'Osmanlı'daki Kürdistan ve bugünkü Kürdistan'

'Osmanlı'daki Kürdistan ve bugünkü Kürdistan'
Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘Kürdistan’ tanımını kullanmasının ardından başlayan tartışmalara İlber Ortaylı tarihçi gözüyle yaklaştı. Ortaylı, Milliyet Pazar'daki yazısında, ‘Kürdistan’ topraklarını anlattı Tarihte Kürdistan olmadığı hep tekrarlanır, doğrudur. Sovyetler Birliği, İkinci Cihan Harbi’nin ortasında Basra Körfezi üzerinden Batılıların yardımını almak için bir bağlantı kurmak zorundaydı. İngiliz kontrolündeki Irak sınırına kadar Batı İran ve Azerbaycan mıntıkası işgal edildi; Sovyetler işgal bölgesindeki Kürtler için Mahabad Cumhuriyeti’ni kurdurdular. Bu cumhuriyetin tarihi, bir kukla hükümet kurmanın ötesinde Kürtler için çok önemlidir ve Mahabad sanıldığı gibi sadece solcu bir cumhuriyet değildir. 1,5 yıl içindeki ihtilaflar, gruplaşmalar ve olaylar göstermiştir ki ömrü kısa olan bu devlet, gelecekteki Kürt hareketi içindeki renkleri ve sorunları da ihtiva ediyordu. Dönem içinde Cafer Pişaveri başkanlığında İran Azerbaycan’ında da bir halk cumhuriyeti kurulmuştu. Savaş kazanıldı, Sovyetler kurdurdukları iki cumhuriyeti Batılılarla yaptıkları antlaşma gereği harcamak zorunda kaldılar. İran kuvvetlerinin dönüşü kanlı oldu. Nedir ki, o günden sonra Kuzey Irak da Kürt hareketine mekan oldu. Osmanlı tarihindeki Kürdistan bugünkü Hakkari (Çölemerik), Irak içindeki Zaho ve Süleymaniye’ye kadar uzanır. İdari bakımdan bu bölge Kürdistan diye anılırdı. Şüphesiz ki bölgenin dışında da Kürt aşiretleri vardı. 19’uncu asırda bu bölge müstakil bir sancak olarak doğrudan merkeze bağlanmıştır ve Şehr-i Zor sancağı veya livâsı adını taşır. Bölgede yoğun olarak bulunan Müslüman Kürtlerin yanında Kürtçe konuşan Nasturi Hıristiyanların ve Kürtçe konuşan Yahudilerin bulunduğu açıktır. Bu son iki grup İkinci Cihan Savaşı’nı izleyen 40 yıl içinde bölgeden tamamen çekildiler. Bir ülkeyi yabancılar inşa edemez Zamanımızın internet sitelerinde ve medyada gösterilen geniş Kürdistan haritasının bugünkü politikalar tarafından yönlendirildiği ve bir hedef olduğu açıktır. Halihazırda Kürdistan denen bölge Irak’ın işgalinden sonra yaratılan bir statüdür. Ne var ki bu Kürdistan’da Kürt olmayan unsurlar da bulunuyor; özellikle Erbil ve Kerkük bölgesindeki etnik gruplar, daha doğrusu halk grubu, bölgenin adının Kuzey Irak diye değil Kürdistan bölgesi olarak telaffuzunu da bir sorun haline dönüştürdü. Amerikan işgali Irak’ın problemlerini artırdı. Bir ülkeyi yabancılar inşa edemez; yabancı işgali hiç kimseye yaramıyor. Osmanlı İmparatorluğu gürültüyle ve aniden ortadan kalktı. Büyük imparatorluklar artlarında üç-beş yıllık değil, yüz yıllık sancılar bırakır. Türkiye belediyeleri hiçbir zaman demokrat biçimde yönetilmedi Bizde belediye reisleri telkin ya da dikta yoluyla adeta tayin edilmişlerdir. Kentlerini yönetenleri belirleyemeyen seçmen de çaresiz; ya partizanca oy verir ya da ufak çıkarlarını gözetir. Bugün belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, il genel meclis üyeleri ve muhtarları seçmek için sandık başındayız. Türkiye’nin siyasi atmosferi, yerel seçimler ile TBMM seçimlerini aynı platforma koymak eğilimindedir. Oysa Fransa ve İtalya gibi yerel demokrasinin kuvvetli olduğu ülkelerde bu iki seçim aynı düzeyde mütalaa edilmez. Mühim olan yaşadığımız şehrin, belde veya köyün selametidir. Türkiye belediye seçimlerini şeklen de olsa, 1864 Vilayet Nizamnamesi’nin uygulanmasından beri tanıyor. Ondan önce Beyoğlu, İstanbul ve İzmir gibi dünyaya açık yerlerde istisnai uygulamalar vardı. 1877 Mart’ında toplanan ilk Meclis-i Mebusan’ın müzakere ve kabul ettiği kanun; Dersaadet yani İstanbul ve vilayetler belediyeleri kanunudur. Kanun tasarısının tartışması sırasında Türk toplumunun öncülerinin ve taşra mebuslarının bu işten yeterince anladıkları da görülmektedir. Buna rağmen belediyeler düzgün ve devamlı seçilen kurullar olmamıştır. Reisler ve hatta belediye meclis üyeleri telkin ya da dikta yoluyla adeta tayin edilmişlerdir. Faşist İtalya’da bile belediye seçimleri tek partiye rağmen bir ölçekte yerel halkın telkinlerine açıkken, bunun ülkemizde derinlemesine tartışılmayan bir konu olarak kaldığı açıktır. Kurnaz başkan şarttı 19’uncu yüzyılda payitaht İstanbul’un nüfusu hiçbir zaman 1 milyona dahi ulaşmadı. Şehrin sıkıntılarını çözümleyen de Sultan Abdülhamid yönetiminin demir yumruğu oldu. Kimse şehir sorunlarının demokratik usullerle halledildiğini görmedi ve bilmedi. Koca imparatorlukta 100 bin nüfusu aşan şehirler; İzmir, Selanik, Beyrut’tu. Bağdat, Halep ve Şam dahi küçük merkezler gibi vilayet idaresinin bir parçası olarak düşünüldü. Belediye reisleri mutlaka kurnaz adamlar olmalıydı. İş yapan çılgınları kimsenin düşünmeye bile tahammülü yoktu. Bu otokratik belediyeler 1946’dan sonra demokratik oldu mu? Hayır. Belediye reislerini bilhassa başkentlerde tayinle getirdiler. Bir tarihte hatırlıyorum, Zonguldak valisi, Demokrat Parti’ye girmedi diye bağımsız seçilen Bartın belediye başkanının görevini tasdik etmediydi. Zaten belediyelerin cılız bütçeleriyle merkezi idareye başkaldıracak hali de yoktu. Reis dediğin mülki amirin yanında yardımcı gibi gezerdi. 1970’lere kadar belediye başkanlarının göze batan mahalli önderler olduklarını söylemek mümkün değildir. Meclis üyeliği memurlara seçilme yasağı dolayısıyla esnafa mahsus bir görevdi. Teşekkülü itibarıyla yaygın tabanı temsil etmeyen bu gibi kurulların demokratik davranmaları beklenemezdi. Aşırı hızlı büyüdü Türkiye şehirleri yarım asır içinde aşırı hızla büyüdü. İstanbul 12 milyon nüfusla bir dünya devi ve yanı başındaki 1,5 milyonluk İzmit’le metropol değil, megapol olarak anılıyor. Bursa 1 milyonu geçti, etrafında büyüyen şehirlerle bir halka oluşturuyor. Ankara 4,5; İzmir ise 2,5 milyona ulaştı. Sekiz şehrin nüfusu 1 milyon civarında. Türkiye’nin yüzde 70’i kentsel alanda yaşıyor ama bu kentlerin hep büyümüş köyler olduğu tekrarlanır durur. Haksız bir hüküm değil; kentler çağdaş demokrasiyle yönetilemiyor. Belediye reisleri tayin ediliyor. Tayin eden tek kişidir; parti genel başkanı... Üstelik bu belediye başkan adayı meclis üyelerinin tespitinde söz sahibi değil. Tabii genel başkan parlamentodaki 500 kişiyi seçmeye alışmış ama 5000 kişinin saptanmasındaki manzara malum. Mali kontrol yok 1983’ten beri belediyelerin gelirleri arttı ama belediye meclis üyelerini saptayamayan halkımız mali kontrolü hiç yapamıyor. Artan gelirler çarpık şehirleşmeyi ve açgözlü sermayenin imar planlarını saptırmasına neden oldu. Seçmen çaresizlik içinde; ya partizanca seçim yapıyor ya da ufak menfaatlere göre birilerinin peşinden gidiyor. Ümit ederiz ki, iktisadi kriz ortamında, Türk seçmeni önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak sonuçlara göre daha çok düşünür, kanaat önderleri daha aklı başında öneriler getirir ve denetim organları yaygınlaşır.