Osmanlı üst sınıf mensupları, bugünkü sağ-muhafazakârların sandığı gibi, büyük ölçüde, Batılılaşma/modernleşme karşıtı değildi. Sağ-muhafazakâr çevrelerin sandığının aksine Cumhuriyet kadrolarına her zaman fazla Batıcı oldukları için karşı çıkmıyorlardı.AKP’nin ilk iktidar döneminde bir ABD gezisinde Tayyip Erdoğan, ‘Biz Türkiye’nin zencileriyiz’ gibi bir şey söylemişti, o zaman bayağı gündem oldu. Türkiye’de ‘zencilik’ ve de ‘beyazlık’ ne demekti, tartışıldı.
Aslında, ‘beyaz Türk’ lafının tedavüle girmesi, bu tartışmadan önce olmuştu... Beyazlık, biraz burjuvalığa ve Batılılığa işaret ediyordu ve kuşkusuz ‘seçkinlik’ ibaresiydi. Sonra, eski merkez-çevre tahlilleri tekrar gündeme geldi, son zaman- larda ‘Anadolu burjuvazisi’nin yükselişi, hatta İstanbul burjuvazisi ile çatışması gündeme geldi. Ben, geçen hafta, ‘AKP’nin sınıfsal öfkesi’ başlığı altında, ucundan bu konuya değindim ve çok özet ve sıkışık bir yazı olduğu yönünde tepkiler aldım. O nedenle bir köşeye sığmayacak bir konuya, yine özetle, ama biraz daha geniş bir özetle bir kez daha göz atalım istedim. Zira, son medya-iktidar kavgasına kadar birçok siyasi tartışmanın geri planında biraz da, bu kadim çatışmanın izleri var. İslamcılık tartışmalarının başından beri, laiklik adına söylenenlerin, bir noktadan sonra, sınıfsal bir küçümsemenin izlerini taşıdığını düşünürüm. İslamcı ve hatta daha geniş çerçevede sağ-muhafazakâr çevrelerde, dolaylı yoldan da olsa, hep bu küçümsemeye işaret ve itiraz edilmiştir. Cemil Meriç, 1946’da görüştüğü o zamanın entelektüel çevresinden Oktay Akbal, Behçet Necatigil ve Salah Birsel’le tanışmalarının ardından, “Kaynaşamadık, Salah’larla. Onlar İstanbul çocuğu idiler, ben taşradan geliyordum” demişti.* Cemil Meriç’in ünlü aforizmaları, kuşkusuz parlak bir zihin dünyasının ürünü idi, ama içerdiği öfkenin bileşeninde hep bu ‘kaynaşamama’nın izleri olduğunu düşünürüm. Sağ-muhafazakâr çevre, kaynaşamadığı çevrenin Cumhuriyet’in ürünü olduğunu düşünüyordu. Kaynaşılamayan çevre, kuşkusuz, Cumhuriyet’in laik, Batıcı, modernist kültür devriminin temsilcisi idi. Taşralı kalabalıklara, bu arada onların âdet ve alışkanlıklarına ve tabii sıkı sıkıya bağlı oldukları dine bu açıdan yaklaşıyor ve küçümsüyorlardı. Ayrılık Cumhuriyet ile mi başladı? Ancak bu kalabalıkların içinden çıkıp, diğerleri içinde erimeyi reddederek bir itiraz sesi haline gelenlerin, yanıldığı şeylerden biri, bu çevrenin veya bu ayrılığın tarihinin Cumhuriyet ile başladığı inancıdır. Evet, Cumhuriyet laiklik esasını kabul ederek ve bu arada mo-dern/seküler/Batıcı kültür devrimi gerçekleştirerek, Müslüman dünyada yaşanan en radikal kopuşu gerçekleştirmişti. Ancak bu kopuşun arka planında Osmanlı döneminin modernleşme süreci vardı. Batılılaşma, modernleşme ve hatta sekülerleşme Osmanlı’nın son döneminde hem resmi politika, hem kültürel farklılaşma süreci olarak yol almıştı. Kültürel süreç, işin başında, doğal olarak, çok sınırlı bir çevreye mahsus, yani bir üst sınıf olayıydı. Batı Müziği’nden Fransız edebiyatına, Batılı alışkanlıklardan modalara kadar her şey önce sarayda ve saray çevresinde ve öncelikle başta İstanbul olmak üzere büyük ve kozmopolit şehirlerde başlamış ve yayılmıştı. Refik Halit Karay, İkinci Meşrutiyet dönemine ait bir anısında, “Çoktandır ki, aileler arasında kaç-göç hemen hemen kalkmış, evlerde erkekli kadınlı, toplantılar yapılmaya başlanmıştı” diyor. O döneme dair başka birçok anı ve romanda, on dokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren, Batılı hayat tarzının yaygınlaşmasının serüvenini izlemek mümkündür. Laikçi denen basının zaman zaman, başörtüsü tartışması alevlendiğinde, ‘İşte padişahların, halifelerin kızları nasıl Batılılaşmış, hiçbiri örtünmüyor’ diye ortaya sürdüğü fotoğrafların arkasındaki olay budur. Ve yine ta o zamandan, Batı karşısındaki yenilginin faturası bir yandan seçkin sınıf dışında kalan kalabalıklara, bir yandan onların sarıldığı dini söyleme (irtica) ve hatta zaman zaman dinin kendisine yüklenmeye başlamıştır. Refik Halit, anılarında, 31 Mart ayaklanması esnasında babası ile bir lokantada öğlen yemeği yerken şarap içtiklerini, sonradan nasıl bir tehlike atlattıklarını, maazallah yakalansalar asiler tarafından asılacaklarını anlatıyor. Şampanya nasıl istenir? Aslında Osmanlı üst sınıf mensubu bir ‘muhafazakâr’ olan Refik Halit, bu anlamda tek örnek değildir. Ancak tipik bir örnektir. Böyle olduğu için de, siyasi muhalefetinin diğer boyutları bir yana, Cumhuriyet kadrolarını sınıfsal olarak küçümseyen biridir. Nitekim ‘Yüz ellilikler’ listesinde yer alıp, sürgünde yaşadığı dönemde (1927), Cumhuriyet Türkiyesi’nde, kendisi hakkında, şampanyalı lüks bir hayat sürdüğü yolunda çıkan bir eleştiri yazısına karşı, “Pek görgüsüz, mahalle çocuğu ve kahve müşterisi olduğunuz için iyi uyduramamışsınız... Şampanya, şişede adı ile istenir ve yine öyle gelir. Salep fincanı, aşure tası, süt güğümü, pekmez kazanı ile değil” demişti. Osmanlı üst sınıf mensupları, bugünkü sağ-muhafazakârların sandığı gibi, büyük ölçüde, Batılılaşma/modernleşme karşıtı değildi, Cumhuriyet ile kavga farklı bir zeminde geçti. Dahası, sağ-muhafazakâr çevrelerin sandığının aksine Cumhuriyet kadrolarına her zaman fazla Batıcı oldukları için karşı çıkmıyorlar, Refik Halit örneğinde olduğu gibi, fazla orta sınıf buluyorlar, küçümsüyorlardı. Bunun en güzel örneklerinden bir diğerine, yine sağ-muhafazakâr çevrelerin çok itibar ettiği, Osmanlı seçkin sınıfı mensuplarından Münevver Ayaşlı’nın hatıralarında rastlarız. Ayaşlı, Mustafa Kemal ile ilgili bir anısında, “Gazi’nin otomobili kapıya geldi, dayandı. İndi tenis kortuna geldi, bize darılmadı, biz de tenis oynayacağız dedi, fakat tenis raketleri de yoktu. Bizim raketleri verdik, başladılar oynamaya. Gazi ile İsmet Paşa hiçbir kaideye riayet etmeksizin oynuyorlardı. Gazi ne kadar yükseğe atarsa o kadar makbul zannediyordu” diyor. O devrin Cumhuriyet Ankarası için ise izlenimi şu; “Efendim Ankara bir görgüsüzlük, zevksizlik meşheri olmuştu. Hiç kimse bir şey bilmiyordu. Ne şehircilik, ne ev tanzimi, dekorasyonu.” Aslında bu durum, Batılılaşma tarihi 20. yüzyılın öncesine giden diğer Müslüman toplumlar için de, özellikle Mısır için de geçerli idi. Niyazi Berkes, 1965’lerde gittiği Kahire’de, seçkin tabakanın gittiği bir opera ortamını anlatırken, ‘Şık tuvaletli hanımlar çoktu. Ama beni götüren hanımın anlattığına göre nerede o krallık zamanındaki opera gecelerinin manzaraları, nerede bunlar!’ Bu ülkelerdeki modernleşme serüveni için de, anı ve romanlar çok ufuk açıcıdır. Bu arada bir de kendi anımı anlatayım. Pakistan’da bir şekilde oranın ‘şık muhiti’ ile tanıştım, tanıştığım insanlardan birinin evine davet edildim. Ortam fazlasıyla Batılı, davetliler dışarıdaki kalabalıktan bambaşka bir âlemde yaşayan insanlardı. Evine davet edildiğim kişi, özellikle İslami çevrelerde meşhur şair İkbal’in torunu çıktı, bu işlerin böyle gittiğini bildiğim halde, ben bile şaşırdım. * π Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, 1994, 37 (Nuray Mert, Radikal)