Osman Ulagay*
Pazar akşamı, on gün kaldığım Londra’dan İstanbul’a dönerken ne kadar farklı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu düşündüm bir kez daha. Yarım yüzyıl önce öğrenci olarak İngiltere’de bulunduğum dönemde düşünülmesi bile mümkün olmayan siyasi gelişmelere tanık oldum bu on gün içinde. Liberal demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de, sistemin temelini oluşturan kuralları ve teamülleri hiçe sayarak bir ‘Güçlü Adam’ rejimi kurmaya heves eden Başbakan Boris Johnson’un trajikomik şovunu izledim. Yazılı anayasası olmayan İngiltere’de parlamentoyu devre dışı bırakarak popülist Brexit gündemini uygulayabileceğini sanan Johnson kendi partisinin önemli milletvekillerinin de karşı çıkmasıyla şimdilik istediğini yapamadı ama şansını zorlamak için yasaları çiğnemek dahil her yola başvurmaya niyetli olduğu belli.
Lekelerle dolu bir geçmişi bulunan Boris Johnson bu cesareti nereden buluyor sorusunu sorduğumuzda, ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı ülkelerinin içine sürüklenmiş olduğu derin krizin temel nedenlerine odaklanmamız gerekiyor. Financial Times gazetesinin siyaset yorumcusu Gideon Rachman, yeni yapılan bir kamuoyu araştırmasına katılanların % 54’ünün “Britanya’nın kuralları çiğnemeyi de göze alacak güçlü bir lidere ihtiyacı var” görüşüne katıldığını, bu görüşe katılmayanların oranının %23’de kaldığını belirtiyor. Bu çarpıcı örneğin de gösterdiği gibi, birçok Batı ülkesinde yıllardan beri uygulanan liberal demokrasinin toplumun geniş bir kesiminin beklentilerini artık karşılamadığı ortamda farklı arayışların gündeme geldiği ve popülist ‘Güçlü Adam’ rejimlerinin bu sayede iktidara gelebildiği görülüyor.
ABD’de halen yaşanmakta olanların da gösterdiği gibi, Batı ülkelerinde küreselleşmenin ve dijital devrimin dönüştürdüğü dünyaya uyum sağlamakta zorlanan toplum kesimlerinin tepkisinin iktidara taşıdığı popülist liderlerin temeldeki sorunu çözebilecek bir reçeteleri yok. Ekonomik büyümeye süreklilik kazandıracak bir reçeteleri olmadığı gibi toplumdaki tepkinin temel nedenlerinden biri olan gelir ve servet eşitsizliğindeki patlamaya karşı inandırıcı çözümleri de yok.
Tek bildikleri şey kendilerini destekleyen kitleleri oyalayacak şovlar yapmak. Trump’ın yaptığı gibi kısa vadede ekonomide geçici canlılık yaratacak vergi indirimi gibi adımlarla ve merkez bankalarının adeta süreklilik kazanan düşük faiz politikalarıyla ekonomi şimdilik ayakta tutuluyor. ABD’nin başını çektiği korumacı politikalarla gümrük vergileri yükseltilerek ulusal sanayi sözde korunmaya çalışılıyor. Bu korumacı politikalarının, küreselleşmenin temel direğini oluşturan küresel arz zincirlerini parçalamayı hedeflediği ise yeterince önemsenmiyor. Bunun sonucunda imalat sanayiinin küresel boyutta bir krize doğru sürüklendiği görülüyor ve bunun da küresel büyümeyi aşağı çekmesi kaçınılmaz görünüyor. Korumacı politikalarda ısrar edilmesi halinde bunun ABD ile Çin ve Avrupa ülkeleri arasında ciddi sürtüşmelere yol açması da olası.
Öte yandan Trump gibi liderlerin ve piyasaların, merkez bankalarını faizleri düşük tutma ve küresel likidite bolluğunu sürdürme konusunda baskı altına almasının küresel finans sisteminin temel dengelerini bozmaya başladığı görülüyor. Halen küresel tahvil piyasalarında 17 trilyon dolar tutarında tahvilin eksi(negatif) faizle işlem görmesinin aslında küresel finans sisteminin işleyişinde büyük sorunlara yol açacağı iddiası son haftalarda dünya medyasında sıkça tartışılan bir konu haline geldi. Dolayısıyla kimilerinin çözüm olarak sarıldığı bu uygulamanın aslında yeni krizlerin tetikleyicisi olabileceği de konuşulmaya başlandı.
Geçen Cumartesi günü Financial Times gazetesinin Londra’daki bir malikanenin bahçesinde kurulan çadırlarda gerçekleştirilen etkinliğinde de bütün bu konular ele alındı ve ortaya çıkan tablonun hiç de iç açıcı olmadığı bir kez daha ortaya kondu. Bugün gelinen noktanın birçok bakımdan sürdürülebilir olmadığını ve özellikle Batı dünyasının çok boyutlu bir krizin içine doğru sürüklenmekte olduğu belirtenler hiç de az değildi ama iş çözümlere gelince görüşler farklılaşıyordu.
Kısa vadeli kazanca odaklı olan piyasaların ise bu algıyı henüz fiyatlamadığı görülüyor. Örneğin ABD - Çin ticaret görüşmelerinde olumlu bir adım borsalarda yeni bir yükselişe yol açabiliyor ya da Trump’ın bir tweeti bir anda ortalığı karıştırabiliyor. Yakın geleceği doğru okuyabilmek için bu yazıda değinmeye çalıştığım faktörleri de hesaba katmak gerekiyor.
* Bu yazı ilk olarak Dünya gazetesinde yayımlanmıştır.