimizi bu açıklama ile dile getirmek istiyoruz’.
Ne var ki o günden sonra tansiyon hiç düşmedi, Suruç katliamı sanki bir fitili ateşledi. Devlet tarafından yürütülen operasyon ve yapılan gözaltılar, çıkarılan orman yangınları, gerçekleştirilen hava saldırılarının da; PKK ve IŞİD tarafından kaçırılan ve öldürülen asker ve polis haberlerinin de ardı arkası kesilmedi. Bu gelişmelerin ardından, Tunceli Valiliği 2 Ağustos’ta yaptığı açıklama ile 14 bölgeyi ‘özel güvenlik bölgesi’ ilan ederek 4-19 Ağustos tarihleri arasında yurttaşların buralara girişini yasakladı. Benzer kararlar Hakkari, Kars, Şırnak ve Ağrı gibi şehirlerde de alındı, arka arkaya ‘özel güvenlik bölgeleri’ ilan edildi.
Sonra? Sonrası aslında tanıdık bir hikaye. 4 Ağustos’ta Kocakoç Köyü Jandarma Komutanlığı’nın açtığı ateş sonucu orman yangını çıktı, ormanların büyük kısmı yandı[2] (Konu hakkında Av. Cihan Söylemez 05.08.2015 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu). Aynı gün, Hozat’ın Zankirek Köyü’ne giden askerler bölge halkına köyü boşaltmalarını, aksi takdirde oluşabilecek can kayıplarında sorumluluk kabul etmeyeceklerini söylediler. Orman yakmaları, köy boşaltmaları… 1994’ten 2015’e kadar geçen 21 koca sene, elimizde kalan yine orman yakmaları, yine köy boşaltmaları…
Yazımın bir haber makalesine benzediğinin farkındayım. Zira haber alamıyoruz, olan bitenler Dersim’le yakından ilişkili küçük bir ağ dışında duyulmadı, henüz ana akım medyada yer bulmadı. Şöyle bir haberle olan biten aktarılabilirdi örneğin: ‘4 Ağustos 2015 günü asker Zankirek Köyü Esenler Mezra’sına gittiğinde o gün saat 17.00’ye kadar bölgenin boşalması talimatını verdi. 5 Ağustos’ta, yani dün, onlarca Dersimli Hozat Hükümet Konağı önünde toplanarak olan biteni protesto etti, basın açıklaması yaptı. Aynı gün 19.30’da İstanbul Galatasaray Lisesi önünde DEDEF bir basın açıklaması ile Dersim’deki OHAL uygulamasını protesto etti. Hozat’taki protestoda yüzün üzerinde insan vardı, Rizeli Havva Bekar gibi acılarını, öfkesini, bıkkınlığını haykıran bir kadın vardı, ve Hozat Belediye Başkanı. İstanbul’daki protestoda daha da az insan vardı, maalesef açılan pankart kalabalıktan daha çok yer kapladı…’
1994 yılında Ovacık’ta köylerin yakılması ve boşaltılması yaklaşık 72 saatte tamamlandı. Tunceli’nin genelinde bu bir hafta sürdü. Asker, Esenler Mezra’sındaki halka ‘Burayı boşaltın yoksa karışmayız’ diyeli 72 saat oldu. Onca yıldan, onca acıdan sonra, devlet yine canını yakmak istiyor Dersim’in, insanının, doğasının, geleceğinin. Hal böyleyken şaşkınlığımın sebebi ana akım medyasının sessizliği değil tabii ki. Hayır. Onlardan ses soluk beklemeyi bırakalı çok oldu. Şaşkınlığımın sebebi Dersim’i kendilerinden dinlediğim, kendilerinden okuduğum, kendilerinden seyrettiğim, kendilerinden öğrendiğim insanlar; tanıdığım ve sevdiğim insanlar. Siyaset insanları, akademisyenler, araştırmacılar, sanatçılar… Sahi, neredeler? Neredeyiz? Neyi bekliyoruz? Ya geç bile kaldıysak?
Eğer geç kalırsak, kendimi de katarak söylüyorum, devlet zulmüne ortak oluruz. Ve 1994’ü, 1937-38’i anlattığımız gibi anlatamayız 2015’i. Hakkında şiir, roman yazamayız, beste yapamayız, film çekemeyiz, belgesel gösteremeyiz. Dernek kuramayız, yönetemeyiz; makale yazıp akademik araştırma yapamayız. Çünkü, dost acı söyler, eğer geç kalırsak hepimiz suç ortağıyız. Eğer geç kalırsak, acılardan zevk alanlarız. Ve hayır, biz bu olamayız. Olabilir miyiz?
[1] Tayyip Erdoğan’ın Dersim özrünün detaylı bir analizi için bakınız: Bilgin Ayata, Serra Hakyemez (2013) ‘The AKP’s engagement wıth Turkey’s past crimes: An analysis of PM Erdogan’s ‘Dersim Apology’ Dialect Anthropol, DOI 10.1007/s10624-013-9304-3.
[2] Son bir ay içinde yalnız Dersim’de değil, Mardin, Şırnak, Hatay gibi birçok şehirde orman yangınları çıktı. Bu yangınlar genelde askeri operasyon yapılan bölgelerdeki ormanlık alanlarda meydana gelmekte.