*Osman Kavala
Sebastian Haffner’in Hitler Üzerine Notlar’ı önemli bir kitap, Türkçeye çevrilmesi çok iyi olmuş. Guido Knopp önsözünde, “konu hakkında bilgi sahibi olmayan okur için hâlâ en iyi Hitler kitabı” olduğunu yazmış. “Adeta bir psikologun divanına uzanmış Hitler: hayatı, icraatları, başarıları, yanılgıları, hataları, suçları, hıyaneti (…) mükemmel izah edilmiş” (s. 9) diyor.
Knopp’un Haffner’in genel olarak yazdıkları hakkında yaptığı değerlendirme, bu kitap için de bir o kadar geçerli: “Onun bildik meseleleri sivri tezlerle, yepyeni ve afallatan bir ışık altında sunmadaki dehası insanları düşünmeye kışkırtır, provoke ederdi.” Kitapta yer alan bu nitelikteki bir dizi tez, kendini konu hakkında fazla bilgi sahibi olmayan bir okur olarak değerlendiren biri olarak, benim de zihnimi meşgul eden meseleleri yeniden düşünmeme neden oldu. Yakın zamanda okuduğum birkaç kitaptan da yararlanarak, Haffner’in notları üzerinden bir ufuk turuna çıkmak istedim.
Hitler ile ilgili yaygın kanaat, malum, canice antisemitizminin ve savaş saldırganlığının aynı ırkçı, faşist dünya görüşünün tezahürleri olduğudur. Haffner de Hitler’in ideolojisinin “nasyonalizm ile antisemitizmin bir füzyonu” olduğunu söylüyor, diptekinin antisemitizm olduğunu vurgulayarak. Sonra da Hitler’in dünya görüşü ve siyasi programını oluşturan unsurları teker teker ele alıyor.
Haffner, Hitler’in Alman ulusunu Avrupa’ya -sonra da dünyaya- hakim kılma planı ile Yahudileri yok etme niyetinin birbirleriyle bağdaşmayan siyasi hedefler oldukları görüşünde. Hitler’in antisemitizminin Alman vatandaşı Yahudilerin ülkelerine olan derin duygusal bağlarını nefrete dönüştürdüğünü, Alman bilim dünyasına tahmin edilemeyecek miktarda kan kaybettirdiğini, dünyanın her köşesinde ekstra düşmanlar yaratarak Almanya’nın itibarına gölge düşürdüğünü, Almanya’nın dünyaya hakim olma davasına başlangıçtan itibaren büyük zarar vermiş olduğunu anlatıyor.
Dünya tarihindeki bütün hadiselerin ırkların mevcudiyetlerini sürdürme içgüdülerinin ifadesi olduğunu düşünen Hitler için tarih, ulusların birbirleriyle savaşmalarından, yaşam alanlarını (lebensraum) genişletme ve dünyaya hakim olma mücadelesinden ibaret. Bu “teori”, belli ki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra şiddetlenen Alman halkındaki sıkıştırılma ve aşağılanma ruh halini yansıtıyor; Hitler’in Avrupa’da asıl düşman olarak gördüğü Fransa’ya diz çöktürmek ve Doğu’da geniş bir yaşam alanı yaratmak için savaşı rasyonalize etmeye yarıyor.
Her ne kadar ulusların sürekli birbirleriyle savaştıkları, özellikle de lebensraum ve dünya hakimiyeti için savaşa girdikleri yanlış bir tarih anlayışının ifadesi ise de, Haffner, Hitler’in Yahudilerle ilgili olan ikinci ırkçı tarih teorisinin bununla tezat oluşturduğunu söylüyor. Hitler’e göre tüm Ari ırklarla Yahudiler arasında da ezeli bir mücadele cereyan etmektedir. Devlet kurma kabiliyetleri olmayan, beynelmilel karaktere sahip Yahudiler, “dış politikada pasifizm, enternasyonalizm, kapitalizm ve komünizm, iç politikada ise parlamentarizm ve demokrasiyi kullanarak”, “Ari ulusları lebensraum için verdikleri görkemli savaşta taciz etmek, zayıflatmak ve böylelikle kendi uğursuz dünya hakimiyetlerini kurmak” için faaliyet göstermektedirler (s. 117). Bu nedenle tüm Ari ulusların bir taraftan birbirleriyle savaşırken, diğer taraftan Yahudilere karşı aynı safta olmaları gerekir. Haffner’e göre, bu iki tarih teorisi, Hitler’in siyasi hedefleri gibi çelişkilidir, bir araya gelmeleri ancak “büyük hokkabazlıklarla” mümkündür. Haffner, Hitler’in Nisan 1945’teki, “İnsanlar Almanya ve Orta Avrupa’daki Yahudilerin kökünü kazıdığım için nasyonal sosyalizme sonsuza dek müteşekkir kalacaklar,” sözlerindeki “enternasyonalist” vurgunun tuhaflığına dikkat çekmiş.
Haffner, sosyalizmin faşizmden farklı olduğu, Hitler’i faşist olarak nitelendirmenin yanıltıcı olacağı görüşünde. Bu çarpıcı değerlendirmesi Haffner’in, sosyalist çevrelerde bir zamanlar revaçta olan Dimitrov’un tanımına uygun biçimde, faşizmi yüksek sınıfların iktidarı olarak tanımlamasından kaynaklanıyor. Hitler’i “gücünü seçkinlerden değil kitlelerden alan (…) iktidara yükselmiş bir halk temsilcisi” (s. 87) olarak görüyor, onun yüksek sınıflarla ilişkisinin gerçek bir ittifak dahi sayılamayacağını iddia ediyor.
Haffner’e göre, nasyonal sosyalistlerin iktidarda olduğu III. Reich, Mussolini’nin faşist devletine benzemez. İtalyan faşistler “korporatif devletin”, yani zümreler devletinin ihyasını hedeflemişlerdir, halbuki “nasyonal sosyalistler farklı zümrelere ait ayrıcalıkların ve sınıfların arasındaki bariyerlerin ortadan kaldırılmasına” (s. 60) taraftardırlar.
Haffner’in tartışmaya çok açık diğer tezi, nasyonal sosyalizmle sosyalizm arasındaki benzerliklerle ilgili. Nasyonal sosyalistlerin “Volkgemeinschaft” (milli birlik) ülküsüyle sosyalistlerin sınıfsız toplum hedefi arasında paralellik olduğunu düşünüyor.
Bu benzerlikler konusuna geçmeden önce Haffner’in Hitler’in devlet yönetimi ile ilgili oldukça önemli bulduğum değerlendirmesini aktarayım. Haffner, “icraatları” bahsinde, Hitler’in şansölye olduğu 1933-1938 yılları arasında ekonomi alanında başarılı bir politika uyguladığını, enflasyonu önlediğini, altı milyon işsize -büyük kısmı savaş sanayi dışındaki sektörlerde- istihdam yarattığını, ancak bunlarla birlikte devlet aygıtını tahrip etmiş olduğunu söylüyor. Hitler’in mutlak iktidarını, “sonsuz, mutlak hareket özgürlüğünü” sağlama alabilmek için kurumları düzgün işleyen bir devlet yapılanmasını, yetkilerini kısıtlayacak bir anayasal düzeni istemediğini, bu nedenle III. Reich’ın 1934 sonbaharından itibaren herhangi bir anayasaya sahip olmadığını belirtiyor. Haffner bu tavrın teorik izahını Hitler’in düşünce dünyasında arıyor ve şu yargıya varıyor: “Hitler devletle ilgilenmiyordu, devleti kavrayamıyordu ve devlete değer vermiyordu. (…) Onu ilgilendiren ırklar ve uluslardı, devletler değil” (s. 120).
Haffner’in bu analizi ve “O popülistti” tespiti bana günümüzdeki popülist hareketleri düşündürttü. Bugünkü popülist hareketler söylemleri ve uyguladıkları politikalar açısından birbirlerine benziyor. Ancak, kanaatimce turnusol kâğıdı devlet kurumlarına yönelik müdahaleleri. Kuralları ve kurumların işleyişini nasıl değiştirdikleri, bu hareketlerin demokrasiye yönelik ne düzeyde bir tehdit oluşturduklarının anlaşılmasına yarayabilir.
Dönelim Haffner’in, Hitler ve sosyalizm ilişkisi konusundaki görüşlerine. Haffner, Hitler’i Stalin ve Mussolini ile mukayese ettikten sonra, Hitler’in “Mussolini’den ziyade Stalin’e yakın bir yerde” olduğu sonucuna varmış. Haffner’e göre sosyalizm Hitler’in nasyonalizm ve antisemitizmin birleşiminden oluşan dünya görüşüne sonradan eklenmiş üçüncü öğe.
Haffner bu eklenmenin nedenlerinin Hitler’in “Almanya’da bir 1918 Kasım’ı yaşanmayacaktır,” sözlerinde bulunabileceği görüşünde. Malum, Kasım 1918, Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği, Almanya’nın savaşın mağlubu olduğunun tescil edildiği ateşkesin tarihi. Aynı zamanda, savaşın son günlerinde, kendilerine İngiliz donanmasına intihar saldırısı düzenlenmesi emredilen Kiel’de demirli donanmadaki denizcilerin isyan ettikleri tarih. Bu isyan kısa zamanda büyüyüp çeşitli şehirlere yayılıyor, işçi ve asker konseyleri kuruluyor. 1919 Ocak ayının başında yüz binlerce işçi Berlin’in merkezine yürüyerek İmparatorluk sarayını işgal ediyorlar, Rosa Luxemburg ile birlikte Spartakist hareketini kuran Karl Liebknecht, Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan ediyor.
Muhtemelen Hitler de, o dönemdeki birçok başka aşırı milliyetçi gibi, komünistlerin kalkışma çıkartarak Alman ulusunu sırtından bıçakladıklarına inanıyordu. 1918 Kasım’ında başlayan ve devrime dönüşen bu isyandan sonra, 1923 yılına kadar, Almanya’nın çeşitli şehirlerinde büyük işçi hareketleri, komünist ayaklanmalar cereyan etti. 1919’un Nisan ayında Münih’te 10.000 kişilik Kızıl Ordu’su ile kısa ömürlü Bavyera Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Ancak tüm bu hareketler komünizme karşı örgütlenen milislerin (Freikorps) yardımıyla kanlı biçimde bastırıldı. Bu kalkışmalar Hitler’in sola ve komünistlere olan derin nefretini kemikleştirmiş olmalı.
Haffner, “Kasım 1918 bir daha asla” sloganıyla Hitler’in hem devrim durumunun tekrarlanmasına imkân vermeyeceğini hem de komünistlerden arındırılmış bir halde girilecek yeni savaşta mağlubiyetin bir daha yaşanmayacağını kastettiğini düşünüyor. Bunun için (Haffner’in dediği gibi), “bütün sol partiler ve Marksist politikacı ve aydınlar yok edilmeliydi”. Ancak, “sol partilerin arkasındaki güç, yani proletarya ortadan kaldırılamayacağına göre bu sınıfın nasyonalizm için politik olarak kazanılması şarttı” (s. 32). Haffner Hitler’in bu amaçla sosyalizme, “sosyalizmin bir türü olan nasyonal sosyalizme” ihtiyaç duymuş olduğunu düşünüyor.
Haffner bu eklenen öğenin salt propaganda malzemesinden, bir retorikten ibaret olmadığı, nasyonal sosyalizmle sosyalizm arasında bazı önemli benzerlikler olduğu kanaatinde. Nasyonal sosyalistlerin farklı zümrelere ait ayrıcalıkların ve sınıflar arasındaki bariyerlerin ortadan kaldırılmasına taraftar olmalarının yanı sıra, III. Reich’taki sosyal hayatta da Demokratik Alman Cumhuriyeti’ndekine benzeyen bir örgütlenme yapısı olduğunu ve bu örgütlerde yürütülen faaliyetler arasında da fark olmadığını söylüyor: “Hayat büyük oranda, insanların çoğunluğunun, üye olmak resmen mecburiyet olsun ya da olmasın, uygulamada dışında kalmalarının zor olduğu aile harici cemiyetlerde veya camialarda yaşanıyordu” (s. 63). “Böyle camialarda yeşeren ve inkâr edilemeyecek şefkat, dostluk ve mutluluk duyguları da benziyordu (…) İnsanları bu mutluluğa zorladığına göre Hitler bu alanda hiç tereddütsüz bir sosyalistti. Hem de güçlü bir sosyalist” (s. 64).
Haffner’e göre, fabrika işçisinin yapmakta olduğu iş açısından çalıştığı yerin mülkiyetinin kamuya mı özel şirkete mi ait olduğu kayda değer bir fark oluşturmaz, ama “işten sonra kendi haline bırakılması ya da fabrika kapılarında bir kolektifin, bir cemaatin (...) onu bekliyor olması kocaman bir fark yaratacaktır” (s. 62). “Eğer sosyalizmin hedefi beşeri yabancılaşmanın bertaraf edilmesi ise, insanların devletleştirilmesi (Haffner, Hitler’in bu tür sosyal örgütlenmeler için kullandığı tanımı kullanıyor) bu hedefe üretim araçlarının devletleştirilmesinden çok daha hızlı ulaşır” (s. 63) görüşünde. Bunun bedelinin bireysel özgürlükler olduğunu hatırlatarak.
Haffner, “Bugünün sosyalist devletlerinin hiçbiri üretim araçlarını devletleştirmekle yetinmemişler, aksine hepsi (…) insanları beşikten mezara kolektif bir tarzda organize etmeye, çalışmış ve kolektif, ‘sosyalist’ bir hayata zorlamış, onları ‘sağlam bir disiplin içine sokmak’ için elinden geleni yapmıştır,” dedikten sonra, şu soruyu soruyor: “Bu durumda Marx’a rağmen şu soru gündeme gelecektir ister istemez: Acaba sosyalizmin bu yönü daha önemli midir?” (s. 62)
Haffner’in “Marx’a rağmen” kaydını düşmesi yerinde, zira sınıflarla birlikte devletin de yok olmasını öngören Marksist teori açısından, bireyin zamanının devlet ya da bir otorite tarafından örgütlenmesi söz konusu değil. Yaşamak için çalışmanın dahi gittikçe daha özgür biçimde gerçekleşeceği bir süreçte, Marx’ın çalışma dışı zamanı bireyin tam anlamıyla özgür olacağı, özgürce kullanacağı zaman olarak tasavvur ettiği açık.
İnsanları özgürlükleri pahasına disiplin altına sokmanın sosyalizmle ilgili olmadığını, sosyalizmin nasyonal sosyalizm ya da faşizmden temel farkının tam da bu noktada bireyin özgürleşmesiyle ilgili olduğunu söyleyerek Haffner’in sorusuna kısmen cevap verebiliriz.
Ancak, Haffner’in sözünü ettiği örgütlenmelerin diğer işlevi olarak ifade ettiği, katılanlar arasında “şefkat, dostluk ve mutluluk duyguları”nı yeşertmesi işlevi, işçi sınıfına ve sosyalist kültüre de yabancı değil.
Kapitalizmin insan emeğini ve insanların hep birlikte toplumsal hayata katılmaları için gerekli olan faaliyetleri (eğitim, sağlık hizmetleri, sanat, vb.) metalaştırmasına karşı, dayanışmanın yaşandığı kolektif yaşam alanlarının yaratılması işçi sınıfının toplumsal refleksi, bir çeşit direnişi olarak görülebilir. Ancak bu sadece nasyonal sosyalistlerle Doğu Avrupa’daki sosyalist yönetimlerin iktidarlarında ortaya çıkmış bir olgu değil. İşçi sınıfının olduğu her ülkede, işçi dernekleri, spor takımlarından sosyal kulüplere kadar işçilerin sosyal ihtiyaçlarına cevap veren oluşumlar ortaya çıktı. Örneğin, Almanya’da Ruhr havzasındaki kömür madeninde çalışan işçiler için kurulmuş devasa kasabada işçilerin bulundukları ortama yabancılaşma hissetmediklerini tahmin edebiliriz.
Ancak, işçilerin bu tür örgütlenmelere katılmaları, işçi kulüpleri, “publar” gibi sosyalleşme alanlarını kullanabilmeleri için işe, iş güvenliğine, temel ihtiyaçlarını karşılayacak düzenli ücrete sahip olmaları; eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerinin ücretsiz ya da bu gelirin küçük bir bölümüyle karşılanabilir nitelikte olması gerekli.
Haffner, 1933’te, Hitler şansölye olduğunda Almanya’da altı milyon işsiz olduğunu, üç yıl sonra ise tam istihdamın yakalandığını belirtiyor. Ekonomideki bu performans sayesinde nasyonal sosyalizm ideolojisiyle mutabakat halinde olmayan Almanların da Hitler’e özel bir sempati beslemeye başladıklarını yazıyor. Bu konuya biraz daha yakından bakalım.
Nazilerin farklı toplumsal kesimlerden ve işçi sınıflarından hangi şartlarda destek almış olduklarını daha iyi anlayabilmek için Hitler Üzerine Notlar’dan sonra yine İletişim’den çıkan Colin Storer’in Weimar Cumhuriyeti Kısa Tarihi kitabı iyi bir kaynak. Burada Almanya’nın Hitler öncesi siyasi, iktisadi kültürel manzarası, sosyal ve siyasi dinamikleri, yeni araştırmalardan da yararlanılarak ayrıntılı biçimde anlatılmış.
Almanya’nın ekonomik büyümesi, reel ücretlerin, işçi sınıfının refahının yükselmesi, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile kesintiye uğruyor, yenilgi Alman ekonomisine büyük bir darbe vuruyor. İşçiler arasında artan huzursuzlukları gidermek amacıyla, enflasyonu arttırmak pahasına uygulanan tam istihdam politikası, 1922’ye kadar yüksek bir ekonomik büyüme sağlıyor, işsizlik büyük ölçüde azalıyor. Ancak bu tarihten sonra hiperenflasyona kayış, markın satın alma gücünün hızla düşmesi, hedeflenen sosyal ve siyasi faydanın gerçekleşmesine imkân vermiyor.
Ağır savaş tazminatlarının ödenmesinde aksama, müttefiklerin Almanya’yı zorlamak için Ruhr sanayi bölgesini işgal etmeleri, ekonomik krizi derinleştiriyor. 1923’te bir insani sefalet manzarası ortaya çıkıyor; özellikle sabit maaş alan devlet memurları, öğrenciler, emekliler büyük bir yıkıma uğruyorlar (s. 119). Bu defa enflasyona karşı uygulanan kemer sıkma politikaları ise iflaslara ve işsizliğin artmasına yol açıyor. Wall Street’in çöküşüyle, Amerika’dan nakit ve yatırım akışının kesilmesi ve dünya ticaretindeki ani daralma felaketi getiriyor. İşsizlik 1929 kışında iki milyona, Hitler’in şansölye olduğu 1933’ün başında ise 6,1 milyona fırlıyor (s. 134). Storer, Ian Kershaw’ın “Kriz Hitler’in oksijeniydi” (s. 213) tespitini aktarıyor, “Weimar siyasetinden hayal kırıklığına uğrayan ve Buhran sırasında iş bulma olasılığı çok düşük olan gençlerin kalabalık sayılarda partiye ve örgütlerine katıldığı” bilgisini veriyor (s. 218).
Storer, bu dönemde dahi kentli işçilerin kitlesel olarak Sosyal Demokratları desteklemeye devam ettiğini, ancak vasıflı işçilere odaklanan SDP’nin, hatta KDP’nin (Alman Komünist Partisi) kent yoksullarıyla, haklarından mahrum çalışanlarla, vasıfsız işçilerle, evsizlerle pek ilgilenmediklerini, bu durumun 1930’dan sonra genç işçilerin Nazizm’e kayışını açıklayabileceğini yazmış (s. 179). 1930’da tüm işçilerin ancak yüzde 13’ü Nazilere oy vermişken, 1932’deki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde bu oranın yüzde 27 ve yüzde 28’e yükseldiğini belirtmiş (s. 217).
Bu tabloyu da dikkate aldığımızda, Hitler’e yönelik işçi desteğinin Büyük Buhran’la hızla artan işsizlikten ve ardından Hitler’in kısa sürede istihdam sağlamasından kaynaklandığını görebiliyoruz. Haffner’in sosyalizme yakıştırdığı kolektif örgütlenmeler ve tabii NSDAP ve SA’lara katılmak muhtemelen bazı genç işçilere cazip gelmiştir (Storer NSDAP üyelerinin yüzde 31,5’inin, SA’nın ise yüzde 63’ünün işçi kökenli olduğu bilgisini aktarıyor) (s. 217). Buna rağmen, büyük işçi kitlelerinin siyasi tavırlarının Naziler yönünde değişmesine yol açan ana faktörün, Haffner’in sosyalist nitelik taşıdığını düşündüğü Nazi örgütlenmesi ve ideolojik öğelerinin çekiciliğinden ziyade, fırlayan işsizlik ve Hitlerin istihdam yaratmadaki başarısı olduğu anlaşılıyor.
Haffner, Marx’ın ve Hitler’in tarih teorilerinde de ortak bir payda olduğunu iddia ediyor: “Bütün dünya tarihini tek bir noktadan yola çıkarak izah edebilme iddiası.” Komünist Manifesto’nun “Bugüne kadar var olmuş toplumların tümünün tarihi sınıf savaşlarının tarihidir,” ünlü saptamasıyla, Hitler’in “Dünya tarihindeki her hadise sadece ırkların mevcudiyetlerini sürdürme içgüdüsünün ifadesidir,” sözlerinin yansıttığı, tarihin, ırkların/ulusların yaşam alanı yaratmak için mücadelelerinden ibaret olduğu anlayışı arasında paralellik kuruyor. Ancak, bence bu uygun bir mukayese değil. Marx ve Engels’in ifadesindeki “savaş”, Hitler’in kastettiği türden bir savaş değil; her sınıflı toplumda, her daim yaşanan bir ilişki, sınıf tahakkümünden kaynaklanan rahatsızlıklar, tepkiler ve direnişlerin tezahürleridir. Marx her toplumun tarihinde sınıf mücadelesi olarak tanımlanacak iç gerilimler, çatışmalar ve dönüşümler olduğuna işaret ediyor.
Daha da önemlisi, Marx ve Engel’in kullandığı “sınıf” ile Hitler’in milli halk gibi bir anlam taşıyan “völkische”si farklı insan doğası, toplum yapısı, tarih ve gelecek anlayışlarını yansıtan kavramlar. Sınıf, üretim ilişkilerinin belirlediği, geçici, değişken ve değişen bir sosyal kategori. Sınıflar, Hitler’in ırkları gibi değişmeyen bir öze sahip değil, üretim ilişkilerinde değişim yeni sınıfların tarih sahnesine çıkmasına yol açıyor. Marx’a göre sınıf tahakkümünün ve sınıfların ortadan kalkmasıyla bireyin özgürleşmesi gerçekleşecek. Sınıf mücadelesinin son evresi olan kapitalist düzende (burjuva ya da proletarya sınıfına mensup) bireylerin metalaşmanın yarattığı yanılsamalarından kurtulmaları, akıllarını kullanarak, bilimsel bilgi temelinde evrensel nitelikte bir dünya düzeni yaratmaya çalışmaları, sınıf mücadelesi ile birlikte mümkün olan, yürüyen süreçler. Bu bağlamda Marx ve diğer sosyalist düşünürler, Aydınlanma’nın insan aklının evrensel niteliği ve bilimsel bilgi edinme ile ilgili temel kabullerini paylaşıyorlar. Nasyonal sosyalizm ve faşizmin insan ve toplumla ilgili tezleri ise çok farklı.
Isaiah Berlin’in Romantikliğin Kökleri kitabını okuduktan sonra, sosyalizmle faşizm (ve nasyonal sosyalizm) arasındaki farkın köklerinin Aydınlanma düşüncesi ve buna tepki olarak ortaya çıkan romantik akıma kadar uzandığını anladım. Berlin, faşizmin 18. yüzyılın son çeyreğinde Almanya’da neşet eden ve Avrupa’ya yayılan romantik akımın mirasçılarından olduğu görüşünde: “Bir insanın ya da bir grubun (…) öngörülmesi, akılcılaştırılması olanaksız bir tarzda ileriye atılan, önceden kestirilemeyecek iradesi fikri’’nin (s. 171) ikisi arasındaki ortak noktayı oluşturduğunu düşünüyor. Berlin’in anlattığı romantik akımın doğuşu ve gelişimi hikâyesinde nasyonal sosyalizmle ilişkilendirilebilecek başka öğeler de olduğunu düşünüyorum.
Berlin, Aydınlanma değerlerine karşı bir taarruz sayılabilecek bu akımın sosyal ve siyasi alanlarda bir tepkiyi yansıttığını; Otuz Yıl Savaşları’nın da etkisiyle, Alman kültürünün 17. ve 18. yüzyıllarda taşralaştığını; merkezî devletin oluşmamasından dolayı bilimsel ve kültürel faaliyetlerin geliştiği Paris gibi bir merkeze sahip olmayan Almanların, bilim ve sanatla Avrupa’nın hakim gücü olan Fransa’ya karşı duydukları aşağılık kompleksinin bu süreçte etkili olduğunu, “bu tepkinin aydın karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı da içerdiğini” yazıyor.
Berlin, romantik akımın öncüsü olarak gördüğü Johann George Hamann’ın insanların asıl istediklerinin, çatışma ve savaş pahasına da olsa, yeteneklerini en dolu ve şiddetli biçimde engel tanımadan geliştirmek olduğuna dair düşüncesinin, Voltaire’in ve Aydınlanma düşünürlerinin rasyonel akla uygun barış ve mutluluk halinde yaşamak ideallerine bir saldırı mahiyetinde olduğunu belirtmiş.
1760’lı yıllarda Almanya’da ortaya çıkan Sturm und Drang (Fırtına ve Baskı) akımının ürettiği tiyatro eserlerinde, güçlülerin, kendilerine nefes alacak alan açmak için zayıfları ezmelerinin, çatışmanın, çarpışmanın, her türlü dehşetin kaçınılmaz olarak evrenin doğasından geldiği temaları işleniyor.
Berlin, Alman romantik akımının kurucu babaları arasında gördüğü Johann Gottfried Herder’in “her insanın bir gruba ait olduğu”, “onun dışına çıkarılırsa kendisini yabancı hissedeceği”, “farklı toplumların değer ve ideallerinin birbirleriyle bağdaşmaz ve uzlaşmaz oldukları”na dair tezlerine de işaret ediyor.
Colin Storer de, Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi kitabında, Herder’in Alman milliyetçi düşüncesine katkısını vurgulamış:
“[Herder] Ortak bir dil ve dine dayalı kültürün insanlık tarihinin gelişimi açısından merkezi öneme sahip olduğunu savundu. Bu kültürleri ‘halklarla’ (völker) özdeşleştiriyor ve milli kimliklerinin, benzersiz dilleri ve özelliklerinde ifade bulduğuna inanıyordu. Bu fikir, sonraki bir buçuk yüzyıl boyunca ve özellikle de devrimci Fransa’ya karşı savaşlar sırasında Almanların kendilerini görme biçimlerini derinden etkiledi” (s. 26).
Güçlü-zayıf çatışmasının kaçınılmazlığı ve meşruiyeti, insanların ancak kendi kültürleri içinde yeteneklerini geliştirebilecekleri ve toplumların ideallerinin birbirinden farklı ve birbirleriyle çatışabilir olabileceği düşünceleri, Alman milliyetçiliği ve nasyonal sosyalizm için temel önemde olan “völkische” kavramının oluşması sürecinin başlangıç noktaları olarak görülebilirler herhalde. Bunlar, Aydınlanma ve sosyalizmin paylaştığı, insan aklının ve toplumsal hedeflerin evrenselliği fikriyatının zıddı olan düşünceler.
Ancak, nasyonal sosyalizmin romantik akımın kaçınılmaz mantıki sonucu olduğunu iddia etmek gayet tabii mümkün değil. Berlin’in de belirttiği gibi, Aydınlanma fikriyatı ve değerlerine tepki ortak bir paydaları olmakla birlikte, farklı ülkelerde romantik akımdan etkilenen farklı siyasi düşünce hareketleri ortaya çıkmış.[1]
Haffner, Hitler’in antisemitizmini “Doğu Avrupa menşeli bir ur” olarak tanımlamış. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla girerken Almanya’da ve Batı Avrupa’da Yahudilerin (belki orta sınıf diye tanımlamak daha doğru) asimilasyon ve entegrasyonu arzuladıklarını ve bu süreçlerin hızla ilerlediğini, buna karşılık Yahudilerin, toplum içinde bir toplum olarak varlıklarını sürdürdükleri Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da antisemitizmin “endemik ve caniyane” olduğunu, “asimilasyon değil, ortadan kaldırma ve yok etmeyi hedeflediği”ni yazıyor (s. 28).
Her ne kadar Haffner çeper semtlerini kastediyorsa da, Stefan Zweig’in Dünün Dünyası kitabında anlattığı, Yahudilerin kent hayatının sosyal ve kültürel etkinliklerine tam manasıyla katıldıkları ve katkıda bulundukları Viyana’yı, Yahudilerin kapalı cemaatler halinde yaşadıkları Ukrayna ve Polonya ile aynı kategoride düşünmek bana çok doğru gelmedi. 20. yüzyıla girerken Almanya’da tavsamakta olan antisemitizmin, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki ekonomik kargaşa ortamında hortlamaya başladığı da dikkate alınmalı. Storer 1922’de, hiperenflasyonun doğurduğu toplumsal gerilimleri anlatırken, Yahudilerin günah keçisi haline geldiğine, Yahudi dükkânlarına ve işyerlerine yönelik Yahudi karşıtı saldırıların aniden arttığına işaret ediyor.
Önsözün yazarı Knopp da, Hitler’in antisemitizmini Viyana yıllarında geliştirmiş olduğu tezine katılmadığını ifade etmiş:
“Hitler sürekli olarak antisemitizminin daha Viyana günlerinden beri bir kaya kadar sağlam olduğunu iddia etmiştir. Ama aslında Hitler’in ağzından 1919 Eylül’üne kadar, onun söylediğini kanıtlayacak antisemitik bir ifade bulamazsınız. (…) Onda travmatik izler bırakan 1918 hezimeti ve Münih Sovyeti hadiseleri, Hitler’in içinde uyuyan gizli antisemitizmi bulaşıcı ve tahripkâr bir Yahudi düşmanlığına dönüştürmüştür” (s. 14).
Kanımca Hitler’in antikomünizmi sadece milliyetçiliğini değil, antisemitizmini de şekillendirmiş. Haffner’in vurguladığı, Hitler’in antisemitizminin farklı niteliğinin antikomünizm ile ilişkisinden kaynaklandığı iddia edilebilir. Hitler, kökeni Haffner’in “sosyal antisemitizm” diye tanımladığı, tefecilik yapan Yahudilere duyulan nefretin bir tür uzantısı olan Yahudi ticaret erbabına karşı beslenen sosyal tepkiyi komünizm karşıtlığı ile bütünleştirmiş, komünist hareketlerin yarattığı korkuyu kullanarak Yahudileri sadece ekonomik sömürüyü temsil eden pasif bir günah keçisi olmalarının çok ötesinde saldırgan bir beynelmilel güç olarak göstermeyi başarmış. Uluslararası tehdit algısı yaratmada Bolşeviklerin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin sosyalist kimliği de önemli rol oynamış olmalı.[2]
Hitler’in şu sözleri, çelişkili olsa da, Yahudileri komünist hareketle ilişkilendirmesini yansıtıyor: “Eğer Yahudilik Avrupa uluslarının yok edilmesi için enternasyonal bir dünya savaşı çıkarabileceğine inanıyorsa, bu savaşın neticesi Avrupa uluslarının yok edilmesi değil, Avrupa’da Yahudiliğin yok edilmesi olacaktır” (s. 180). “Eğer Yahudi Marksist inanç amentüsüyle bu dünyanın uluslarına galebe çalarsa, tacı insanlığın cenaze çelengi olacaktır” (s. 115).
Haffner, antisemitizmin Almanya davasına verdiği büyük zarara rağmen, Hitler’in Avrupa’ya hakim olma hedefine iki kere çok yaklaşmış olduğuna işaret ediyor: “1938 sonbaharında, (Münih Antlaşması’yla) İngiltere ve Fransa’nın tam onayıyla Almanya’nın Doğu Avrupa’daki hakim ülke konumu kabul edildiğinde ve 1940 yaz aylarında, Fransa zaferi ve bir dizi diğer ülkenin işgalinin ardından neredeyse Rusya’nın batısında kalan bütün kıta ayaklarına serildiğinde” (s. 140) Hitler, 1938’de savaşmadan Avusturya’yı ilhak ederek, Birinci Dünya Savaşı sonrasında dağılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu coğrafyasında egemen güç haline gelmişti. “Birinci Dünya Savaşı’nın eski müttefikleri Bulgaristan ve Türkiye de yine Almanya’ya çevirmişlerdi yüzlerini” (s. 144). “Bundan sonra yapılması gereken tek şey bu yeni Büyük Almanya-Avrupa imparatorluğunu düzene sokmak, ona bir karakter vermek ve bünyesinde yer alan uluslara yeni oluşan şartlara alışmak için zaman tanımaktı. Bunun için bir savaşa gerek yoktu” (s. 144-145).
Haffner, 1940’ta Fransa zaferinden sonra da Hitler’in “hakimiyetine süreklilik kazandırma”, “yeni bir düzen kurma” şansını ele geçirdiğini düşünüyor. “Eğer Hitler istemiş olsaydı (…) Fransa’yla bir barış anlaşması yapabilirdi” (s. 147) ve ardından toplanacak bir Avrupa barış kongresi ile “bir tür Avrupa uluslar birliği, en azından bir savunma ve ekonomi ortaklığı oluşabilirdi” (s. 148).
Haffner bu iki kritik dönemde de Hitler’in önüne çıkan, hegemonik güç olarak Avrupa’yı birleştirmek şansını kullanamamasını, “bir devlet adamının yapıcı hayal gücü ve kalıcı bir eser bina etme yetisi”ne (s. 150) sahip olmamasına bağlıyor. Barış anlaşmalarının devletlerin arasındaki işlevini “anayasaların devlet içinde sahip olduğu işleve” benzetiyor. Hitler’in Avrupa’da barışı inşa edememesi ile ülkede devlet kurumlarını düzgün çalıştırmayarak kendisinin kontrol edeceği bir kaos düzeni yaratması arasında ilginç bir paralellik kuruyor.
Haffner’in Yahudi Soykırımı’nın zamanlaması ile ilgili anlattıklarından, bu arzusunun Avrupa’ya hakim olmaya yönelik savaş planına zarar vereceğini Hitler’in de tahmin ettiğini anlıyoruz. Haffner, Hitler’in Rusya’da da Fransa’da oluğu gibi hızlı bir zafer kazanması durumunda İngiltere ile savaşmadan bir barış anlaşması yapmayı planladığını, ancak Yahudi Soykırımı’nın gerçekleşmesinin kendisinin müzakere edilebilecek bir muhatap olmaktan çıkaracağının farkında olduğunu düşünüyor. “Olan bitenlerden İngiltere’nin hemen haberdar olduğu ülkelerde bir kitle katliamının faili olarak görünmemesi gerekiyordu” (s. 185).
“Başka türlü ifade etmek gerekirse, uzun zamandır tutkuyla peşinden koştuğu, bütün Avrupa Yahudilerinin kökünü kazıma emelini ancak İngiltere ile dengeli bir barış (ve bununla bağlantılı olarak Amerika’nın savaşa girmesini engellemek) için her türlü umudu kaybettikten sonra gerçekleştirebilecekti. Bunu ancak 5 Aralık 1941’de, Moskova önlerindeki Rus karşı saldırısı onu Rusya zaferi rüyasından çekip aldıktan sonra yaptı (…) Eğer Rusya’da zafer kazanamayacaksa (…) İngiltere’yle bir barış imkanı da ortadan kalkıyordu. (...) Artık kendisine daha da büyük bir keyif bahşedebilir ve ‘Yahudi sorununun nihai çözümünün’ bütün Avrupa’da hayata geçirilmesi buyruğunu verebilirdi, çünkü bu görünümün İngiltere’de ve Amerika’da yol açacağı etkileri dikkate almak zorunda değildi artık” (s. 186).
Ancak, Haffner’in anlattıklarından, Hitler’in baştan beri planladığının bir soykırım mı yoksa tehcir temelinde bir etnik temizlik mi olduğu çok da belli olmuyor.
Nazilerin Siyonist örgütlere Yahudi grupların Filistin’e gönderilmeleri için izin verdiklerinin biliyoruz. Avrupa’ya, Rusya’ya, Ortadoğu’ya hakim olma planı gerçekleşseydi, Hitler Ari olmayan ırkların arasında bir coğrafyada, mesela Filistin’de, Yahudilerin yaşamasına imkân verir miydi? Rusya bozgunuyla bu ihtimal ortadan kalkmış olduğundan bu soruya cevap veremiyoruz.
Haffner, Hitler’in “hıyaneti”ni anlattığı son bölümde, yenilginin kaçınılmazlığı ortaya çıktığında, Hitler’in Batı cephesinde müttefiklerin istila ettikleri bölgede düşmanın faydalanabileceği her şeyin tahrip edilmesi ve hiçbir hazırlık, ikmal ve iaşe olmadan halkın yürüyerek geri çekilmesi yönündeki emirlerinin Almanya’nın ulus olarak ölümünü emretmek anlamına geldiğini belirtmiş. Haffner, “Hitler’in bu son ve artık Almanya’yı hedef alan kitlesel katliam operasyonunun sebebi kahramanca bir nihai savaşa yeterince istekli olarak katılmadıkları (…) için Almanları cezalandırmaktı” (s. 204) tespitini yapıyor.
Haffner’in aktardığı bu bilgi, yenilginin kaçınılmazlığı ortaya çıktığında kendi halkını dahi gözden çıkaran Hitler’in, soykırımı uygulama kararını almasında, içinde bulunduğu nihilist ruh hali de rol oynamış olamaz mı sorusunu akla getiriyor.
Haffner, Clausewitz gibi savaşı siyasetin doğal uzantısı gibi görüyor. “Devletler arasındaki anlaşmazlıkların tırmandıkları takdirde sadece şiddet yoluyla yani savaşla çözülebilecekleri”ni (s. 169) ifade ediyor. Nürnberg mahkemelerinde yapıldığı gibi savaşı suç haline getirmenin gerçeklerle örtüşmediğini, savaşı daha korkunç hale getireceğini savunuyor: “Çünkü bu durumda kaybetmekte olan taraf artık zafer ya da yenilgi için değil, yaşam ya da ölüm için savaşmak zorunda kalacaktır” (s. 169). Buna karşılık fetihlerin, “barış için kağıt üzerinde kalan bütün savaştan feragat anlaşmalarından daha fayda yaratmış” (s. 171) olduğu kanaatinde. Buna tarihten örnekler vermiş. Roma İmparatorluğu’nun fetihleri sayesinde Pax Romana’nın ortaya çıktığını, Bismarck’ın Almanya’yı savaşla birleştirdiğini hatırlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri Rusya ve Amerika’nın savaştan sonra bir çeşit imparatorluklar kurduklarını ve “hakimiyetleri altındaki bölgelerin bütün dünyada barışın hüküm sürdüğü yegane topraklar olduğunu” iddia ediyor.
Haffner, savaşın ortadan kalkmasının ancak tek bir gücün bütün dünyaya hakim olmasıyla mümkün olabileceği kanaatinde. Ancak, Haffner’in bu anlattıklarından farklı bir sonuç da çıkarılabilir: Tarihte tüm fetihler, güç dengelerinin değişmesiyle yeni savaşlara yol açmış; dünya da tek bir gücün hakimiyetine doğru ilerlemediğinden, savaşlara son verilmesi ancak savaş dışı ihtilaf çözme yöntemlerinin güçlendirilmesi ve savaş çıkaranlara karşı müeyyide tehdidinin sürdürülmesiyle mümkün olabilir gibi gözüküyor.
Avrupa’da (Yugoslavya trajedisini bir yana koyarsak) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çatışma yaşanmamasını ABD ve Rusya hakimiyetine bağlamak da kanaatimce çok isabetli değil. Savaş sonrası oluşturulan siyasi, iktisadi, kültürel kurumlar, farklı ülkelerde yaşayan gençlerin hem ülkeler arası seyahatleri hem de iletişim araçları sayesinde birbirleriyle kurdukları ilişkiler, üniversiteler ve benzerleri savaş için gerekli olan düşmanlık hislerini besleyen düşünce kalıplarını, savaşın siyasetin uzantısı olabileceği fikriyatını ciddi biçimde değiştirmiş. Avrupa’da öğrenci değişim programına savaşa şiddetle karşı çıkmış olan hümanizmin kurucusu Erasmus adının verilmiş olması da kanaatimce bu duyarlılığın göstergesi.
Yuval Harari’nin Sapiens’te belirttiği gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyada savaş ve şiddet nedeniyle gerçekleşen ölümlerin oranı hızla düşmekte. Harari, tarihte ilk defa barışsever bir seçkin grubun dünyada hakim güç haline geldiğini, siyasetçilerin, iş insanlarının, aydınların, sanatçıların savaşı kötü ve önlenebilir gördüklerini söylüyor.
Haffner, Hitler’in Avrupa’ya hakim olmak için savaş çıkarmasını Napolyon’un Avrupa’yı birleştirme girişimine benzeterek, sırf bu nedenle Hitler’in suçlanamayacağını iddia ediyor.
Haffner, Hitler’in savaş çıkarmış olmasından değil, başta Yahudi Soykırımı olmak üzere, yürütmüş olduğu kitle cinayetlerinden dolayı -savaşın başlamasıyla Almanya’daki psikiyatri hastalarının ve Çingenelerin yok edilmesi, Polonya’da seçkinlere, Rusya’da savaş esirlerine yönelik kitlesel katliamlar- bir cani olarak görülmesi gerektiğini ifade ediyor.
Haffner bu kitlesel cinayetlerin bildiğimiz savaş suçlarından farklı cürümler olduklarını, savaş sırasında işlenmiş olsalar da, bunların savaşın parçası olmadıklarını, katliamlar için savaşı bir bahane olarak kullandığını belirtmiş (s. 164-165).
Bu tespit Yahudi Soykırımı ve Çingene Katliamı için elbette son derece geçerli ve haklılığa sahip. Ancak Polonya’da seçkinlerin, “papazlar, öğretmenler, profesörler, gazeteciler, iş adamları”nın (s. 175) yok edilmeleri, doğrudan savaşla ilgili olmasa da, Polonya halkını hakimiyet altına alma planının bir parçası olduğunu Haffner de hatırlatıyor. Haffner’in “Hitler’in sözcüsü” olarak tanımladığı Himmler, Polonya halkının “liderleri olmayan iş köleleri olarak kullanılması” planından açıkça söz ediyor (s. 175). 473.000 Rus savaş esirinin infazını, üç milyona yakının da esir kamplarında açlıktan öldürülmelerini savaşın ürünü olarak görmemek mümkün mü? Savaşın ortaya çıkardığı şiddeti olağanlaştıran durum, siyasi liderlerin vicdani sorumluluk hissetmeden düşman olarak gördükleri insanların ölüm emirlerini vermelerine, ölümlerini meşru görmelerine yol açıyor.
Aklıma takılan soru, ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’yi bombalamasının hangi kategoriye gireceği. Atom bombaları Japonya’nın bir an önce teslim olmasını sağlamaya yönelik olarak, planlı bir şekilde, azami sayıda insan öldürmek amacıyla atılmıştı. Bir kitlesel katliamın doğrudan savaşı etkiliyor olması, savaş aklına “uygun olması”, onu ağır bir insanlık suçu olmaktan çıkartır mı? Başka bir soru da şu; Hitler’in cinayetlerini gölgeleyeceği kaygısı bu insanlık suçlarının geri plana itilmesini meşru kılar mı?
Haffner, savaşlarda karşılaşılan yağmalamalar, cinayetler, ırza geçmeler ve benzeri savaş suçlarının savaştan sonra sessizce affa uğramasının âdet haline geldiğini belirtiyor: “Savaşın tabiri caizse normal korkunçluklarının, iyi vatandaşlar ve aile babalarının öldürmeye alıştığı önlenemeyen bir olağanüstü duruma eşlik eden tezahürler olarak telakki edilmesinde ve savaştan sonra olabildiğince hızla unutulmasında bilgelik vardır,” (s. 172) diye yazmış.
Kazuo Ishiguro’nun Gömülü Dev adlı romanı savaşta yaşanan korkunçluklar ve öç alma konusunu çok düşündürücü bir biçimde ele alan bir kitap.
Eski İngiltere’de geçen romanındaki kahramanların konuşmalarından, nefesiyle insanların belleğini sise boğan canavarın öldürülmesiyle, sadece insanların değerli anılarının değil, savaş sırasında Sakson köylerinde Britonların çocuklara, kadınlara yaptıkları korkunç şeylerin de hatırlanacağını anlıyoruz. Bu hatırlatma artık iç içe geçmiş ortak hayatı dumura uğratacak; ama öbür yandan, güç dengesini değiştirecek yeni bir savaş için Saksonların bunları hatırlaması gerekli.
Hayatının son dönemini yaşayan yaşlı bir Briton olan Axl endişeyle soruyor: “Oysa koca ülkede hangi eski nefretlerin zincirinden boşanacağını kim bilebilir? (…) Dilbaz adamlar eski haksızlıklarla yeni toprak ve fetih arzusu arasında kafiye kurduğunda neler olacağını kim bilebilir?” (s. 259) Sakson savaşçısı Wistan ise, ordularının öç alma tutkusuyla büyüyeceğine inanmakta. Ona göre intikam için hiçbir zaman vakit geç değil.
Ishiguro’nın bu kitapta Haffner’in “savaş suçlarını unutmakta bilgelik vardır” tespitine hak verdiği sonucunu çıkartabiliriz. Ama Sakson savaşçının Britonların tanrısı ile ilgili sorduğu şu soruyu da kaydederek “Kötülüklerin unutulup cezasız kalmasını isteyen bir tanrı nasıl bir tanrıdır beyim?” (s. 249)
Galiba savaşlardan sonra yapılan barış anlaşmalarının ne kadar dengeli olduğu, taşıdığı simgesel ögeler, savaş sonrası siyasi aktörlerin tavırları, yaşananların nasıl hatırlanacağını belirliyor.
Oldukça kanlı bir savaş yaşadığımız Yunanistan’la savaştan sonra Atatürk’ün girişimiyle kurulan dostluk, iki tarafta da savaşla ilgili kötü anıların, Ishiguro’nun kitabında olduğu gibi, zamanla sis perdesinin gerisinde kalmasına imkân vermiş. Bunda yaşanan savaşın ırklar ve dinler arasında tarihî bir hesaplaşmanın parçası olarak tanımlanmamasının ve Atatürk’ün ancak ülke toprakları işgal edildiğinde savaşın mazur görülebileceği yönündeki tavrının da şüphesiz etkisi olmuş.
Buna karşılık 1915’te ağırlıkla ülkenin doğu bölgelerinde Ermenilere yapılanlar torunları tarafından canlı bir şekilde hatırlanıyor. Anadolu’da yaşayan Ermenilerin büyük kısmı katliamlar ve gayri insani şartlarda gerçekleşen tehcir sırasında hayatını kaybediyor, Ermeniler bin yılı aşkın bir süredir yaşadıkları ve canlı bir kültürü yeşerttikleri topraklardan sökülüyorlar. Hrant Dink’in deyimiyle “kökkırıma” uğruyorlar. Türk resmî tezi bunların doğrudan savaşla ilgili olduklarını, bu nedenle savaş suçu kategorisinde ele alınmaları gerektiğini iddia ediyor. Ancak, Osmanlı Ermenilerinin savaşın gidişatını etkileyecek türden silahlı eylemlerde bulunduklarına veya bunları planladıklarına dair bulgular inandırıcı değil. Tehcire maruz kalanlar da sadece doğuda yaşayan Ermeniler olmamış. Buna karşılık, Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulması ihtimali ve bu ihtimali ortadan kaldırma refleksinin 1915’i hazırlamış olduğu söylenebilir, bu nedenle savaş ilişkisi kurulabilir.
Bunlardan çok daha küçük ölçekte de olsa, 1916’da Rus ordusu Doğu Anadolu’dan çekilirken 1917’de Ermeni askerler ve milislerin intikam eylemlerine maruz kalanların torunları da yaşananları hatırlıyorlar.[3]
Savaş bittikten sonra da telafi edici adımlar atılmamış (Ermenilerden kalan mülkler yerel ahaliye dağıtılmış), bir barışma süreci gerçekleşmemiş. Böyle durumlar insanların adaletle ilgili içgüdülerinin düşmanlık, nefret, hatta öç alma gibi duygular geliştirmesine neden oluyor. ASALA cinayetlerinde, Filistinli militanların 1972 Münih Olimpiyatları’nda yaptıkları terör eyleminde dramatik bir şekilde görülmüş olduğu gibi.
Özetle, savaşlar, sadece savaş sırasında insanların psikolojisinin bozulmasına neden olmuyor. Yenilenlerin de adil bulacağı barış anlaşmalarıyla sonuçlanmayan savaşlar ve çatışmaların kötü anıları lanetli bir miras olarak gelecek nesillere aktarılıyor.
Erasmus, Deliliğe Övgü’de “Savaş insanlara değil, insanlıkla ilgisi olmayan canavarlara yakışır,” demiş. Bu benzetme biraz abartılı bulunabilir, ancak savaşın insanları canavarlaştıran ortamlar yarattığı tespitine sanırım daha az itiraz olur. Barışı koruma enerjisini canlı tutabilmek için savaşların korkunçluklarının da unutulmaması gerekiyor. Paradoks gibi görünen bu meselenin çözümü yaşananların nasıl hatırlanacağıyla ilgili. Geçmişte yaşanan savaşlar ırk, millet, din için fetihler ya da ırka, millete, dine karşı saldırılar olarak değil de, insanlık trajedileri olarak kavramsallaştırılabildiğinde, empati duygularının sınırları evrensel bir barış anlayışına temel sağlayabilecek şekilde genişleyebiliyor. Sanıyorum bunun için savaşın insanlar için ne anlama geldiğini çarpıcı bir biçimde anlatan edebiyat ve sanat ürünlerine ihtiyacımız hiç bitmeyecek. Sebastian Haffner’in Bir Alman’ın Hikâyesi ve Stefan Zweig’in Dünün Dünyası kitaplarında da Avrupa’nın yaşamış olduğu iki büyük savaş ve nasyonal sosyalizmin insanları nasıl etkilemiş olduğu çarpıcı biçimde anlatılmış. Bunlar birlikte okunduğunda Avrupa’nın 20. yüzyılda yaşadığı korkunç deneyimler daha iyi anlaşılıyor.
Kaynaklar
Colin Storer, Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi, (çev. Sedef Özge), İletişim Yayınları, 2015.
Isaiah Berlin, Romantikliğin Kökleri, (çev. Mete Tunçay), Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Kazuo Ishiguro, Gömülü Dev, (çev. Roza Hakmen), Yapı Kredi Yayınları, 2015.
Orlando Figes, Nataşa’nın Dansı, (çev. Figen Dereli), Yapı Kredi Yayınları, 2018.
Sebastian Haffner, Hitler Üzerine Notlar, (çev. Hulki Demirel), İletişim Yayınları, 2019.
Stefan Zweig, Dünün Dünyası, (çev. Gülçin Wilhelm), İletişim Yayınları, 2019.
Yuval Harari, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, İnsan Tarihinin Kısa Tarihi, (çev. Ertuğrul Genç), Kolektif Kitap, 2018.
[1] Galiba siyasi tavır alışlarla ilişkisi açısından romantik akımın Almanya’dan sonra en etkili olduğu ülke Rusya. Orlando Figes, Nataşa’nın Dansı kitabında, Rus aydınlar arasında yaygınlaşan fikir akımlarını anlatırken, “ulusal ruh ya da öz kavramı”nı ilk geliştiren Alman romantiklerinden Friedrich Schelling’in 1820’lerde, Rusya’da entelektüeller arasında Tanrı gibi bir statüye sahip olduğunu yazıyor. Rusya’daki bu akımın öncülerinden Prens Odoyevski “Avrupa’yı ancak genç ruhuyla Rusya’nın kurtarabileceğini” düşünüyor. Figes, “ulusalcıların uzun zamandır Batı’nın burjuva kültürü içinde kaybolmuş olan basit köylü sınıfa yaratıcı doğallık ve birlik atfettikleri”ni (s. 294) belirtmiş. Gerçekten de Gogol’un, Dostoyevski’nin, Tolstoy’un eserlerinde modernleşme ile bozulmamış Rus köylüsünün içindeki erdemlerin Rus ruhunu yansıttığını ve bu manevi değerler sayesinde Rus ulusunun içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulacağına dair inancın dile getirildiğini görüyoruz. İlginç olan, Rus aydınlarının Rus ruhunun sadece Rusya’nın değil, tüm Avrupa’nın da kurtarıcısı olacağını iddia etmeleri.
[2] Haffner, Hitler’in Rusya’ya hakim olma planının eskiye dayandığını, Kavgam’da da ifade ettiği gibi, Hitler’in haritasında Rusya’nın lebensraum bölgesi olarak işaretlendiğini söylüyor. Ancak kendisinin de hatırlattığı gibi, Rusya’nın lebensraum coğrafyasına dahil edilmesinin tarihi bir gerekçesi yok. Haffner’e göre, “Hitler’in talep ettiği lebensraum, daha çok Doğu’daydı ve tarihsel değildi, tam aksine fütüristti” (s. 70). 1940 yılında, Doğu Avrupa’da tamamen hakimiyet kurduktan sonra, Hitler’in bütün kazanımlarını riske sokan bir maceraya girişerek Rusya’ya saldırmasında Bolşevikleri yenilgiye uğratmak, beynelmilel komünizmin kalesini zapt etmek tutkusu da rol oynamış olabilir diye düşünüyorum.
[3] Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi Srebrenitsa’da sekiz binden fazla Boşnak erkeğin öldürülmesini soykırım olarak tanımladı. Kitle katliamlarının hangi durunda soykırım olarak niteleneceğinin kesin bir ölçütü yok. Soykırımın tanımındaki muğlaklık nedeniyle, etnik temizlik eylemleri ile arasındaki ayrım da her zaman çok net yapılamıyor.
Bu yazı ilk olarak Birikim'de yayımlanmıştır.