Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Milli Türk Talebe Birliği’nde hocalığını da yapan, AKP’nin kurucu kadrosundan eski milletvekili Prof. Nevzat Yalçıntaş, Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’in de katıldığı (29 Ocak 2009) Davos'ta yaptığı "One Minute" çıkışının, Başbakan’ın danışmanları tarafından kurgulandığını savundu.
Yalçıntaş, AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasında yaşanan gerginliğe ilişkin ise, "Bu gerilimi yanlış ve suni buluyorum. AK Parti iktidar olduğunda Devlet kadroları için cemaatten isim istemiş, bu arkadaşlar da isimler vermiş ve verilen isimler istihdam edilmiş. Bu sırada devlet yönetiminde ve dairelerinde, Silivri’de darbe suçuyla yargılanan insanların, ulusalcı zihniyetin kalıntıları varmış. Yeni gelenlerden rahatsız olmuşlar" ifadelerini kullandı.
"17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda Başbakan Erdoğan'ın hükümet istifasını sunması gerekirdi" diyen Yalçıntaş, "Demokrasilerde bu çapta bir olay oldu mu, kabine istifasını verir ve yeni bir kabine kurulur. Erdoğan’ın seçip getirdiği adamlar, bunlar. “Bunu tespit edemedim. Böyle bir şaibenin gölgesi üstümüze düşsün istemem” diyerek, hükümetin istifasını Abdullah Bey’e verecekti" dedi.
Bugün gazetesinden Fatih Vural'a konuşan Nevzat aYalçıntaş'ın açıklamlarından satırbaşları şöyle:
- Fehmi Koru, iki yıl önce yayımlanan “Hatıralar”ınızın ardından, “Şu dönemde keşke siyasetin içinde olsaydı” demişti, sizin için. Ya şimdi?
Fehmi Koru’ya hak veriyorum. Ailem, demokrasinin başladığı 1946’da siyasetle iştigal etmeye başladı. Ankara’da tüccar olan babam, Demokrat Parti’nin kurucusuydu ve aktif biçimde çalıştı. Ancak ben 28 Şubat sürecine kadar siyasete girmedim, ilim yolunu seçtim. Şimdiyse memleketin önemli problemleri var. Bu meseleler küçülmüyor, büyüyor.
- Neler bu problemler?
En başta terörizmin, terörist hareketin tamamen mezara gömülmesi gerekiyor. Bu kadrolar tamamen tasfiye olmalı, Türkiye’yle alakaları kesilip başka bir memlekete yerleşmelidirler.
Çocukları kaçırıyorlar. Yolları kapatıyorlar. Kontrol yapıyorlar. Kendi içinde huzuru olmayan bir ülke ve bunun sorumlularına taviz üstüne taviz…
İkincisi, enerji açığı. Başta nükleer olmak üzere en verimli projelerle bunu kapatmamız lazım. Yüksek teknolojideki ve ilmi gelişmedeki açığımızı kapatmak da üçüncü önceliğimiz olmalı.
İlim adamlarını toplayarak, ilim yerleşkeleri kurmalıyız. Bizde TÜBİTAK hamlesi yapıldı ama orada kaldı. Türkiye’nin diğer çevrelerle entegre olma, bütünleşme çabaları ve Avrupa Birliği adımları da devam etmelidir.
‘Ulusalcılar, Cemaat’i devlette istemedi’
- AK Parti-Gülen Cemaati arasında yaşanan gerilimi de, Türkiye’nin problemleri arasında görüyor musunuz?
Bu gerilimi yanlış ve suni buluyorum. Biz köklü, dini ve sağlam temelleri olan bir ülkeyiz. Bazı tarikatlar ve cemaatler, kimseye zarar vermeden, tam tersine, sosyal meselelere el atarak, öğrenci yetiştirerek, yurtlar açarak, yayınlar yaparak ülkedeki sosyal problemlerin önüne geçiyorlar. Fakir çocukların okumasına katkı sağlayarak, sosyal uçurumların giderilmesinde büyük rol oynuyorlar. Gülen Cemaati de bunlardan bir tanesi.
Dindar gruplardaki dini eğilimlerin gelişmesini hazmedemeyen birtakım insanlar olabilir. Ama bu bir devlet politikası yapılamaz. Gerilimin sebebini şu ana kadar tam çıkarabilmiş değilim. Gülen Cemaati’nden tanıdığım insanlardan bunu açıklamalarını rica ettim, “Ne oldu da 17 Aralık’ta bu gerilim patladı?”
- Ne dediler size?
“AK Parti iktidar olduğunda, kadroları yoktu. Devlet kadroları için kendi sosyal ve kültürel anlayışından insanlar istediler.” Bu da her iktidarın hakkıdır. Dünyanın her ülkesinde iktidarlar, kendileriyle aynı istikamette icraat yapacak kadrolar isterler. AK Parti bunu istemiş. Bu arkadaşlar da isimler vermiş ve verilen isimler istihdam edilmiş.
Bu sırada da, devlet yönetiminde ve dairelerinde, Silivri’de darbe suçuyla yargılanan insanların, ulusalcı zihniyetin kalıntıları varmış. Yeni gelenlerden rahatsız olmuşlar. Bu da bir çatışma yaratıyor. O çatışma da siyasi iktidara farklı aksettiriliyor:
“Bunlar sizi sabote ediyor!” Anlaşılan o ki, iktidarla devlete yerleştirdiği kadro arasında bir çatışma çıkıyor ve sonunda onları uzaklaştırma fikri belirgin hale geliyor. Mali kaynakları kısırlaştırma da, bunlar arasında.
“Büyükelçiler, ‘Bu koleji kapatın’ diyemez”
- Talimatlar devam ediyor. Son olarak, Başbakan Erdoğan, Büyükelçiler Konferansı’nda, “Bu örgütü muhataplarınıza iyi anlatın” dedi.
Büyükelçilerin böyle bir şey yapması söz konusu olamaz. Daha önce, Ankara’da, Türk büyükelçilerinin toplantısında da söylenmiş, bu. Hemen ertesi gün İlter Türkmen beyanat verdi: “Hiçbir Türk büyükelçisi bunu yapamaz.” Bir Türk okulu, Türkçe eğitim veriyor, Türk bayrağını dalgalandırıyor ve o ülkedeki Türk büyükelçisi “Bu okulu kapatın” diyor! Bu, eşyanın tabiatına aykırı. O okul, bulunduğu ülkenin yasalarına uygun çalışır. Sen o ülkenin içişlerine karışamazsın. Bu okulları fonksiyonsuz hale getirmek fevkalade yanlıştır
- Ya devletleştirme projesi?
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyorlar! Bu okullar açılırken, Orta Asya’daydım. Kırgızistan’da, o zamanki büyükelçi, “Efendim, Ankara’dan bir yetkili gelecek. Burada Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı bir Türk Okulu açacak. Siz öğretim üyesi olduğunuz için sizin de gelmenizi istiyor” dedi. Ama sonunda yanlış bir uygulama olduğunu gördük.
- Neden yanlıştı?
Gülen Cemaati’ne bağlı Türk kolejleri açıldığı zaman, idealist gençler öğretmen olarak gittiler. Orta sınıf, esnaf cebinden para koyarak bizzat yaptırıyor bu okulları. Devletin bir kuruşunu almadan, yatırım yapıyorlar. Bu işler, idealizmle, ülküyle olur.
“O okulları kuranlara Cumhuriyet Madalyası verilmeli” derken, hayali konuşmuyorum. Bu okulları devlete verirsen, öğretmenlere belli bir ücret vereceksin. O maaşı almak için gidecek Milli Eğitim öğretmenleri arasındaki rekabet, bakanlık koridorlarına kadar sirayet eder. Bir kısmı da gittiklerinde, “Bu maaş yetmiyor” diyecek. Biz bunu anlattık.
- Netice?
1995, 96 gibi Türk kolejlerini görüp de heveslenen hükümet, Kırgızistan’da işi yürütemedi. Devlet ertesi yıl kapatma kararı alınca, talebeler ortada kalacaktı. Gülen Cemaati’nin okulları yetişti imdada. O okullar olmasaydı, devletin okulundaki talebeler ziyan olacaktı. Türk okullarını, bugün MEB bünyesine kattığınızda yine aynı hüsranı yaşayacaksınız.
- İktidara gelirken, toplumun her kesiminden destek alan, heterojen bir partinin giderek homojenleşmesini hangi dinamiklere bağlıyorsunuz?
Ana yanlışlık, Başbakan’ın çevresinden gelmektedir. Her insan hata yapabilir, öfkesine, hislerine, infiale kapılabilir. Mesai arkadaşlarının burada devreye girmesi gerekir. Parti her hafta salı günleri toplanıyor. Ben bu partinin mensubuyum. Mebus oldum. Kaç defa konuştuk, kapalı toplantılarda, “Bu doğru, bu yanlış” diye. Dostun vazifesi, tatlı dille ikazdır.
Size bir örnek vereyim... Suriye politikası başlangıçtan beri yanlıştır. Meslektaşım ve sevdiğim bir arkadaşım olan Ahmet Bey’e (Davutoğlu), herkesin içinde münasip bir dille de bunu ifade ettim, 13 Haziran 2012’de, Sabri Ülker’in evindeki duasında. Daha olaylar bu kadar yayılmamıştı.
- Ne dediniz Davutoğlu’na?
“Hocam son olaylarla ilgili ne düşünüyorsunuz” diye sordu. “Yanlış yapıyorsunuz. Harareti düşürün. Su bile 100 derecede kaynar. Kaynatmaya devam ederseniz, yarım saatte sudan eser kalmaz” dedim. “Nedir yanlış” dedi. “Üslup, karışma, muhaliflerin kim olduğunu bilmeme” dedim. Muhalifler, bana da gelip konuştular.
- Nasıl, nerede?
Conrad Otel’de, başdanışmanlığını yaptığım Uluslararası İşbirliği Platformu-Boğaziçi Bölgesel Ortaklık Zirvesi’nde bana gelip, “Suriye muhalefeti olarak bir konuşma yapmak istiyoruz” dediler. “Olmaz kardeşim. Bu bir ekonomi toplantısı. Siz bir siyasi mücadeleye girmişsiniz. Üstelik burada Ortadoğu’nun bütün ülkeleri temsil ediliyor. Siz konuşacaksınız, burası karışacak. Burası siyasi bir platform değil” dedim.
- Cevapları ne oldu?
“Ankara konuşmamızı istiyor” dediler. “Burası Ankara’ya tabi değil, müstakil bir kuruluş. Ekonomi konuşun ama siyasi nutuk attırmam” dedim. İşlerine gelmedi. Aynı ülkenin insanları birbirine silah çekerken bizim rolümüz, o ateşi söndürebilmektir. Böyle yapmadığımız gibi, siyasi hatalarla Ortadoğu’da temsil edilemez hale geldik. “Sıfır sorun” derken, ‘sırf sorun” oldu! Mısır’da ve Suriye’de büyükelçimiz yok. Musul’da konsolosumuz kaçırılıyor. Görülüyor ki Ortadoğu politikası iyi hesap edilmemiş. En masum tabiri budur.
- AK Parti kurulduğunda, partinin akil insanları, ağabeyleri arasındaydınız. Bugün partide, böyle bir yapıdan bahsedebilir miyiz?
Var tabii. Var ama suskunluğa itilmiş gözüküyorlar.
- Neden suskunluğa itildiler?
Onu kendilerine sormak gerek. Osmanlı’ya yön vermiş, dünyaya hâkim olacağını müjdelemiş Edebali’nin, Osman Gazi’ye nasihati var: “Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Gücenmek bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Kötü söz, som ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana…” Edebali’nin bu sözlerini, parti üyeleri önlerine koysunlar. O zaman Tayyip Bey’in yanındaki danışmanların uzaklaşıp, yerlerine daha dengeli insanların geleceğini ümit edebiliriz.
Davos’ta Türkiye’yi temsil eden lider, aynı masada oturduğu kişiye, yanlış olmayan ama ağır laflar söylüyor. Heyecanla, o platformu terk ederken, bunun müteakip tepkilerini düşünmek lazım.Benim şüphem o ki, bunu danışmanları kurguladı.
- ‘One minute’ çıkışı, danışmanların kurgusu muydu?
Benim intibaım odur. Bu gibi şeyler film sahnelerinde olur. Reel politikada elbette orada, ağırlığı olan sözler söylesin. Yapılmış cürmün saklanması beklenemez ama muhatabın cevabı beklenir. Sonra karşılığını verirsiniz, toplantı devam eder. Ama dramatik hale getirme, film setlerinde olur. Sonra neticelerini gördük. Danışmanlar ve bakanlar, Tayyip Bey’i yordular. Her şeyi ona götürüp, onun karar vermesini istediler. Bugünkü Tayyip Bey, dünkü Tayyip Bey değil!
- Dünden bugüne ne değişti?
Devlet kademesinde, bir problemin çözümü için Başbakan’ın kapısını çalarken alternatifleri de sunarsınız. Ama bunlar her şeyi taşıdılar. “O mesul olsun, o sorumlu olsun!” Senelerce bu devam etti. Kendim şahit oldum. Bir insanın kapasitesi vardır. Başbakanın rolü, koordinatörlüktür. Her şeye karar vermek değildir.
- 28 Şubat’ta devletin ezdiği dindarların hassasiyetle desteklediği bir partinin mensuplarının bugün, ‘Bakara makara’ esprileri yapması, Hz. Peygamber’i Mekke’yi fethettiğinde gurura kapılmakla itham etmesi size neler düşündürüyor
Yanlış. Efkan Ala’nın ihtisas sahası nedir bilmiyorum ama kendisinin İslam tarihini bilmediği anlaşılıyor. Hz. Peygamber’e, gurur, kibir atfetmek, İslam terbiyesine sığmaz. O bir tarafa, tarihi çarpıtıyor.
Resul, muzaffer bir şekilde Mekke’ye girdiği zaman hemen Kâbe’ye gitmiştir. Kimseye bir şey yapılmayacağını söylemişlerdir. Mekkeliler akıbetlerinin ne olacağını bilemediklerinden yine de korku içindedirler. Peygamberimiz, “Neden korkuyorsunuz? Size nasıl davranmamı bekliyorsunuz” deyince, “Sen ki, bağışlayıcı, cömert bir babanın evladısın. Senden iyilikten başka bir şey beklemeyiz” diyorlar. O da, “Dağılınız, evlerinize gidiniz” karşılığında bulunuyor. Kibir mi bu, cezalandırma mı bu?
- 17 Aralık’ın sizdeki karşılığını sorsam?
Olay başka, yapılan iş başka. Olay, Türkiye tarihindeki en önemli rüşvet iddiası. Bu insanlar kabinede. Orada yapılacak iş, adaletin işlemesidir.
- Nasıl işlemeliydi?
Demokrasilerde bu çapta bir olay oldu mu, kabine istifasını verir ve yeni bir kabine kurulur. Erdoğan’ın seçip getirdiği adamlar, bunlar. “Bunu tespit edemedim. Böyle bir şaibenin gölgesi üstümüze düşsün istemem” diyerek, hükümetin istifasını Abdullah Bey’e verecekti.
Daha sonra yepyeni bir kabine kuracak, Cumhurbaşkanının onayından sonra, güvenoyunu da alarak icraata başlayacaktı. Savcıların iddianamelerinde Başbakan’ın kendisine dair bir suç yok ki! O üç bakanı da adalete terk edersin, adalet üzerinde birtakım girişimlerde bulunmazsın.
- Bunları yapmak bir yana, söz konusu bakanları, seçim zaferinin gecesi balkona çıkardı.
Çok yanlıştı. Gerginlikle yapılan bir hataydı. Bugün yapılması gereken de gerginliğin ortadan kalkmasıdır. Ekmeleddin Bey, biner lira bağış göndermiş. Teşekkür et, al. Sen de ona 2 bin lira gönder!
Bir Mecelle kaidesidir: Şüpheyle hüküm verilmez! Roma hukukunda da öyledir. Delillendirilemeyen bir hüküm ortaya konulamaz. “Bu işi paralel yapı, Cemaat yaptı” diyemezsiniz. İnanılacak bir şey gibi gözükmüyor. Bakın, dinlenme de vahim bir olaydır. Büyük bir zaaftır. Her şeyden önce atın geminin sıkı tutulması lazımdı. Benim Çatalca’daki bu evimde, AK Parti’nin kuruluş çalışmaları yapılırken, konuştuklarımızı evin çalışanları duymasın diye, toplantı yaptığımız salondaki havuzun fıskiyesini açtım. Basit bir toplantıda bile ben bunu düşünürken; Dışişleri’nde yapılan bir toplantının dışarıya nasıl sızabildiğini anlayabilmiş değilim.