*Gül Atmaca
Koronavirüs hayatımıza tek kelimeyle kabus gibi çöktü. Hastalığa yakalananların azımsanmayacak bir kısmında koku ve ona bağlı olarak tat kaybı yaşanıyor. Bunu yaşayanlardan birisi de yakın bir arkadaşımdı. Çok şükür iyileşti ama birkaç hafta süren koku ve tat kaybının psikolojisini bozduğunu söylemeden de edemedi. “Koku ve tat almayınca hayatın da tadı kalmıyor” dedikten sonra “ya bir daha koku alamazsam ve tat duygum geri gelmezse” diye çok kaygılandığını da anlattı.
Düşündüm de bahardayız, yeni yeni tomurcuklanan güllerin, fırından yeni çıkmış ekmeğin ya da yeni yapılmış kahvenin kokusunu alamamak nasıl bir duygu?
Hepimiz salgından ve iç siyasetin en az onun kadar can sıkıcı kısır döngüsünden bıkmadık mı? Gelin bir süre için bu konulardan uzaklaşıp güzel kokulara dalalım ve onlardan bahsedelim.
70’li ve 80’li yıllarda, Türkiye’de bulunmayan ya da zor bulunan birçok şeye gurbetçi akrabalarımız sayesinde ulaşıyorduk. Şampuan, bazı kremler ve parfümler bunlar arasındaydı. Tabi yine o zamanlar limon, tütün, zambak, İzmir’in Altın Damlası, Bolu’nun çam kolonyası ve daha nicelerinin en az parfümler kadar kalıcı ve “efsane” olduğunu hatırlatmak lazım. Şimdi Kadir Has Üniversitesi olan eski Cibali Tekel Fabrikası’nı görmeyeniniz varsa bile onu en azından Alpay’ın “Fabrika kızı” şarkısından bilir. Fabrikanın eski deposu ki öyle sıradan bir depo değil, altında 11. Yüzyıldan kalma bir Bizans sarnıcı var, şimdi Rezan Has Müzesi. Müze, içinde hem Bizans hem Osmanlı eserleri olduğu gibi zaman zaman geçici sergilere de ev sahipliği yapıyor. Müzenin mağazasında yıllar sonra tütün kolonyasıyla karşılaşmak benim için hoş bir sürpriz olmuştu. Kolonyayı satın aldıktan sonra kokladığımda çocukluğuma döndüm. Babaların tıraş losyonu yaygın olmadığı için yüzlerine kolonya sürdüğü zamanlara…
Güzel kokulara ilgim küçük yaşta başladı. Şimdi de dipnotlarında özellikle misk, amber ve de acı baharat olan parfümlerin izini sürüyorum. Belki de bir anının peşine takılıyorum, kim bilir?!
Peki bir koku nasıl oluyor da bir anıyı canlandırıyor? Biliyorsunuz dış dünya ile iletişimimizi sağlayan beş duyu var: görme, işitme, dokunma, koku ve tat alma. Vedat Ozan’ın dört ciltlik koku kitaplarından derlediğim bilgilere göre görme, işitme, dokunma gibi diğer duyulara gelen uyarılar önce bilişsel bir süzgeçten geçerken, koku herhangi bir süzgeçten geçmeden, beyinde doğrudan işleniyor. Limbik sistemde koku uyarılarını aldığımız amigdala bölgesi, duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasında çok önemli bir role sahip. Beyin bellek bankası içinde koku kartları oluşturuyor. Aynı kokuyu aldığımızda o bellek kartında kayıtlı bilgi de canlanıyor.
İlk insanlar ateşe attıkları güzel kokulu ağaç parçalarının dumanına kutsallık atfediyor ve “gökyüzü” ile iletişimde bunu kullanıyorlardı. Şamanlarda, Kızılderililerde olduğu gibi. Bu arada, “fumum” Latincede duman, “per fumum” ise dumanla yükselen demek. Güzel kokular yüzyıllar sıvı haliyle değil tütsülerle yayıldı. Tütsüler hâlâ dini törenlerde kullanılıyor…
Alanı Orta Doğu olan bir gazeteci olarak bölgeyi hep kan, gözyaşı ve barutla anmak sadece bıkkınlık değil acı da veriyor. Oysa, Orta Doğu insanlık tarihinde sayısız medeniyetin ve üç büyük din dahil kadim inanışların doğduğu topraklar. Cennet gibi bahçelerin, mistik kokuların diyarı.
İpek ve baharat yollarının ilk başlangıç yerleri Çin ve Hindistan’dı ama Orta Doğu ülkeleri bu yollar üzerindeki en önemli duraklardı. Misk, amber ve diğer koku hammaddeleri Orta Doğu’da rağbet görmekle kalmıyor, dünyanın çeşitli yerlerine ticareti buradaki limanlardan yapılıyordu.
'Misk nedir' derseniz, Tibet, Moğolistan, Tonkin dağları dolaylarında yaşayan misk geyiğinin erkeğinin dişileri cezbetmek, ayrıca kendi hâkimiyet bölgesini belirlemek için yaydığı keskin kokulu bir salgı. Misk erkek geyiğin testislerinin hemen üzerindeki keseden elde ediliyor. Bazı hastalıklara iyi geldiği de söyleniyor. Misk daha önce de belirttiğim gibi Orta Doğu’ya İpek Yolu ve deniz bağlantılarıyla geliyordu. Tibet miski, geyiğin burada yetişen sümbül ve güzel kokulu otlardan yemesinden dolayı en kalitelisi kabul edilir.
Doğu’nun cazip kokularının diğer bir hammaddesi ise amber. Amber, okyanusta ispermeçet balinasının sindiremediği yiyecekleri kusması sonucunda oluşan bir madde. Bu madde denizde durdukça sertleşir, rengi açılır ve kokusu hafifledikçe güzelleşir. Amber, Arapça'ya Pehlevîce (Sasaniler zamanında konuşulan Orta Farsça) aracılığıyla Grekçe ambrosia (a-mbrotos “ölümsüz, ilâhî”) kelimesinden bozularak sonradan girmiş. Ambrosia mitolojide, tanrıların ölümsüz olmalarını sağlayan ve bunu yiyenleri de ölümsüzleştiren özel yiyeceğin adı. Güzel kokan bu yiyecek aynı zamanda tanrılar tarafından vücutlarına ve saçlarına da sürülebilmektedir. Amber Avrupa’ya 13.yüzyılda Endülüs Arapları tarafından tanıtılmış ve ambra/amber kelimesi de o devirden itibaren Orta Latince’ye girmiş.
(Şunu da eklemek şart: günümüzde bu hayvansal koku notalarının elde etmek için hayvanları öldürmek, yaralamak ya da hapsetmek “insanca” değil. Açgözlülük yapmadan onlar bu maddeleri doğaya bıraktıktan sonra toplamak en doğrusu…)
İran mitolojisinde cennet gibi bahçeler tasvir edilir. Güller, onlara serenat yapan bülbüller, masmavi akan ırmaklar ve aşıklar. Adını gülleriyle meşhur Şiraz’dan alan büyük şair Sadi Şirazi (1210-1291) Bostan ve Gülistan isimli iki büyük eseri kalem almıştır. İşte, Gülistan’dan mis gibi kokan bir alıntı: “Bir gün hamama gitmiştim. Güzel huylu ve sevimli bir dosta rest geldim. Bana hoş kokulu bir kil parçası verdi. O kile sordum: sen misk misin yoksa amber mi? Senin bu güzel kokun beni kendimden geçirdi. Kil bana cevap verdi: ben basit bir kil idim. Fakat bir zaman gül ile arkadaş oldum. Onun güzel kokusu bana sindi. Yoksa ben sıradan bir toprak parçasıydım.”
Ama bana İran’ı hangi kokuyla tanımlarsın diye sorsanız “safran” yanıtını veririm. Yukarıda bahsettiğim hayvansal koku notalarının tersine safran, mor bir çiçekten elde edilir, parfümlerde kullandığı gibi İran’da pilav, şerbet, dondurma ve daha birçok şeye katılır. Çayı yapılır. Ve bir şey itiraf etmem lazım misk ve amberin tersine pek aram yoktur safranla. Yine de bu kıymetli hammaddeyle ilgili biraz bilgi verelim.
İran'ın Horasan eyaletindeki Meşhed’e 145 kilometre uzaklıkta bulunan Türbet Haydariye, dünyada en fazla ve en kaliteli safranın üretildiği yerdir. Burada üretilen safran yaklaşık 60 ülkeye ihraç ediliyor. Dünyanın en pahallı baharatlarından birisi olan safranı üretmek hiç kolay değil. Günün ilk ışıklarından öğleye kadar sadece elle toplanan safran çiçekleri, öğleden sonra evlerde içlerindeki turuncu-kırmızı ipliklerden ayrılıyor. Bunların kurutulmasıyla da işte o çok değerli safran baharatı elde ediliyor.
Doğu’nun mistik kokularının ve sentetik olmayan parfümlerin ana hammaddeleri olan misk, amber ve safranın aynı zamanda bazı hastalıklara iyi geldiğini de bir kez daha hatırlatalım. Ve unutmayalım kötü koku hasta eder, güzel koku ise hem ruha hem bedene iyi gelir…
Müzik ve parfümBenim koku uzmanı Vedat Ozan’ın anlattıkları arasında en çok hoşuma giden başlıklardan birisi parfümün müzik notalarıyla tanımlanması oldu. George Wilson Septimus Piesse adlı bir parfümör ve kimyager (1820-1882) getiriyor bu yeniliği. Piesse, 1800’li yılların ikinci yarısında sadece kokulu ürün tasarlamakla kalmıyor aynı zamanda parfümün felsefesine de değiniyor ve müzik dünyasından birtakım ödünç terim alıyor. Vedat Ozan’a bırakalım sözü: “…Ve bu ödünç aldığı terimler içinde nota da var. Her notanın bir kokusal karşılığı olduğuna dair bir inancı var: ‘Do’ gül kokar, ‘re’ karanfil kokar, filan diye. Örneğin; gül ve yasemini bir araya getiriyorsunuz ve bir akor yapıyorsunuz, müzikte de bir akor yaparsınız. Ardından akorları da bir araya getirip besteye dönüştürürsünüz, parfümde de akorları bir araya getirip parfüme dönüştürürsünüz…” Bu arada, parfüm tasarımcısının malzemelerini üzerinde bulundurduğu bir düzenek var ki buna da org denir. Bu da müzikten gelen bir kelimedir. |
.