Tiyatrocu, şair, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda genel sanat yönetmeni ve T24 yazarı Orhan Alkaya, "Zor zamanda konuşmayanın hiç konuşmaması lazım. Bugün Türkiye, tarihinin en kırılgan dönemlerinden birini yaşıyor" dedi.
Milliyet gazetesinden Miraç Zeynep Özkartal'ın "'Zor zamanda konuşmayan hiç konuşmasın'" başlığıyla yayımlanan (23 Eylül 2012) Orhan Alkaya söyleşisi şöyle:
Yılların tiyatrocusu ama Türkiye onu “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisinin balıkçısı olarak tanıdı. Politika ile ilgilenenler de bu işlerinin arasında katıldığı pek çok eylemde bir aktivist olarak karşılaşıyor onunla. Orhan Alkaya bu eylemlere neden katıldığını, dizi oyunculuğunu ve Şehir Tiyatroları’nı anlattı.
Orhan Alkaya şair, tiyatrocu, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sabık genel sanat yönetmeni, www.t24.com.tr yazarı... Ve bütün bu işlerinin arasında pek çok eylemde gördüğümüz bir aktivist. En son Hatay’da yapılan Barışa Çığlık etkinliğinde ve geçen hafta Oda TV duruşması öncesi kalem bırakma eyleminde gördük onu. Seslerin gitgide daha kısık çıktığı bir dönemde sesini esirgememesinin nedeni ne merak ettik.
Muhalefetin cezasız kalmadığı bir dönemde sizi bu eylemlerin içinde kılan ne? Herkesten daha mı cesursunuz, kaybedecek şeyiniz mi yok?
Birincisi, adalet duygum çok erken gelişti. İkincisi, konuşulması gereken zamanlarda susarsam her şey rahatladığında konuşma lüksünü kendime veremem.
Zor zamanda konuşmayanın hiç konuşmaması lazım. Bugün Türkiye, tarihinin en kırılgan dönemlerinden birini yaşıyor. Kalem bırakma eylemine katıldım, hatta bir de tweet attım:
“Soner, Barış’lar tahliye oldu, Oda TV’yi eleştirmek için senin de çıkmanı bekliyorum”. Oda TV fikir olarak bana uzak ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Adaletsizliğe maruz kalmış olması beni daha çok ilgilendiriyor.
Bu itirazlarınızı neden aktif olarak politikanın içinde sürdürmüyorsunuz?
Reel politikanın içinde olmak istemiyorum. Kodları çok dar, ufku çok sınırlı.
Dışarıdan konuşmayı işlevsel buluyor musunuz?
Zaman zaman. Bizim hariçten gazel okumamız, 1 Mart 2003’te Türkiye’yi bir savaştan alıkoydu mesela. Bizim gibi hariçten gazel okuyanların bu ülkede işe yaramadığını söylemek zor.
Keşke işe yaramasak da asıl işlerimize geri dönsek.
Aktivistliğin sizi asıl işlerinizden alıkoyduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Uzun zamandır şiir yazamamak beni içten içe hırpalamaya başladı. Çünkü şiir aynı zamanda hayatı yeniden kurmanın dilidir. Ondan çok uzak kaldım. Bazı profesyonel işlerim bundan etkilendi tabii ki. Mesela bir televizyon programı planlıyordum, ertelendikçe erteleniyor.
İlk soruda sorduğum “kaybedecek şeyiniz mi yok” geçerli değil yani...
Herkesin kaybedecek şeyleri vardır. Ama benim kaybetmeyi göze alamayacağım belki de tek şey kızım. Ben yurtsever bir damara sahibim. Biz sosyalistler enternasyonalistiz ama, şunu biliyorum ki, derinden derine hepimizde bir yurtseverlik damarı var. Kızımın da bu damara sahip olmasını, sevilmeyi hak eden bir ülkesi olmasını istiyorum.
Ben 12 Eylül’de bile ülkemi terk etmemeyi göze aldım. Kızımın da bu ülkenin mutlu bir yurttaşı olmasını isterim.
Bir yazınızda “12 Eylül’den daha karanlık bir dönemden geçiyoruz” dediniz. Size bunu düşündürten neydi?
Kuşkusuz 12 Eylül daha vahşi bir dönemdi. Ancak yargı infaz teknikleri bugüne çok benziyor. 70’lerin ikliminden çıkıp gelmiş, daha dirençli bir Türkiye vardı o dönemde. Çok ağır baskılar vardı, ama beyaz sayfayla çıkmayı göze alan gazeteler de vardı. Refleksler daha kuvvetliydi.
Yaratıcılığın sıkıntıdan, baskıdan beslendiği söylenir. Şu an yaşananlar da yaratıcılığı besliyor mu?
12 Eylül’de kuvvetli bir edebiyat hareketi çıkmıştı, bugün benzer bir durum görmüyorum. Ama bu aşılır. Çünkü insanların uzun süre hayalsiz yaşamak gibi bir lüksleri yok.
Siz şu aralar yazabiliyor musunuz?
Yazıyorum, daha çok güncel yazılar yazıyorum. Hâlâ toparlayıp yayınevine veremediğim deneme kitabımı tamamlamaya çalışacağım. Ama ben şiir yazabiliyorsam yazıyorum derim. Orada biraz kurak iklimdeyim şu ara. Ama atlatırım.
Uyumsuz biri misiniz?
Değilim ama dışarıdan öyle görünürüm. Herhalde tek çocuk olduğum için... Çocukluğumdan beri kibirli, ukala gibi sıfatlara alıştım artık.
Kibirli misiniz?
Hayır değilim.
Ukala mısınız?
Ukala biraz da bilmediği konuda konuşandır, ben bilmediğim hiçbir konuda konuşmam. Aptallığa tahammül etmekte zorlanıyor olmam bazen kibir ifadesine dönüşüyor belki, ama bana sorsan hiç değilim. Hatta yakın arkadaşlarıma sorsan en fazla snop olduğumu söylerler. Rahmetli amcamın da adı Orhan, 38 Harp Okulu olayı davası sanıklarından. Nazım’ın taktığı lakabı, Burjuva Orhan.
Peki yaptğınız eylemlerden daha fazla, “Öyle Bir Geçer Ki Zaman Ki”de Küçük Osman’ı kurtararak ilgi çekmenize bozuldunuz mu?
Başıma geleceği biliyordum. Bu çok normal. Benim tanındığım kadrajla popüler kültürün kadrajı arasında büyük bir fark var. Hiçbir şair kitabının aynı anda bir milyon kişi tarafından okunmasını arzu etmez. Bir hata mı yaptım diye düşünür. Ama diziyi aynı anda bir milyon kişi izliyor. Orada da işimi iyi yaptığımı düşünüyorum.
İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndaki (İBŞT) genel sanat yönetmenliği görevinizden olaylı bir şekilde ayrıldınız. Hâlâ kadroda mısınız?
Evet, yönetmen kadrosundayım.
İBŞT’de yönetmelik ve yönetim değişikliğini duyduğunuzda “Biliyordum” mu dediniz?
Hayır. Böyle bir darbe gelme ihtimalini hepimiz öngörüyorduk, ama bu kadar fütursuzunu kimse beklemiyordu. İBŞT kurulduğundan beri en ağır hakarettir o yönetmelik. Arada da ihaleyle oyun almak gibi sıkışmış bir madde var. Müdüriyete verilen bir yetki.
Ne demek o?
İBŞT bütçesinden oyun satın alınacak. Bir fabrika gibi oyun üreten bir kurum neden oyun satın alır? Bu yaşandı ve bir krizle karşı karşıya kalındı.
2 milyon 750 bin liraya üç oyun Kültür AŞ’ye ihale edilmiş. Ki bu rakam 2011’de Kültür Bakanlığı’nın bütün profesyonel tiyatrolara verdiği destekten daha fazla. Ben İBŞT bünyesinde 45 bin liraya mal ederdim oyunları.
Sizde genel sanat yönetmenliğinizden geriye ne izler kaldı?
Talihsiz birtakım süreçler yaşadık. Muhsin Ertuğrul Sahnesi de bunlardan biriydi. O sahnenin olduğu gibi korunması için en fazla mücadele edenlerden biri benim. Kimse reddetmesin, ilk etapta o komplekste bir tiyatro bile düşünülmüyordu. Bunları geri aldık. Ama çok kalleşçe bir operasyona maruz kaldım. Eğer o süreç sabote edilmeseydi, Şehir Tiyatrosu’nun özerkliğini sağlayacak olan yasasını çıkartmış olacaktık. Bu bir. İkincisi, Muhsin Ertuğrul Sahnesinin yapımı benim sorumluluğumda devam etseydi, fuayenin küçüklüğünü, giriş kapısının yetersizliğini, ışık açılarının hatalı yapılmış olmasını engellerdim. Asıl üzeri kapatılan çok önemli bir iş var: 11 ay jüri toplantıları yaptığımız, sonuçlandırıp ödüllerini dağıttığımız Şehir Tiyatroları Beyoğlu Sahnesi projesi. Proje ödülleri dağıtıldı ama bu uygulamaya konmadı. Büyükşehir Belediyesi tek adım atmadı ondan sonra. Yapı Endüstri Merkezi ve Dolmabahçe’de yaptığımız sahneler de yok şu anda. Bunlar çok acı.