'Örümcek kadının ardından'

'Örümcek kadının ardından'
T24- Yasemin Çongar Taraf gazetesinde yer alan köşe yazısında  geçen hafta 98 yaşında hayatını kaybeden Fransız heykeltraş Louise Bourgeois'a yer verdi.İşte Yasemin Çongar'ın sanatçıya veda yazısı:

İnsanın özgürleşmesi, zihinsel bir durumdur daha ziyade.

Aklımızın geometrisi, o İskenderiyeli dâhinin keşfettiği boyutlarla yetinmediğinde artık, özgürleşmeye başladık biz.

Dile kolay, iki bin üç yüz yıl önce, “bunlar asla biraraya gelmez” diye cümle ceddimize belleten Euclid’e rağmen, paralel iki çizginin de pekâlâ buluşup kesişebildiğini keşfettiğimiz gün, yeni bir uzamda emeklemeye başladığımız ilk gündü sanırım.

Alt tarafı  aynı zamanda üst tarafı da olan şeritlerin, içi-dışı bir yüzeylerin evreninde yaşadığımızı kavradığımız içindir ki, belirsizliğin kadrini bilmeye başladık çoğumuz.

Sanat biraz da, net sonuçlara, basit cümlelere, kanıtlanabilir çözümlere o pek meyyal olan zihnimizin, kesinliğinden medet ummak istediği matematiğin bile er geç ihanetine uğraması sayesinde, müzmin kurtarıcımız olageldi bizim.

Muğlak düşüncelerle barışabildiğimiz, tarif edemediğimiz duyguları anlayabildiğimiz bir varoluş imkânı sunarak kurtardı bizi sanat; tatminsiz meraklarımızı, müphem korkularımızı, bakınca göremesek de varlığını içten içe bildiğimiz boyutları yüzleşilebilir kılıp özgürleştirdi bizi, özgürleştiriyor.

Louise Bourgeois bu özgürleşmenin son dönemdeki öncülerinden biriydi.

“Duygularım, bedenimin büyüklüğüne uygun değil” diyen ufak tefek bir kadındı; “duygularım benim ifritlerimdir” diyen bir kurtarıcıydı.

Bourgeois, 1930’larda Sorbonne’da matematik okurken, geometrik ilişkilerin “öngörülebilir, kalıcı ve kesin” olmasını  sevmiş; sonra bir gün, o da, paralel olmanın asla çakışmamak anlamına gelmediğini kavradığında, o devâsâ, o şeytani duygularına çok daha uygun, belirsizlikleri kucaklamaya çok daha yatkın bir alan olan sanatı seçmişti kendisine.

Onun bu seçimi sayesinde, içimizdekiyle dışımızdaki arasında görünmez bağlar olduğunu bize hatırlatan, kamusal olanla mahrem olanı iç içe yerleştiren, peri masallarının tılsımıyla erotizmin cazibesini aynı mizahi anlatımda buluşturup, zaaflarımızın ortaklığını kavratarak bizi kendimize getiren bir yapıt var şimdi dünyamızda.

Louise Bourgeois’nın Maman (Anne) adını verdiği o pek ünlü dev örümcekleriyle sınırlı bir yapıt değil bu; binlerce heykeli, resmi, enstalasyonu kapsıyor.

Ve bence, o yapıtın her bir parçası, öz itibariyle, hicivle estetiğin, hümanizmle feminizmin birlikte var olabileceklerinden de ziyade, aslında ayrıyken yok olduklarını, zıtlarına dönüşerek kendilerini imha ettiklerini anlatıyor.

Bourgeois bronz bir levhayı tüy kadar hafif, bir kumaş parçasını  külçe altın ağırlığında, dev bir örümceği sevecen ve dost, pembe mermerden oyma çok memeli bir yaratığı hem kadın hem erkek yapabiliyor zira; plastik ve alçıdan bir penisi aynı zamanda havada yüzen bir vajinaya dönüştürebiliyor.

Bundan iki yıl önce, Marion Cajori ve Amei Wallach’ın çektiği muhteşem bir film var; Türkçe adı, Louise Bourgeois: Örümcek, Metres ve Mandalina.

O filmi izleyin, e mi?

Bütün bir hayatı, hüznünü, korkularını, kayıplarını, beceri ve beceriksizliklerini, aşklarını ve ayrılıklarını, özlemlerini ve rüyalarını  dönüştürmeye adayan; yapıtıyla özgürleşmemize yardım ettiğine inandığım; belirsizliklerin kadrini daha nice kuşağa belletmeye devam edeceğini bildiğim bu olağanüstü kadına, bir gazete köşesinde yarım yamalak veda etmek biraz tuhaf zira; bu yazıyı yazarken utanıyorum.

Siyasi gündem sayesinde, paralellerin asla kesişmez gibi göründüğü, üçüncü boyutun bile mucizevî sayıldığı daracık bir evrene mahkûm kalan zihinlerimizin, Louise Bourgeois ile buluşmasını dilemenin fuzuli gelmesi utandırıyor beni.

Doksan sekiz yaşında bir çocuktu o.

Yirminci asrın en büyük sanatçılarındandı. Son heykelini on gün önce yapmıştı. Geçen pazartesi öldü. Nur içinde yatsın.