Koronavirüs salgınıyla ilgili makalelerin sık sık yer aldığı Bilim Akademisi internet platformu Sarkaç'ta bilim tarihi üzerine yazan Osman Bahadır, Osmanlı döneminde veba salgını sırasında halkın duaya çıktığını, sefir ve zenginlerin ise şehri terk ettiğini yazdı.
'İstanbul'da veba ve karantina' başlıklı yazısında Osman Bahadır, İstanbul’u da etkilemiş olan Kara Ölüm’den sonraki ilk büyük veba salgını 1467 yılında görüldüğünü, salgının nedeniyle o sırada Arnavutluk seferinden dönmekte olan Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a gelişini ertelediğini belirtti.
Bahadır, veba salgınlarının 16. yüzyıl boyunca da İstanbul’da aralıklarla devam ettiğini, bir salgında sefirler ve zenginlerin İstanbul’u terk ettiğini, 1591-92 yıllarındaki salgında kendilerini çaresiz hisseden İstanbulluların ise Okmeydanı’nda ve Alemdağı’nda duaya çıktığını kaydetti.
Osman Bahadır'ın yazısının İstanbul'la ilgili bölümü şöyle:
İstanbul’u da etkilemiş olan Kara Ölüm’den sonraki ilk büyük veba salgını 1467 yılında görüldü. Yaz ortasında başlayan salgının şiddetinden, ölenleri gömecek kimse bulunamıyordu. Vebanın en yoğun olduğu yer sur içiydi. Gidecek yeri olanlar İstanbul’u terk etmişti. O sırada Arnavutluk seferinden dönmekte olan Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’da salgın hastalık olduğunu öğrenince gelişini ertelemiş ve ancak kış aylarında salgının sona erdiği haberini aldıktan sonra şehre dönmüştü.
Veba salgınları, 16. yüzyıl boyunca da İstanbul’da aralıklarla devam etti. Bu yüzyılın ortalarında çıkan bir salgında sefirler ve zenginler İstanbul’u terk etmişti. Avusturya-Macaristan sefiri ve Türk Mektupları’nın yazarı Busbecq, 1562’de çıkan salgının en şiddetli döneminde günde 500 kişinin öldüğünü yazıyor. Evliya Çelebi, 1568’deki salgında sur kapılarından binlerce cenazenin çıktığını söylüyor. İstanbul kadısına yazılan 6 Temmuz 1568 tarihli hükümle de, hastaların şehir dışına sürülmesi emredilmişti.
İstanbul’da 1591-92 yıllarındaki salgında kendilerini çaresiz hisseden İstanbullular, Okmeydanı’nda ve Alemdağı’nda duaya çıkarak Tanrı’dan bu salgını sona erdirmesini istemişlerdi.
1618’de, 1637’de, 1655’te, 1662’de ve 1749’da görülen salgınların ardından 1778 yılının Ocak ayında öncekilerden çok daha şiddetli bir salgın çıktı. Galata’da ve Suriçi’nde aynı anda başlayan salgın Mayıs’ta şiddetlendi ve Galata’da oturan Avrupalılar ve zengin tüccarlar şehri terk ederek Tarabya ve Büyükdere gibi Boğaz köylerine gittiler. Temmuzda salgın doruk noktasına ulaşmıştı. Temmuz ve Ağustos aylarında günde en az bin kişi ölüyordu. Eylül’de hafiflemeye başlayan salgın Kasım ayı başında sona erdi.
Veba, İstanbul’da 19. yüzyılda da etkisini sürdürdü. III. Selim zamanında 1803-04 yıllarında onbinlerce İstanbullu vebadan öldü. 1811-1812 salgını ise Mısır’dan, önce İzmir’e sonra da İstanbul’a gelen bir gemideki hasta tayfalardan kaynaklanmıştı. Bu tayfaların şehre girmesiyle hastalık hızla yayıldı. Temmuz 1812’de salgını sınırlamak amacıyla şehrin belirli giriş yerlerine askerler yerleştirildi ve girişler engellendi. Eylül ayında şehir içinde mahalleler arasındaki geliş gidişler de izne bağlandı. Bu sırada günlük ölüm sayısı 1000-1200 civarındaydı. Mahalle imamları ve mezarcılar cenaze kaldırmaya yetişemediğinden askerler de mezar kazmakla görevlendirilmişti. Veba, sefahata ve ahlaksızlığa karşı Tanrının verdiği bir ceza olarak görüldüğü için, Galata, Tahtakale, Kasımpaşa ve Bahçekapı’daki bekar odaları ile batakhaneler yerle bir edildi. 1813 Şubat’ında sönen bu salgında 100 bin ila 250 bin arasında insan kaybının olduğu tahmin edilmektedir. Bu salgın sırasında ünlü Osmanlı hekimi Şanizade Ataullah Efendi (1771-1826), koruma tedbirleri alınmasını önerdiği için alaya alınmış ve suçlanmıştı.
1831-32 yıllarında yaşanan veba salgınında artık dezenfektan önlemlerinin alındığı görülüyor. Vebadan ölenlerin evleri boşaltılıyor, eşyaları yakılıyor ve evler iyice yıkanıp dezenfekte ediliyordu.
İstanbul’daki son büyük veba salgını 1836-37 yıllarında oldu. Bu salgında 25-30 bin kişinin öldüğü sanılıyor. Yabancılar vebadan korunmak amacıyla Beyoğlu sokaklarında siyah muşambalar içinde dolaşıyorlar. Moltke, 22 Şubat 1837 tarihli mektubunda, İstanbul’da yaşayan yabancıların evlerindeki halı, perde, kanepe gibi eşyaları bulaşıcılığı arttırdığı için yok ettiklerini ve bulaştırıcı olmadığına inandıkları kamış iskemleleri ve üzeri muşamba ile örtülü tahta masaları kullandıklarını yazıyor. Bu salgın sırasında İstanbul’da bulunan bir Amerikalı, anılarında salgının yazın başladığını, 3 ay sürdüğünü ve salgın doruk noktasında iken günde bin kişinin öldüğünü yazıyor.
Tanzimat’ın ilanından (1839) sonraki yıllarda İstanbul’da veba salgını görünmez oldu. Bunun başlıca nedeni, karantina, izolasyon ve dezenfeksiyon yöntemlerinin kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Salgınları önlemek için 19. yüzyılın başlarında geçici karantina önlemleri alınıyordu. Fakat art arda gelen salgınları önlemekte bu tedbirlerin yetersiz kaldığı anlaşılınca karantina teşkilatı kurulması yoluna gidildi. 1838 yılında Padişah II. Mahmut’un iradesiyle karantina teşkilatı oluşturuldu ve karantina uygulaması başlatıldı (Venedik’ten 415 yıl sonra). Osmanlılar vebaya taun diyorlar, karantina için de hıfz (korunma) kökünden türetilen bir sözcük olan tahaffuzhaneyi kullanıyorlardı.
Osmanlıların son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında da bazı veba olayları görülmekle birlikte bunlar kitleleri etkileyen bir salgın düzeyine gelmedi.
Başta veba olmak üzere salgın hastalıklar, Osmanlı ekonomik, sosyal, kültürel yaşamını derinden etkiledi. Veba salgınları elbette sadece İstanbul’da değil, Anadolu’da, Balkanlarda, Mısırda ve Arap Ortadoğu’sunda da yani imparatorluğun bütün bölgelerinde görülüyordu. Salgın hastalıkların Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki etkileri henüz bütün yönleriyle gerektiği ölçüde incelenmemiştir.
16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlıların askeri istilasından korkan Avrupalılar, 18. yüzyıl boyunca ve 19. yüzyılın ilk yarısında ise hastalık bulaştırabilecek bir güç olarak ondan korkuyorlardı. Bu korku, Avrupa ülkeleri ile Osmanlı Devleti’nin ekonomik, ticari ve sosyal ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Ayrıca kısa aralıklarla tekrarlayan veba salgınları, yıkıcı sonuçlarıyla Osmanlı ekonomik, sosyal ve entelektüel yaşamının gelişmesinin önünde büyük engeller yarattı.
Bununla birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta kolera olmak üzere görülen yeni salgın hastalıklar, Osmanlı dünyasının Avrupa bilimine yaklaşmasında önemli etkilerde bulundu. Osmanlı yönetimi 1893 yılındaki büyük kolera salgınının kontrol altına alınabilmesi için Pasteur Enstitüsü’nden yardım istedi. Bu ilişkinin sonucu olarak 1894 yılında İstanbul’da Bakteriyolojihane kuruldu [8] . Bakteriyolojihane ülkemizdeki ilk bilimsel araştırma kurumudur. Ülkemizdeki ilk bilimsel araştırma kurumunun bakteriyolojiyle ilgili olması bir tesadüf değildir. Bu kurumda özellikle çiçek hastalığı ve sığır vebası üzerine orijinal çalışmalar yapıldı ve aşı üretildi.
Salgın hastalıkların büyük yıkıcı etkilerinin bilimsel zihniyeti ve gelişmeleri hızlandırmasını da her şeye rağmen olumlu bir sonuç olarak görebiliriz.