Oral Çalışlar: '63 akılsız'dan biri de benim

Oral Çalışlar:  '63 akılsız'dan biri de benim

Radikal gazetesi yazarı Oral Çalışlar, Âkil İnsanlar Heyeti’ni eleştiren MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “63 akılsız” sözlerine yönelik, “Erdoğan'a kayıtsız şartsız karşı olan, ‘Barış Erdoğan'la olmaz’, ‘Çözüm bu hükümetle olmaz’ diyenler bir yanda; Öcalan'ın adını duymaya tahammül edemeyen milliyetçi, ulusalcı kesimler diğer yanda... Çözüm çabalarına kızanlara soruyorum: Peki barış kimle olur? MHP ve CHP'yle mi? Bunun saçma olduğu ortada. Kürtlerin ve barış isteyenlerin önündeki seçenek belli. O zaman, sorun ne?” diye sordu.

Oral Çalışlar bu görüşlerini Radikal gazetesindeki köşesinde yazdı. Çalışlar’ın “‘ 63 akılsız’dan biri de benim” başlığıyla yayımlanan (25 Ekim 2014) yazısı şöyle:

 

"63 akılsız"dan biri de benim...

 

Devlet Bahçeli, Akil İnsanlar'a en açıktan karşı çıkan ve bunu hakaret düzeyinde yapan siyasetçi. "63 Akılsız" diyerek seviyeyi iyice aşağıya çekti. Bahçeli'nin üslubu sorunlu olsa da; durduğu yer itibariyle, anlaşılabilir bir duruş sergiliyor.

Bahçeli'ye veya zamanında benzer hakaretler etmiş olan Kılıçdaroğlu'na, gelinceye kadar, "demokrasi dostları" olarak bilinen bazı kesimlerin söyledikleri daha tuhaf.

Hedef alınanlar ise; yollara düşen, "barış ve çözüm süreci"ne sahip çıkan, toplumun değişik kesimlerine bunu anlatmaya çalışan insanlar.

Suçlayanların dedikleri özetle şu: "Ortada çözüm falan yok. Tayyip Erdoğan, Kürtleri kandırıyor ve biz buna destek olmaya devam edersek Kürtlerin kanına girmiş oluruz."

Bazıları, daha da ileri giderek, Tayyip Erdoğan'la çözüm müzakerelerine başlamış olan, başta Abdullah Öcalan olmak üzere Kürt siyasi hareketini, "Türk demokrasisine ihanet etmek"le suçluyor. İşi, Öcalan'ın "kullanılan adam" olduğu hakaretine kadar uzatanlar da var.

 

Kürtlere 'sattınız' suçlaması

 

Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak'la "çözüm süreci" döneminde yaptığımız görüşmelerde, "Kürt dostu Türk demokratları"nın onu nasıl sıkıştırıp, "sattınız" anlamına gelecek baskılara başvurduklarının tanığıyım. O "dostlardan" birisinin Demirtaş'a dönerek, "Sen Tayyip Erdoğan'ı yedirtmem diyorsun" dediğini hatırlıyorum.

 

Kürtler ne yapsın?

 

Kürtler, yüzyıldır ilk kez, kendilerine bir fırsat yarattılar: Bir hükümet, onları muhatap kabul ediyor, müzakerede bulunuyor. Liderlerine ilgi gösteriyor. Onlar da, 30 yıllık bir savaşın, 50 bine yakın ölümün, milyonlarca Kürt'ün yerinden yurdundan olduğu bir sürecin ardından; elde ettikleri barış ve çözüm imkanını kullanmak istiyorlar.

Ancak, eski dost çevrelerden gelen mahalle baskısının, ardı arkası kesilmiyor. Öcalan barış çağrısı yaptığında, kulaklar Kandil'e dikiliyor. Oradan "hayır, biz savaşacağız" çağrıları bekleniyor. Savaş nakaratı gelmediğinde, Kürt siyasi hareketini oportünistlikle suçluyorlar.

30 yıllık bir savaşın ardından, barışı kurmanın o kadar da kolay olmadığını; taraflar, elbette ki, en başından beri biliyorlar. Savaşa göre kurgulanmış bir devlet yapısının, bir örgüt yapısının; barışa göre yeniden formatlanmasının zorluğu, en başından beri ortada. Zaman zaman yaşanacak yol kazaları öngörülebiliyordu. Aynı şekilde, iki tarafın savaşçılarının ve milliyetçilerinin de; süreci bozmak için pusuya yatacaklarını tahmin etmek, zor değildi.

 

Çözüm için

 

Akil insanlar, çözüm sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Başbakan Davutoğlu'yla gerçekleştirilen Dolmabahçe buluşmasında da görüldüğü gibi; heyetin içinde, BDP'ye yakın olanlar da, hükümete yakın olanlar da, bu ikisinin dışında duruşu olanlar da var. Sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin varlığıysa, topluluğun arkasındaki kitlesel desteğe işaret ediyor.

Böyle bir görüşmeyi yürüten, Anadolu'ya gidip risk alan insanların hedef haline getirilmesinin nedenlerini düşünmek gerekir.

Akil insanların tamamı, barış ve çözüm istiyor. Değişik siyasi pozisyonlarına rağmen, birleştikleri nokta bu. Son olarak, 6-7 Ekim tarihlerinde çözüm sürecini yaralayan ve insanlarımızı endişeye sevk eden gelişmeler üzerine harekete geçtiler. Barışın, çözümsüzlüğün tarafını güçlendirmek isteyen rüzgara karşı durmaya karar verdiler.

 

Ey Kürtler!

 

Akil insanlar ne yapsalardı? "Ey Kürtler! Bu hükümete güvenilmez. Haydi silah başına!" mı deseydiler? "Başka çözüm olanakları var. Siz o yolu bırakın gelin şu çözüm yolunda birleşin" mi deseydiler?

Bir yola çıkılmış. İki yıla yakın bir süre, silahlar susmuş. İnsanlarımız ölmüyor, asker ve PKK'lı cenazeleri gelmiyor. Öcalan diyor ki, "Barışa ulaşmak açısından önemli mesafeler kaydettik. Çözüme çok yakınız."

Bunları duymayı hazmedemeyenler var. Erdoğan'a kayıtsız şartsız karşı olan, "Barış Erdoğan'la olmaz", "Çözüm bu hükümetle olmaz" diyenler bir yanda; Öcalan'ın adını duymaya tahammül edemeyen milliyetçi, ulusalcı kesimler diğer yanda...

Çözüm çabalarına kızanlara soruyorum: Peki barış kimle olur? MHP ve CHP'yle mi?

Bunun saçma olduğu ortada. Kürtlerin ve barış isteyenlerin önündeki seçenek belli. O zaman, sorun ne?

Savaş kimseye bir şey kazandırmaz. Acıdan başka...

 

Cumartesi Annelerinin 500. buluşması: Kaybedilmek İstenen İnsanlığımızdır…

 

Yeri kana, göğü feryada doymayan bu diyarda, 499 haftadır İstanbul’un en işlek yerinde Cumartesi Meydanı’nda oturuyorlar. Aslında oturmaya, bundan 1013 (bin on üç) hafta önce 27 Mayıs 1995’te başladılar. Devletin, gözaltında kaybetme politikasıyla yönetildiği günlerdi. Başlangıçta beş altı kayıp yakınıydılar. Umutsuzluklarını, yaşadıkları belirsizlikleri bir araya gelerek, paylaşarak mücadeleye dönüştürdüler. Çoğaldılar, zira çoktular. Talepleri çok netti:

1) Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın.

2) Kayıpların akıbeti açıklansın.

3) Kaybedenler yargılansın.

O zamanlar oturmak da pek kolay değildi. 15 Ağustos 98’de 170. haftada devletin sabrı taşmaya başladı. 30 hafta boyunca, dağıtma, polis şiddeti ve gözaltılarla boğuştular. Nezarethane’de oturmaya dönüşen cumartesiler travmanın artarak tekrarlanmasına sebep oluyordu. Sürdürülemez durum karşısında 13 Mart 99’da, 200. haftada ara vermek zorunda kaldılar.

Devletin bir zelil yöntemi teşhir edilmiş, gözaltında kaybetme yöntemi büyük ölçüde terkedilmek zorunda kalınmıştı. Bazı aileler kayıplarının akıbetini öğrenme “şans”ına eriştiyse de çoğu için bu gerçekleşmedi. Adaletin kalan kısmı ise hak getire...

Yani kendilerinden çok bize faydaları dokundu. Gözaltında kaybolmamızı engellemiş oldular.

Ergenekon yargılamaları ile birlikte, yargılamanın 12 Eylül dönemi ve 90’lara uzanma ihtimalinin belirdiği günlerde, yeniden oturmayı ve yarım kalan adalet talebini hatırlatmayı görev bildiler. 31 Ocak 2009’da tekrar oturdular.

Sorumluluk makamındakilerse, adalet yerine gözyaşlarını, ne demekse “acı paylaşımları”nı koymaya çalıştılar. Ardından adalet gelmeyince, acılarının suistimal edildiğini düşünmemiş olabilirler mi? Helalleşme adlı hileli terazilere, adı konmamış gizli aflara karınları tok. Talep ettiklerinin tek bir adı var, sıfatsız, sanatsız tek bir adı... ADALET...

Tekrarlayalım; istenen öncelikle kayıplarının akıbeti... Akıbet dediğimiz de çoğunlukla KEMİK... Ayıp... Sonra ise suçun cezasız kalmaması. Devlet Baba’nın kendi çocuklarını adalete teslim etme, çocuklarından geri kalanı da Cumartesi Anneleri’ne teslim etme zamanı çoktan geldi de geçiyor.

Suçsuz yere ceza çekenler, kimi zaman cezalarının suçunu ararlar. Sokağa çıkıp, kırdıklarında, döktüklerinde, keşke yapmasalar diye geçiriyorsunuz ya bazen içinizden; onlara yapma diyebilecek tek ses ADALET’in sesidir. Onlar 499 haftadır hiç yakıp yıkmadılar. Adalet, Cumartesi Meydanı’na konuşarak işe başlarsa, o ses her meydandan duyulur.

Hiç endişeniz olmasın.

Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları, 25 Ekim Cumartesi günü 500 haftadır oturuyor olacaklar. 500 haftadır kayıplarını arıyor, 500 haftadır adalet arıyor olacaklar. Aslında 500 haftadır bizi arıyor, bizi soruyorlar.

Elimizde bir dal kırmızı karanfille, saat 12:00’de yanlarında durabilelim hiç değilse. Seslerini çoğaltalım. Bu Cumartesi ve her Cumartesi...