Elif Türkölmez
(23 Mayıs 2012, Radikal)
Kılık mühimdi. Eşofman alt-üst takım olacak. Okulun kooperatifinde satılandan. Arkasında hem ilk yıkamada, hem de büyüdüğünüzde merak edip soran arkadaşlarınızın zihninde anında silinen türden bir okul ismi yazacak. İçine tişörtü, beyaz spor ayakkabısı, çorabı... Mühimdi. Performansla ilişkiliydi, başarıyla, hırsla… Biz; boş arsalarda maç yapmayı, küt saçlarımızı savurarak ‘veleybol’ oynamayı seviyorduk. Takla atmaya çalışırken minderden çıkıp tali bir yerlere yuvarlanmak gücümüze gidiyordu. Üstelik annemizin “Tamam evde var lacivert” diye kooperatiften almadığı ve ders günü çantamıza koyduğu eşofman lacivert değil, kabak gibi maviydi. Ve kabak, biz yani, kenardaydık. Beden eğitimi dersinden ve çağrıştırdığı her şeyden nefret ettik.
Son zamanlarda belediyenin evin karşısındaki parka koyduğu egzersiz aletlerinde spor yapanları izlerken buluyorum kendimi. Sabah uyanınca tülün arkasına geçip “Oradalar mı acaba?” diye bakıyorum. Biri, ikisi muhakkak orada; pedal çeviriyor, karın çalışıyor oluyor. Bakkala diye niyetlenmiş mesela, ama şimdi üzerinde pardösüsüyle, o bilek güçlendirici aleti çeviriyor. Camiden çıkan yaşlılar eve dönüşte hep beraber şöyle bir uğruyorlar. Birbirlerine “Yanlış yapıyorsun” manasına gelen eller kollar... Torunu parka indirmiş dede ve nineler sonra... Genç yok. Genç, çok çok az. Sadece bazen çocuklar, oyun oynamak için geliyorlar.
Koca koca insanlar… “Say” desem, piyasadaki tansiyon/şeker/kalp ilaçlarından ilk on bir çıkarırlar. Yoldan, yokuştan kaçarlar. Merdiven çıkmaya bile imtina edip, belediyenin işgüzarlığına kayıtsız kalamamanın motivasyonu ne?
Otobüslere binip başka mahallelerden de geçiyorum. Oralarda da aynı. Bir halk spor yapıyor. Eşofmanı olmadığı için derse alınmayan bir halk, pardösüsü, kadife pantolonu, kasketiyle… Spor yapıyor. Ağzında sigara, torun kumlarla oynarken, 15 dakikalığına…
Geçen akşam minibüsten inince parka doğru yürüdüm. İki kadın çift salınım aletinde sağa sola gidip gelirken aynı anda sohbet ediyor. Bir erkek az ilerde ne işe yaradığını bilmediğim bir alette. Banka eğreti ilişip izlemeye başladım. Sonra birkaç kişi daha geldi. Hangi alet boşsa ona geçti. “Ben karın çalışacaktım” yok. Yaşlı bir amcayla konuşuyorum. Her gün geliyormuş. ‘Her alette beşer dakikadan yarım saat’ kalıyormuş. Hayatında hiç spor yapmamış. Ayağını kaldırıp, “Şu ayağın ucuyla topa dahi dokunmadım” diyor. Hep çalışmış. Çocukken de. “Bu aletlere de vakit geçsin diye biniyorum” diyor. Bir kere belini incitmiş. “Daha ondan sonra şuna hiç oturmadım” diyor. Bel çalıştıran bir şey gösterdiği. “İyiden bir şey olsa koyarlar mı zaten buraya” diyor. Halkın bu aletlere ‘Beleş olduğu için’ ilgi gösterdiğini düşünüyor. Köyde bir arazi meselesi varmış. İsmini yazdırmıyor.
Salınım aletindeki iki kadınla konuşmak istiyorum. Konuyu beğenmiyorlar. Böyle bir konu olamazmış. Başlarını geri atıp direniyorlar. Boğazlı body giymiş olan, arkamdan söyleniyor: “Parkın neyini yazıyorsun, domatesi yaz, hıyarı yaz. Eskiden pazardan on poşetle dönerdik, kollarımız kopardı. Şimdi iki poşetle dönüyoruz.” İhsan Bey ‘uygulama’dan memnunmuş. Spor, gençleri sigaradan, alkol ve uyuşturucudan korurmuş. Aletlere bakıp ekliyor: “Yani yavaş yavaş koruyacak, halk böyle böyle bilinçlenecek.” E5 kenarında bir park daha var, oraya uğruyorum. Huriye Öztürk parka üç yıldır düzenli geliyormuş. Kilo verememiş ama bacaklarında ‘bir açılma’ olmuş. “Egzos gazı altında spor yapılır mı?” diyorum. “Benim evim de burada. Hiç anlamıyorum bile” diyor.
Halkın simidini eritmek devlete her vakit bi’ dert olmuş. Cumhuriyetin önemsediği şeylerden biri de diri vücut. Atatürk ’ün ölümünü takip eden günlerde, o zamanlar dünyanın en ünlü günlük spor gazetesi Fransız ‘L’Auto’, ‘ Atatürk ’ün spora verdiği önemi’ uzun anlatmış: “Dünyada ilk defa beden eğitimini mecburi kılan devlet adamı o oldu. Yalnız kâğıt üzerinde, nutuklarda değil, bilfiil yerine getirdi. Stadyumlar ve çeşitli spor merkezleri tesis ettirdi. Halkevleri’nin spor kollarını bizzat murakabe etti. Milletin mukadderatına hâkim olduğu günden itibaren Türkiye’de spor, gittikçe artan bir önem ve değer kazandı.” Cumhuriyetin ardından sporu akademik anlamda incelemek için Terbiye-i Bedeniye Darülmuallimi kurulmuş. Başarılı öğrenciler Avrupa’ya gönderilmiş. Avrupa’da beden eğitimi öğrenimi yapmış olan Selim Sırrı Tarcan, Çapa Muallim Mektebi’nde beden eğitimi hocası yetiştirmeye başlamış. Kadın beden eğitimi öğretmeni yetiştirmek için de İsveç’ten iki kadın öğretim üyesi getirtilmiş. Cumhuriyet’in spor politikasında hep bir ‘imaj’ kaygısı olmuş. Annem anlatır, Kız Enstitüsü’nde okurken beden eğitimi hocasının, “O beller incelecek, yoksa evde kalırsınız” diye bağırdığını. O beller, güçlü bir erkek kavrasın diye incelecek. O omuzlar, zarif bir kadın dans ederken tutsun diye büyüyecek. Türkiye Cumhuriyeti çirkin olmasın diye. Ne olur, kısa boylu, koca popolu, yamuk, göbekli filan olmasın diye…Türk olmak çok yorucu. Neredeyse yüz yılda, doğru dürüst beden eğitimi/spor/sağlık politikası geliştirememiş, tesis, malzeme, insan yetiştirememiş bir ülkenin şimdi bulduğu her boş alana egzersiz aleti yerleştirmesinde, modernleşmemize benzer bir yan var. Dostlar alışverişte görsün…
Bu alışveriş bir yandan, hiç de küçümsenmeyecek bir pazar oluşturmuş durumda. İlk bisiklet 2005’te İstanbul’da dikilmiş. Uygulama şimdi ülkenin her yanında. Yılda yüz milyonu geçen bir pazarı var. Mallar önce Çin’den alınıyormuş ama birkaç kırılma/yamulma olayından sonra Ortadoğu pazarına yönelim başlamış. Sonra da zaten Türkler devreye girmiş. 150’ye yakın firma bu işi yapıyor. Ürünlerin yüzde seksenini belediyelere, kalanını da asker, polis lojmanlarına satıyorlarmış.
Bu alışveriş bir yandan, hiç de küçümsenmeyecek bir pazar oluşturmuş durumda. İlk bisiklet 2005’te İstanbul’da dikilmiş. Uygulama şimdi ülkenin her yanında. Yılda yüz milyonu geçen bir pazarı var. Mallar önce Çin’den alınıyormuş ama birkaç kırılma/yamulma olayından sonra Ortadoğu pazarına yönelim başlamış. Sonra da zaten Türkler devreye girmiş. 150’ye yakın firma bu işi yapıyor. Ürünlerin yüzde seksenini belediyelere, kalanını da asker, polis lojmanlarına satıyorlarmış.
Sonunda yoksulların, ‘ev kadınları’nın, emeklilerin, eşofmansızların da spor yapabileceğini düşündüğünüz, bu düşüncenizi dünyanın en çirkin aletleriyle süslediğiniz için teşekkür ederiz. Marketlerin kendi markalarıyla ürettikleri ucuz makarnaları yiyip, bizler için yaptığınız bu parklarda eritir, belediye otobüslerinde ölmüşlerimiz için okuduğumuz Yasin’in duasına, sizi de ekleriz. Çok teşekkür ederiz.