Nilüfer Kuyaş
Bir gün hepimize yazık olacak elbet, ama ona olduğu kadar değil belki – Orhan Veli 36 yaşında öldü, hem de bir belediye çukuruna düştükten sonra.
Gerçi hayret edecek bir şey yok, Türkiye’de belediye çukuruna düşmek olağandır, ya da bir belediye hendeğinde boğulmak, bir şehircilik ihmalinin kurbanı olmak, bir can aldırmazlığından gitmek, bir başka aldırmazlığa. Çeşitli belediye çukurlarından birbirimize seslenirken…
Bir yandan da başka bir ses yükselmeye çalışıyor boğazımdan: Ey kendini beğenmiş siyasetçiler, ey yolsuzluk erbabı, ey emir kulu olup da kendini hala gazeteci sananlar, ey kadın döven,öldüren zavallılar, size daha şimdiden ne kadar yazık olduğunun farkında mısınız, diye sormak geliyor içimden.
Ama ben asıl Nisan’da doğmuş olmanın sevincinden söz etmek istiyorum, nisan ayının güzelliğinden; o “en zalim ayda” doğmuş şairimiz, “ölü topraktan leylak üreten” ayda, bir başka büyük şairin ifadesiyle.
13 Nisan 1914’te, ilk büyük savaşın arifesinde, o zalim savaşın gölgesinde doğmuş. İkinci savaş henüz bitmemişti ki, Orhan Veli meşhur bir şairdi artık. Şiirde önemli bir devrim yaratmıştı üstelik. 1941’de “Garip” diye bir kitap çıkartmıştı, edebiyat çevreleri garip bulmuştu o kitabı, arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte yazdığı o garip şiirleri. Garipsemek gibi garip. Yadırgamak. Hece vezni yok, kafiye de yok.
Alışılmış şairane edalı ve ağdalı şiir beğenisinin tamamen dışında, günlük dille, öylesine söylenmiş gibi, ama arkasında sıkı çalışma olan, yanıltıcı basitlikte şiirler.
Eleştirmenler yanılıyor da, okur, yani halk, bir saniye bile yanılmamış, büyük hızla benimsemiş bu yeni şiir söyleme tarzını. Üzerine biçilmiş kaftan gibi, kendisine sunulan bu yeni beğeniyi kendisine mâletmiş hemen, çoktandır bunu bekliyormuş gibi kolayca benimsemiş hem de, ısmarlanmış gibi. Yetmiş yıl sonra hala tartışılıyor olması ondan.
Halkın ısmarlama giyim gibi rahatlıkla, doğallıkla üzerine aldığı bir yeniliğe imza attın mı, o kadar büyük bir edebiyat devrimini yarattın mı, öldüğün yaşın iki misli süre seni tartışırlar artık, üç katı süre de tartışırlar, sonsuza kadar tartışırlar, ama önemli değil, sen yapmışsın devrimini, için rahat, mezarında yatıyorsun, gözlerin kapalı dinlediğin İstanbul’un bağrında, Beykoz’unda doğduğun, Rumeli Hisarı’nda yattığın İstanbul’un ve işte hepimizin dilinde hala senin satırların.
Bundan daha güzel ölümsüzlük mü olur? Kendin de söylemiştin üstelik bir şiirinde, Sicilyalı bir balıkçı, yüz sene sonra, bir yaz günü ağlarını atarken denize, senden bir mısra mırıldanacaktı şarkı halinde, senin kim olduğunu bile bilmeden.
“Bu güzel düşüncenin
Olmayacağından eminim
Fakat nedense bu iş
Benim pek tuhafıma gidiyor”
demiştin, ölümsüzlüğe de pek inanmadığını söylüyordun bize, yahut fazla önem vermediğini.
*
Orhan Veli’yi hiçbir zaman tam çözemedim, ama hep sevdim. Beklenmedik düşünce tuzaklarını sevdim, alaycılığını sevdim, ironi ustalığını, oyunbazlığını sevdim, dil oyunlarını ve akıl oyunlarını sevdim, mizahını ve çocuksu yaşama sevincini sevdim.
Bazen fazla mı kolaya kaçmış diye kızdığım da oldu. Bu tepkiyi yarattığının o da bilincinde, üstelik bu tepkiyle de güzel alay ediyor, mesela Mahzun Durmak adlı şiirinde:
“Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.”
Şu basit gibi duran çok derin hayat felsefesi, bu yaşanmışlık hazinesi, bu damıtılmışlık, Orhan Veli’nin en büyük özelliği. Şiirde yarattığı, halk deyişi gibi duran, neredeyse anonim, isimsiz kalmayı isteyen, alçakgönüllü olgunluk da öyle.
Onu en iyi Sait Faik anlamış ve anlatmış. Hem de minicik iki röportajda. Aslında röportaj bile denemez, hikayecikler demek daha doğru. Bu iki yazar akraba ruhlar bence, Sait Faik de öykü sanatında büyük devrim yapmış çünkü, birbirlerini iyi anlıyorlar, dahası seviyorlar.
“Rakı Şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair” adlı yazısına Sait Faik, mahsus o tartışmayı vurgulayarak başlıyor: “Üzerinde çok durulmuş, zaman zaman alaya alınmış, zaman zaman kendini kabul ettirmiş, tekrar inkar, tekrar kabul edilmiş; zamanında hem iyi, hem kötü şöhrete ermiş bir şair vardır.” Masal gibi başlamış yazısına. İki hınzır yazar yarı alayla ciddi işler konuşuyor.
Hani, hiçbir şeyden çekmedi dünyada, nasırdan çektiği kadar, demişti ya Orhan Veli, o garip karakteri Süleyman Efendi için? Sait Faik soruyor, hınzırca:
“Sizden bahseden her adam bana bile şunu soruyor: Nasırı edebiyata sokmakla yani ne demek istiyor?
Nasır pek mi mühim sanki? Anlıyorsunuz ya, bazı genç kızlar bunu pek merak ediyor da…
Orhan Veli pek muzdarip bir hal aldı. Yarinden ayrılmış turnalar gibi uçtu.
-Hayatında büyük manevi ıstırapları olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telakki ediyorum, dedi.”
Sait Faik hınzırlığı bir adım daha ileriye götürüyor o aşamada:
“Sizde nasır var mıydı o zaman?
-Süleyman Efendi şiirinden sonra ahı tuttu. Bende de nasır çıktı.
Peki, gelelim rakı şişesinde balık olmaya…
-Yine mahsus yazmadım. O sırada yoksulluklar içinde yaşayan bir adamın hayatını anlatır o şiir. Böyle bir insan birçok şeyler ister…”
Ah işte, hınzırlık bir yana, Orhan Veli de epey yoksulluk çekmiş, bolca sefalet yaşamıştır. Ama o para pul değil, en çok ne ister? Eski şiirin ağırlığından kurtulmak, serbestçe anlatmak ister meramını.
“Yeni şiir büyük kitlenin zevki üzerinde kurulacaktır” diye açıklar. “Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir.”
Böylesine beğeni demokratıdır Orhan Veli, ama sivri ideolojilerle işi yoktur, dolayısıyla Nazım Hikmet’ten çok farklı, bir bakıma zamana çok daha dayanıklı bir şiir yolu açmıştır bence.
Orhan Veli’nin bütün yazıları, bütün söyleşileri, Yapı Kredi Yayınları’ndan “Şairin İşi” adıyla yeniden yayımlandı. Alıp okuyun derim o kitabı. Ne kadar derin bilgiyle, nasıl doğru bir sezgiyle, zekayla, şaşırtıcı bir doğallıkla yaratmış şiirdeki o devrimi, kendinden öncekilerin ve sonra geleceklerin yerini nasıl doğru değerlendirmiş; büyük şair yetmez, büyük düşünür diyesi de geliyor insanın. Sanki yaratmak için dünyaya geldiği yeniliği yaratıp, hızla dünyadan ayrılan bir tuhaf insanoğluymuş Orhan Veli.
*
Sonuçta, hepimizin bir Orhan Veli’si vardır, öyle değil mi?
Pencereden bakmayı seçenimiz, geçen kuşlara bakanımız vardır, dört duvar yerine; edalı’sına mahzunlanan, İstanbul’un orta yeri sinema diyenimiz vardır; sere serpe yatan bir kadına bıçkınlananımız vardır; kendisiyle konuşanımız, yalnızlıktan aynalara koşanımız vardır. Gün olur, alır başımı giderim, diyenimiz de.
İçine gene yolculuk düşenimiz, alnında bıçak yarası olanımız; mektepten kaçanımız, beni bu güzel havalar mahvetti diyenimiz; cebi delik olanımız, bedava yaşayanımız, bazı sabahlar tüyden hafif olanımız vardır. Deli eder insanı bu dünya, diyerek coşkulara kapılanımız da vardır elbet. Saymakla bitmez. Onun şiirlerinde daima böyle hikayeler var, hepimizin bir çırpıda tanıdığımız, kalbimize değen, kendimizi özdeşleştireceğimiz, kendi yaşanmışlığımıza denk düşen, içimizde bir teli çok derin titreten hikayeler. Ama Orhan Veli’nin etkisi sadece bu hikâyelerle de sınırlı değil. Sanatının sırrına biraz daha yaklaşalım isterseniz. Rüya ile masal arası, bilinçaltımızı uyandıran bir boyut daha var bu şiirlerde. Çünkü, kendisi de öyle söylüyor, bilinçaltını resimlemek, yani insanın mayasına el değdirmek, onun şiirde aradığı yeniliğin özüdür.
Ağaca taş atıp, ağaç taşımı yedi, taşımı geri isterim diye ağlayan bir çocuk da oluruz bu şiirlerde; belki yalnızlıktan, belki de bir varoluş sancısından, kendimize bile yabancılaştığımız bir anda, seni hatırladım sol elim, diyerek, sol eline acıyan bir garip karaktere de dönüşebiliriz ansızın:
“Sol elim,
Acemi elim,
Zavallı elim!”
Gölgesinden sıkılıp biraz da ayrı yaşayalım diyen, gözlerim nerede diye gözlerini arayan, ve madem ki sokaklar kimsenin değil, diyen bir karakter hepimizin içinde yok mudur acaba?
Kimi insana, bu adam delirmiş mi, dedirten satırlar yazmıştı Orhan Veli. İnsan davranışının en şaşırtıcı halleri, en uç yelpazesine kadar açılır bu şiirlerde, insan ruhu en çıplak haliyle sergilenir. Anonim, isimsiz bir havada yazması, insanlığın ortak bilinçaltına bu yaklaşmasındandır belki de.
“Garip” kitabına 1941’de ve 1945’de yazdığı iki önsözde, bunu anlatıyor ve yarattığı şiir devrimini gayet öz bir şekilde açıklıyor Orhan Veli.
Sosyal ve kültürel boyutta ne kadar kitlesel, anlaşılır, demokratik bir sanat peşindeyse, bireysel boyutta da büyük derinlik, ama bir o kadar da yalınlık, sadelik istiyor. Bilinçaltı denilen kuyuyu, büyük bir ustalıkla ve bilinçle kazabilen kişidir onun gözünde gerçek şair.
İnsan zekâsıyla değiştirilmemiş, “saflık ve basitlik” düzeyinde bir doğallığı, ancak bilinçaltında bulduğumuzu söylüyor. Yaptığı işin bu nedenle “Gerçeküstü” akımıyla akraba olduğunu söylüyor- ki bir çok yanılgıya da yol açmıştır bu benzetme.
Şiirin sınırlarını genişletmek, hatta şiiri sınırlardan kurtarmaktı asıl işi.
Eskiye ait olan her şeyi atmak gerektiğine inanmış bir yenilikçiydi. Ama eski zevkleri asla inkar etmeyen gerçek bir kültür adamıydı bence.
“Bir oluş, bir kendimize geliş devrindeyiz” derken daima daha ileriye, daha güzele giden bir toplumu düşlüyordu elbet.
Yarattığı yeni şiiri garipseyenlerin, öğretilmiş alışkanlıklardan kurtulamayanlar olduğunu, şiiri alabildiğince doğallaştırma hareketini bu yüzden hayretle karşıladıklarını söylüyordu. Ona göre “Nasır” ve “Süleyman Efendi” kelimelerinin şiire sokulmasını hazmedemeyenler, eskinin esiri olanlardı.
Kendi cevabı ise çok basitti: “‘Hiçbir yaptığımdan pişman olmayacağım’ diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benim vardır."
İşte bu kadar.
Öfke ve kavga değil de, sevgidir onun işi. “Aşk Resmi Geçiti” adlı şiirde, bakın ne diyor, hikâyeye göre en çok bağlandığı kadın için:
“İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.”
Orhan Veli’nin sevmeyi iyi bilen birisi olduğunu ve en çok buna önem verdiğini düşünüyorum. Eğer bu doğruysa, çok da haklı buluyorum onu. Siyaset bilim, matematik, atom fiziği ya da tarih bilmek, başka her bilgi önemsiz kalıyor, sevmeyi bilmek yanında. Kendinize sorun: Sevmeyi biliyor muyum?
İnsan yüreği nasıl öğrenir sevmeyi? Öğrenilmez ki. Eskilerin Allah vergisi dediği, bir yetenek bu sonuçta, ya vardır ya da yoktur. Orhan Veli’de bolca varmış bu yetenek.
Doğduğu ay olan nisan ayını ne kadar sevdiğine bir bakın:
“İmkansız şey
Şiir yazmak
Aşıksan eğer
Ve yazmamak
Aylardan nisansa.”
Hayatının en büyük aşkına, Nahit Gelenbevi’ye yazdığı satırlara bakın: “Yalnız senin için yaşıyorum, yalnız senin için yaşamak istiyorum.” Şairin aşk mektupları da, Yapı Kredi’den “Yalnız Seni Arıyorum” başlığıyla yayımlandı. Nasıl yaşadığına dair, eşsiz bir belge. O damıtılmış şiirlerin, ne kadar acımasız bir topraktan yetiştiğini bir kez daha anlıyorsunuz.
Sait Faik, “Onunla” isimli bir başka yazısını bitirirken, iki yazar arasında geçen enfes bir sahne yaratmış: “Dilimin en büyük şairi sensin, diyorum. ‘Hadi oradan it,’ diyor. Ömründe küfretmemiş Orhan Veli’yi nihayet kızdırabildiğime memnunum. Hayır kızmamıştır. Sahiden iyi şair olduğunu söylediğime kızmıştır.”
Sonra bardaklara biraz daha beyaz şarap girer işte.
Sonuçta Süleyman Efendi’ye yazık oldu, çünkü nasır acısından daha derin acı tanıyacak derinliği yoktu, belki de sevmeyi bilmiyordu. Orhan Veli’ye hiç yazık olmadı, çünkü kısacık ömründe çok sevdi, o kadar acı çekti ve o kadar sevdi ki, o sayede şiiri dönüştürdü, dilin gerçek devrimini yarattı.
Sahici yenilik neredeyse, Orhan Veli hep orada olacak, yanı başımızda.
İçimizden böyle bir şair çıktığı için bazen şaşırıyor ve her zaman seviniyorum.