TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu dün (8 Kasım 2012) eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt dinledi. Komisyon içerisinde yer alan BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'de bugün Radikal gazetesinde görüşmeye dair notları aktardı.
Önder'in Radikal gazetsindeki yazısı şöyle:
İsmet İnönü işitme güçlüğü çekerdi. Muhalifleri bu durumu “sadece işine gelmeyen şeyleri duymuyor” diye yorumlarlardı. Bu ‘sağırlık’ durumunun topçu askerlerin meslek hastalığı olduğu söylenir. Yaşar Büyükanıt da salona girip yerini aldıktan sonra söylenenleri duymayıp, aynı gerekçeyi “malum meslek hastalığımız” diyerek dile getirince, Komisyon Başkanı Nimet Baş yerinden kaldırtıp yanımıza oturttu.
Görevde olan kudretli askerlerin seçilmişlere ve milletvekillerine karşı tavrı pek demokrasiye uygun değil. Geçen yıla kadar Meclis’te bizle karşılaşmamak için gelmiyorlardı mesela... Bu ambargo şimdilerde kırıldı kırılmasına ama yazışmalarda bu kibir halen sürüyor. Biz komisyon olarak resmi yazıyla, Genelkurmay’a sorular soruyoruz. Onlar verdikleri cevapta bizim adımızı ısrarla tam olarak yazmıyorlar. Peki neyi eksik yazıyorlar sizce? ‘Darbe’ sözcüğünü!
Biz Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu olarak soru soruyoruz.
Onların cevap yazılarındaki hitap tam olarak şöyle: “Meclis Araştırma Komisyonu Başkanlığı’na”
Yani hayvanlarda şap hastalığını araştırma komisyonu olsa yanlışlıkla onlara da gidebilir. Kısacası darbe yapmaya karşı ne kadar iştahlılarsa, adını geçirmek bahsinde tam tersine bir
iştahsızlık hali içindeler.
Yaşar Büyükanıt da 27 Nisan muhtırasının aslında bir muhtıra olmadığını anlatabilmek için kırk dereden su nakliyesi yaparak başladı konuşmaya.
Bütün arkadaşları tutuklanmış, bütün tersanelerine girilmiş bir ordunun eski komutanı olarak gayet ‘tırsmış’ bir vaziyetteydi.
‘Tırsmış’ değerlendirmesini biraz açmam gerekiyor. Bu kanaate varmamdaki ölçü, onun komutanken gayet pervasızca söyledikleriyle şimdi verdiği cevaplar arasındaki temkinlilik halidir. Açık söyleyeyim, ben paşanın zeki, çevik ve darbe konusunda haddini bilenini daha çok sevdim ama bu sevincim kısa sürdü. Sıra Kürt meselesine geldiğinde paşa her ‘terör ve PKK ’ kavramları geçince, dönüp dönüp bana bakıyordu. “Niye bu kavramlar her geçtiğinde dönüp bana bakıyorsunuz” diye sordum.
Doğrusu “ne yani Nimet Baş’a mı bakayım?” dese tam bir kurmay zekâsı olacaktı ama o mahcup bir şekilde eliyle yüzünün yarısını kapattı sevgili okur. “Bundan sonra size döndüğümde elimle yüzümü kapatayım” dedi. Bu pozu bir daha verirse fotoğraflayacağımı söyledim, tekrar aynı pozu verdi ve sayfada gördüğünüz fotoğraf tarihteki yerini böylece aldı.
CHP ’li vekillerin temel derdi, tahmin edeceğiniz gibi, tarihi ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ idi. Maazallah Büyükanıtda tutuklansa sürecin tümü meşru olacakmış gibi bir çürük zeminde kıvranıp duruyorlardı.
İktidar vekilleri de bu sulara hiç girmeyince oturumun seyri belli olmuştu. Niye girdi, nasıl girdi bilmiyorum ama Şemdin Sakık da dahil oldu mevzuya... Paşa kendisinin Şemdin Sakık tarafından nasıl andıçlandığını anlatmaya başladı.
Ben, “Ah keşke Akın Birdal, Cengiz Çandar ve M. Ali Birand da burada olaydı da bu halleri göreydi” diye hislenmiştim ki “ Sırrı Sakık bile onu sevmiyor” deyiverdi.
Devreye girerek ‘bile’ lafını geri almasını ve Sırrı Sakık’tan özür dilemesini istedim. Orduya bel bağlayan arkadaşlar üzülecekler belki ama ne yapalım ki sözünü geri aldı ve düzelterek özür diledi...
Meşhur Kandil seferi olarak başlayıp, Kandil bozgununa dönüşen harekâtı sordum. Ben “üç günde” geri döndünüz dedim. O “Yaklaşık bir hafta sürdüğünü” söyledi. Arayı bulduk, 4-5 günde anlaştık. Gerekçe olarak “çok soğuktu” dedi... Vallaha böyle dedi. Üstelik önündeki su şişesini kaldırarak “aha bu su bile donuyordu” diyerek de kavileştirdi. Ben “iyi ama ‘düşman’ da aynı koşullarda değil miydi?” diye sorduğumda “Onlar mağarada kalıyorlar” gerekçesini dile getirdi.
Halen Kandil’e sefer etmeyi düşünenler varsa diye söylüyorum, ben demedim paşa dedi... Bir ara “Kandil’e sefer olur ama zafer olmaz” diyenler haklı mı yani paşa? diye soracaktım, paşanın Ergenekon ’dan yırtıp KCK ’dan içeri düşmesine vesile olmak istemedim.
“İyi çocuktur, tanırım” meselesi için “Talabani, Barzani’ye saldırıyordu, o zaman Barzani bizim emrimize 3 bin peşmerge vermişti ve hep birlikte Talabani ile PKK’ya sefer eylemiştik benim yardımcılarımdan birisi de peşmergeydi, işte bu başçavuş Ali o zaman benim tercümanlığımı yapıyordu oradan tanırım” dedi. İktidar kanadından bir vekil o gün Başçavuş Ali’nin kendisiyle tam 5 kez telefonla görüşüp görüşmediğini sorunca hafif benzi attı ama “yok öyle bir şey” dedi.
Demokrasiye ve Avrupa Birliği ’ne olan inancını “AB’ye inanmayanı Allah çarpar, tam Atatürk ’ün muasır medeniyet projesine uygundur” deyince bunu Kenan Evren ’e söyleyip söylemediğini merak ettim. Evren AB standartlarını isteyenlere “orada 18 yaşını bitiren kızlar, oğlanlarla aynı evde kalıyorlar, ne yani onların dediğini yapalım da bizimkiler de mi öyle olsun” şeklinde ‘muasır’ bir yaklaşım içindeydi.
Mehmet Ağar siyasetçiyken “Düz ovada siyaset yapsınlar, anaların feryadını duymak lazım” dediğinde “Ağar cumartesi analarını duymuş herhalde” diye başlayan zehir zemberek demecini hatırlattım. Önce öyle bir demeci olmadığını söyledi, önüne kupürü koyunca okudu ve “evet ya, söylemişim” dedi...
TESEV raporu için ettiği hakaretleri söyledim, o KESK olarak anladı ve KESK’in ne kadar ‘münafık’ bir yapı olduğunu anlatıp durdu..
Tekme tokat içeri atılan vekillerimiz için “devletten emekli maaşı almaları kanıma dokunuyor” demişti. Şimdi yargılanan askerler hakkındaki hüküm kesinleşirse ki aynı maddelerden ceza tesis edilmiştir, silah arkadaşlarının emeklilik maaşı da kanına dokunur mu diye sordum “onlar için böyle diyemem” dedi.
Velhasıl paşanın demokrasi hakkındaki düşünceleri kulak memesi kıvamına gelmişti.
Bana da arkasından şu dizeyi mırıldanmak kaldı:
“Sunar bir cam-ı memlû, bin tehî peymâneden sonra Felek ehli-i dili dilşad eder ammâ neden sonra.”