*Osman Ulagay
Geçen Pazar yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde iktidarın adayı Binali Yıldırım’ın hezimete uğramasıyla Türkiye siyasetinde yeni bir sayfa açılmış oldu. 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde 13,000 dolayında bir oy farkıyla seçimi kazanan CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun, iktidarın itirazı sonucunda yenilenen seçimde rakibi Binali Yıldırım’a 800,000’in üzerinde bir fark atması, Ak Parti iktidarının toplumun nabzını tutma yeteneğini nasıl kaybettiğini gösterdi. Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’un ve ülkenin geleceği için “yeni bir sayfa” açmayı vadetmesi ve her kesimi kucaklayan bir söylemi benimsemesi, onu ülkeyi ekonomik krize sürükleyen iktidarın duyarsızlığından yakınan seçmen kitlesinin umudu haline getirdi.
Türkiye’deki bu sıcak gelişmeler Batı medyasının önde gelen yayın organlarında da geniş yer buldu. Benim yakından izleme olanağını bulduğum İngilizce yayınlarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı zor günlerin beklediği vurgulanırken seçimin net galibi Ekrem İmamoğlu’nun şaşırtıcı yükselişi ilgi odağı haline geldi.
İmamoğlu özlenen lider mi?
Yerel seçimler öncesinde adı bile bilinmeyen İmamoğlu’nun ortaya koyduğu şaşırtıcı performansla, dış dünyada Türkiye’nin değişmez lideri gözüyle görülen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a rakip olabileceğini göstermesi, Batı medyasında da ilgi odağı haline gelmesinin başlıca nedeniydi.
Ancak bu ilginin önemli bir başka boyutu daha vardı. İmamoğlu, son yıllarda dünya siyasetine damga vuran ve Batı’nın demokrasiye bağlı kesiminde yaygın kaygı yaratan milliyetçi – popülist ‘tek adam’ rejimlerinin öne çıkarttığı buyurgan lider modelini reddeden tavrıyla da dikkat çekti. Halkın karşısına, ötekileştirmeyi değil kucaklayıcılığı, nefreti değil sevgiyi, buyurganlığı değil işbirliğini koyan bir yaklaşımla çıkan İmamoğlu’nun seçmenden gördüğü ilgi, çoğulcu demokrasiyi savunan herkese umut verdi. Amerika’dan İngiltere’ye, İtalya’dan Macaristan’a, Hindistan’dan Brezilya’ya pek çok ülkede siyasete damga vuran popülist –milliyetçi otoriter liderlik modeline karşı barışçı, eşitlikçi ve ilkeli bir profil çizen İmamoğlu bu nedenle de ilgi odağı haline geldi.
Liberal demokrasinin Trump gibi siyasetçilerin yoğun saldırısı altında olduğu bir dünyada, Türkiye gibi önemli bir ülkede ‘tek adam’ modeline karşı çıkan bir siyasetçinin seçmenin yoğun desteğini alarak yükselişe geçmesinin Batı’da ilgi görmesi hiç şaşırtıcı değil.
Batı’nın desteği neden önemli?
Türkiye’de 2002’den beri iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin her bakımdan en başarılı olduğu dönemin, Türkiye’nin Batı ile ve özellikle Avrupa Birliği ile sıcak ilişkiler içinde bulunduğu 2003-2007 dönemi olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Halen 10 bin doların altında sürünen fert başına milli gelirimizin ilk kez 2008 yılında 10 bin doları geçtiğini, Türkiye’ye giren doğrudan yatırım sermayesinin o dönemde 20 milyar doları aştığını, sıfırlarını atan Türk lirasının o dönemde istikrara kavuştuğunu da unutmamak gerekiyor.
O günlerden bugünlere nasıl gelindiğini herkes biliyor. Türkiye şu anda ne yazık ki dış kredi riski çok yüksek olan, yatırım sermayesi çekemeyen ve resesyon tehdidi altında bulunan bir ülke konumunda. Öte yandan Batı dışındaki ülkelerin küresel ekonomideki payının Batı’nın payını geçtiği bir dünyada yaşıyoruz ama küresel sermaye hala büyük ölçüde Batı’nın ve uluslararası finans kuruluşlarının kontrolü altında.
İstanbul’un dünyanın ilgisini ve hayranlığını çeken kentlerden biri olduğunu herkes biliyor. Şimdi bu muhteşem kentin yönetimini üslenecek olan Ekrem İmamoğlu’nun sergilediği siyasetçi profili, ortaya koyacağı büyük projelere ciddi boyutlarda dış finansman ve proje desteği bulmasını kolaylaştırabilir. Bunun gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin Batı ile ve finans dünyasıyla ilişkilerinin kabul edilebilir düzeyde olması gerekir. Biraz iyimser olabilirsek İmamoğlu’nun İstanbul’da açacağı yeni sayfanın Türkiye’nin geleceğini de önemli bir şekilde etkileyebileceğini düşünebiliriz.
* Bu yazı ilk olarak Dünya gazetesinde yayımlanmıştır.