Orhan Pamuk: AKP 8 yıl önce daha saygın bir yerdeydi

Orhan Pamuk: AKP 8 yıl önce daha saygın bir yerdeydi

Nobel ödüllü Yazar Orhan Pamuk, 8 yıl önce vapurlar değiştirilirken halka sorulduğunu, şimdi ise sorulmadığına dikkat çekerek, “AKP o zaman bence daha saygın bir yerdeydi” dedi.

Doğduğunda İstanbul'un sokaklarında pek çok ahşap bina olduğunu söyleyen Pamuk, "Hepsi bir bir yandı gözümün önünde. Sonra 3 katlı binalar yaptılar, hepsini yıkıp, 6 katlı binaları diktiler. Şimdi 6 katlıları yıkıyorlar, 16, 36 katlılar yapıyorlar" dedi.

İngiliz belgeselci Grant Gee’nin, Orhan Pamuk’un "Masumiyet Müzesi" adlı romanından esinlenerek hazırladığı “Innocence of Memories (Hatıraların Masumiyeti)” adlı filmi Venedik Film Festivali'nde Pazartesi gecesi dünya prömiyerini yapmıştı. Venedik'te Doğan Haber Ajansı'ndan Esma Çakır'a konuşan Pamuk "Masumiyet Müzesi’nin bir dizisi de yapılabilir, popüler bir aşk melodramı olarak" dedi.

Röportajın tamamı şu şekilde:

Film hakkındaki değerlendirmeleriniz nelerdir?

Orhan Pamuk: Film, çok özenli, şiirsel ve derin. En zor şey filmin üç çizgisi var. Benim Masumiyet Müzesi adlı romanımın hikayesini, romanın içindeki küçük bir kahramanın gözünden, ama 12 yıl sonra kısaca yeniden gözden geçiriyor, ama yalnızca Masumiyet Müzesinden çıkan bir film değil. Ayrıca benim eserlerimi ve diğer kitaplarımı; İstanbul adlı kitabı Kara Kitap’taki metinleri gören bir film. Üçüncüsü günümüz. Benim romanlarımdan ancak Kafamdaki Bir Tuhaflık’ta yetişebildiğim günümüz  İstanbul’u. İnşaat çılgınlığını, beton binaları, yeşilin yok edilişini, şehrin kimyasının değişişini, hep sürekli aynı kalışını da bunda seviyorum. Grant’ın filminin özelliği, gören bir film. Çok yoğun, ama popüler bir aşk melodramı değil. Masumiyet Müzesi’nin bir dizisi de yapılabilir, popüler bir aşk melodramı olarak.

 

'Yeşilçam filmi değil, daha entellektüel bir film'

 

Bu Grant Gee’nin yaptığı film, o tarafa doğru gitmiyor. Türkiye’deki okurların bakış açısından söyleyelim, entelektüel bir film, yer yer zorlukları var. ‘Ben Masumiyet Müzesi romanını okumadım, şunu bir dizi gibi seyredeyim’ diyenler için bir film değil. Bunu özellikle Türk seyircisine söylemek istiyorum. Romanı görmedim, filmini izliyorum, bu okuyamadığınız romanın filmi de değil.

Genel olarak çok kişiliği ve üslubu olan bir İngiliz edebi, entelektüel yönetmenin, benim dünyamdan ve İstanbul’dan yola çıkarak ve İstanbul’un bugününe, değişimine eski kimyasından yola çıkarak ve Masumiyet Müzesi önde olmak üzere benim bütün eserlerimden yola çıkarak yaptığı bir film. Ben çok memnunum, ama çok kişisel, yoğun, yer yer çok zeki ve parlak, yer yer de zor bir film olduğunu da söylemek istiyorum.

Bu Masumiyet Müzesi adlı romanımın resmedilmiş, diziye çekilmiş, filme çekilmiş, Yeşilçam filmi haline gelmiş değil. Bu, daha entelektüel bir film, ama ben böyle olmasından memnunum. Uyarlama değil, esinlenerek başka bir film yapıldı.

Grant Gee bu işe nasıl dahil oldu?

Grant Gee’nin ben, Alman Yazar Sebald’ın ‘Rings of Saturn’ kitabı üzerine yaptığı filmi hayranlıkla seyrettim. Sonra başkaları bana, Gee’nin İstanbul’a geldiğini, Masumiyet Müzesi'ni gezdiğini ve belki bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Bizi temsil eden kişiler 6 ay sonra bizi Londra’da buluşturdu ve hemen yapılacak yeni bir film için aklımıza gelen parlak düşünceleri söylemeye başladık. Arkadaşlık çalıştı bilmem anlatabiliyor muyum? Birbirimizin yanında rahat konuşmaya başladık. Ben, benim filmimin resimlenmiş şekline meraklı değildim. Sebald hakkında yaptığı gibi bir film, yaratıcı, kişisel bir film yapmasını istedim. O da onu yapmak istiyordu. Böylelikle konuşa konuşa Masumiyet Müzesi romanındaki küçük bir önemsiz, kenarda kalmış, dikkatsiz bir okurun gözünden kaçacağı bir kahraman olan Ayla’nın gözünden, 12 yıl sonra yeniden bir kahramanın şehre geldiğini ve Kemal ile Füsun’un öldüğünü, olayların arkasından 12 yıl geçtiğini, ama karşımızda bir müze olduğunu görüp şaşıran bir insanın bakış açısından romanın hikayesine, uzaktan yeni bir bakış oldu böylelikle bu film. Romanın hikayesini resimliyor değil, romanın hikayesini yeniden anlatıyor kahramanımız Ayla ve böylelikle İstanbul’un son 12 yıldaki büyük değişimini de hikayenin bir parçası olarak görebiliyoruz.

İstanbul fotoğrafları denilince akla ilk gelen isimlerden Ara Güler ile Türk sinemasının önemli simalarından Türkan Şoray, bir taksici ve sokaklarda çöp toplayanları da görüyoruz. Bu öğeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar Grant Gee’nin katkıları. Halbuki Masumiyet Müzesi’nde Ara Güler diye bir kahraman ve bir taksi şoförünün maceraları yok. Grant Gee, şehre biraz da belgeselci olarak, kendi ve içgüdülerine dayanarak, tanıştığı insanlara kanarak, İstanbul’un kimyasını, gecesini özellikle anlatan şeyler de ekledi. Bunlar benim yazdığım şeyler değil. Zaten biraz belgesel gazetecilik yönü var. O insanların normal konuşmalarını, sıradan günlük konuşmalarını, filmin içine ekledi.

Filmde, İstanbul’da hızla kaybolan mekanlar ve bununla birlikte hatıraların kayboluşunu irdeleyen bir bölüm de var. Romanlarınızı okuyarak İstanbul’u, özellikle Masumiyet Müzesi’ni görmeye giden pek çok insan var. Okurlarınızdan kentin bu hızlı değişimi konusunda tepkiler alıyor musunuz?

63 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Doğduğumda 1 milyondu şimdi 15 milyon diyorlar. Şehrin bu 63 yılın ilk 50 yılındaki değişme, son 13 yıldaki değişmeden azdır. Şehir birdenbire çok zenginleşti, çok büyüdü, nüfusu arttı, görsel olarak da değişti. Yüksek apartmanlar, yeşile saygısızlık, eski kültürün ve mahalle kültürünün yok edilişi, eski binaların yok edilişi, biliyoruz işte bütün bunların bir kısmını da, Taksim Gezi Parkı’nı da, göstere göstere bir parkın yok edilişi… Daha sonra başka sonuçlara varan bir politik sosyal olaya dönüştü. İstanbul deyince benim haklı olarak ve herkesin konuştuğu, konuşmak istediği konular bunlar. Ama Grant Gee’nin filmi de bu konulara giriyor. Orada özellikle kamerası gördüğü ve konuştuğu zamanlarda konuşan ben değilim Grant Gee. O Gezi’den bahsediyor, ama aklı sosyal-politik eleştiride değil. Daha çok şehrin bütünlüğünü, değişmenin kimyasını, dokunun şu veya bu şekilde gölgeler içinde başka bir şekle girdiğini, hala var olan sokak köpeklerini ya da kenar sokakların havasını göstermek istiyor.

Şehrin kaosunun artışı ve düzensiz yapılaşma sizde nasıl bir etki yaratıyor?

Bakın ben doğduğumda İstanbul’un sokaklarında pek çok ahşap bina vardı. Hepsi bir bir yandı gözümün önünde. Sonra 3 katlı binalar yaptılar, hepsini yıkıp, 6 katlı binaları diktiler. Şimdi 6 katlıları yıkıyorlar, 16, 36 katlılar yapıyorlar. Binaların yıkılması, hatıralarımızın yıkılması gibi insanı yoruyor, yıpratıyor. Çünkü bir şehir bize hatıralarımıza giden, bir çeşit kitabın sonundaki dizin (index) gibi bir şeydir. Bir gün aşık oluruz bir meydandan geçeriz, o aşkı hatırlarız. Daha sonra oraya geldiğimizde, bir gün aynı duygular geçer içimizden, bir gün öfke duymuşuzdur, haksızlığa uğramışızdır. Ne bileyim bir çeşmenin önünden geçeriz ya da bir yokuştan aşağı ineriz. O duygular, hatıralarımıza, o binalarla, ağaçlarla, meydanlarla, parklarla kazınır. Bir şehir değişince o hatıralara ulaşamayız. Ve önce kendimizi, sanki bir hayvan gibi hatıralarımızı savunuruz. Bu siyasi değil, insani, kişiseldir. Gezi’de siyasi bir boyut da kazanmış oldu. 

Bir şehrin değişimini tartışmak, ama yalnızca hatıralarımıza giden yollar kesildi diye de siyasi bir seçim değildir. Öte yandan, şehirde, ben doğduğumdan beri bu şehre 14 milyon yeni insan gelmiş ya da insanlar çoğalarak… Onlara da ev lazım, ama bunların düzenli yapılması lazım. Benim uzaktan şiirsel eleştirim bir yere kadar. Burada mimarlar odası, mühendisler odası, şehirciler, belediyeciler bunların sesi daha güçlü çıkmalı.

Yalnızca metrekare hesabı ve kentsel dönüşüm… Kentsel dönüşümün ve metrekare hesabının bile belki haklı olduğu şeyler var, ama yalnızca kıstaslar bunlar değil. Bütün bu kıstasları tamamen saydam ve demokratik bir şekilde tartışacağımız bir ortam yok.

Biri geliyor hop, ‘burası cami olacak, burası da alışveriş merkezi’, herkes başka bir şeyden bakarken hop diye oluyor. Bunlar daha saydam olmalı. Bakın belki siyasi olarak çok net bir şey söyleyeyim: İstanbul’da boğaz gemilerini ve şehir hatlarını değiştirdiler. Bunu ilk yaparken halka sordular bundan 8 yıl evvel. Şimdi yeni bir şeyler çıktı ortaya, halka sormadılar. Bana kalırsa AKP hakkında söyleyeceğim en derin eleştiri budur.

8 yıl evvel kültürel seçimleri yaşadığımızda hayatın nitelikleri konusunda gemilerin şeklini değiştirirken soruyorlardı ve o zaman bence daha saygın bir yerdeydiler. Halka sorarak gemilerin şeklini değiştirdiler. Şimdi bir baktık sepet gibi bir gemi çıktı karşımıza, kimse kimseye sormamış.

En azından benim yaşadığım bu ve AKP’nin 12 yılda geçirdiği değişimi de. Artık kültürel şeyleri de halka sormuyorlar. Arada bir seçim yapıyorlar, onu da kaybettikçe bir daha yapıyorlar. Orada kalıyorlar işte.