Osmanlı'nın sevgilisi lalenin sergüzeşti

Osmanlı'nın sevgilisi lalenin sergüzeşti

 

Ayşe Hür

(Taraf - 8 Nisan 2012)

 

Osmanlı'nın sevgilisi lalenin sergüzeşti

 

Bahar geldi, etraf rengârenk, doğa kendini son hızla yeniliyor, ama siyasal hayatımız henüz karanlık çağından çıkamadı. Operasyonlar, davalar, iddianameler, uzun tutukluluk süreleri, Meclis’teki kavgaların damgasını vurduğu son yılların en önemli olaylarından birisi Kenan Evren’le Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmaya başlaması idi. Dava kimine göre “Türkiye tarihinde bir dönüm noktası”, kimine göre “çok önemli”, kimine göre “sembolik bir adım”, kimine göre “siyasi şov”, kimine göre “hedef saptırma”.

Sondan başlarsam, KCK iddianamelerinin de aynı günlerde kabul edilmesi “hedef saptırma” diyenleri adeta haklı çıkardı. Basında ve kamuoyunda beklediğim kadar yankı uyandırmayan 2.500 sayfalık ilk iddianame demokrasinin, insan haklarının, ifade özgürlüğünün geleceği konusunda içimizi karartmakla kalmadı, (15 yılla yargılanmayı göze alarak tekrarlayacağım) ülkeyi bir iç savaşın ve bölünmenin eşiğine getiren Kürt Meselesi’nin çözümünü iyice zora soktu. Umalım ki, davanın yargıçları durumun farkında olsun.

Başa dönersem, Evren-Şahinkaya Davası’nın, KCK, Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı, vb. diğer davalarda yaşanan hukuk dışılıkları, hak ihlallerini gözden kaçırmak için açıldığını iddia edenlerin yanılmasını diliyor ve bu davayı “darbeci zihniyetle hesaplaşma yolunda sembolik ama önemli bir başlangıç” olarak görüyorum. Yargılamaların iki kişiyle kalmamasını, işkencecileri, katilleri, onları görevlendirenleri kapsayacak şekilde genişletilmesini (elbette işi yine cadı avına çevirmeden) diliyorum. Ama asıl ve biraz da ümitsiz beklentim, bir daha darbe yapılmasını imkânsız kılacak zihinsel, hukuksal ve kurumsal değişiklikler için hükümetin acilen adım atmasında.

Osmanlı’nın lale sevgisi

Bu girişten sonra ciddi bir siyasi konudan değil de, nisan ayı boyunca İstanbul’un parklarını, meydanlarını, yol boylarını, bahçeleri süsleyecek olan rengârenk lalelerden söz etmemi garipsemezsiniz umarım.

Roma ve Bizans kaynaklarında hiç rastlanmamasından dolayı bize Selçuklular’dan miras kaldığı sanılan (nitekim bilinen ilk lale şiirini 13. yüzyılda yaşamış Mevlana yazmıştır) lalenin, Osmanlı Dönemi’nde, İstanbul’da soyluluğun ve seçkinliğin simgesi olduğunu, adını tarihsel bir döneme, bir semte, sayısız cami ve mescide verdiğini; adına şarkılar bestelendiğini, şiirler yazıldığını; mimariden çiniciliğe, dokumacılıktan camcılığa, ciltçilikten edebiyata kadar uzanan geniş bir yelpazede zengin bir kültür oluşturduğunu biliyoruz. İstanbul’da lale sevgisi her zaman güçlüydü, ama doruğa II. Selim zamanında (1566-1574) ulaşmıştı. Şaşırtıcı gelebilir ama ilk ithalat da o zaman yapıldı. Kırım’dan getirtilen 300 bin “sahraî lale” (kır lalesi) daha sonraları Kefe Lalesi olarak ünlenecekti. Bu tarihten itibaren hem Frengistan’dan (Avrupa) hem de İran’dan lale soğanı getirilmesine devam edildi. Örneğin Nemçe (Avusturya) Kralı III. Ferdinand’ın IV. Mehmed’e (1648-1687) gönderdiği elçi Schmid Von Schwarzenhorn’un İstanbul’a getirdiği hediyeler arasında her birinden dörder tane olmak üzere, on adet de makbul lale soğanı vardı. Soğanların gelişi İstanbul’da büyük heyecan yaratmıştı. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, bu yıllarda Tahtakale, Aksaray, Sultan Mahmud, Ayasofya ve Cebehane Kapusu’nda 80 kadar çiçekçi dükkânı vardı.

Lale sevdasının “lale eğlenceleri”, “lale fasılları”, “lale yarışları”, “lale sohbetleri”, “lale şiirleri” ile doruğa çıktığı Lale Devri (1718-1730), Patrona Halil İsyanı ile kanlı biçimde sonlandıktan sonra İstanbul’un yerli lale türleri yavaş yavaş yok olmaya başladı. (12 yıl, dört ay 13 gün süren bu döneme Lâle Devri adını 1900’lerin başında Yahya Kemal koymuş, Ahmed Refik Altunay, 1913 yılında yazdığı Lâle Devri adlı kitabıyla yerleştirmişti.)

Ne yazık ki, yüzyıllar boyunca İstanbul’da yetiştirilen 1100’den fazla lale çeşidini bugün sadece minyatürlerden, kumaşlardan ve çinilerden tanıyoruz. Hâlbuki Osmanlı ülkesinde lale unutulurken, 1570’lerden itibaren Avrupa’da tam bir lale çılgınlığı yaşanıyordu. Bu güzel ve soylu çiçeğin bu tarihlerde Avrupa’ya nasıl gittiğinin hikâyesini kısa yoldan anlatmak mümkün elbette, ama ben daha ilginç olan uzun yolu tercih edeceğim. Yolculuğumuzun duraklarını, bir yazıtın, bir kavmin, iki seyyahın, bir hanın, bir çiçeğin ve bir el yazmasının hikâyeleri oluşturacak. Umarım sabırla sonuna kadar okursunuz.

Bir yazıtın hikâyesi

1909 yılının (belki de) nisan ayıydı. Avusturya’da Viyana Kraliyet Kütüphanesi’nde Osmanlı tarihi üzerine araştırmalar yapan Alman tarihçi ve dilbilimci Franz Babinger, karıştırdığı kitaplardan birinin içinde bir kâğıt parçası buldu. Kâğıtta Babinger’in tanımadığı bir dilde bazı kelimeler yazılıydı. Babinger, bir süre yazıyı sökmek için uğraştı ancak başaramadı. Birkaç yıl sonra kopyayı Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen’e gönderdi. Thomsen yazının 1893 yılında deşifre ettiği Göktürk yazısına benzerliğini hemen fark etti ancak o da okuyamadı. Görevi devralan Macar dilbilimci Sebestyen Gyula ise, yazının aynen Göktürk yazısında olduğu gibi sağdan sola doğru yazıldığını ve her iki yazıda da kelimelerin (:) işareti ile birbirinden ayrıldığını anlayınca ardını getirdi. Kâğıtta şunlar yazılıydı: “Bin beş yüz on beş senesinde bunu yazdılar. Kral Ulaszlo’nun beş elçisini burada beklettiler. Bilayi Barlabaş iki sene burada idi... hükümdar... Kedeyi Sékel Tamaş bunu yazdı. Hükümdar Selim Beğ burada yüz at ile (alı)koydu.”

Bu bozuk cümlelerden ilk bakışta bir şey anlamak zor oldu. Ama sonra tarih bilgisi imdada yetişti. Sözü edilen Bilayi Barlabaş, Habsburglar tarafından 1490’da II. Ulaszlo adıyla Macaristan Kralı ilan edilen Bohemya Kralı Vladislav Jagiello’nun II. Bayezıd’a gönderdiği elçiydi. Bilindiği kadarıyla, Barlabaş ve heyeti 1513 yılı başlarında İstanbul’a vardıklarında, II. Bayezıd’in oğlu I. Selim tarafından tahttan indirildiğini öğrenmişlerdi. Tarihteki adıyla Yavuz Sultan Selim, babasına kardeşlerini öldürmeyeceğine söz verdiği halde sözünü tutmamış, hatta bir iddiaya göre babasını zehirletmişti. Selim, muhtemelen bu olayların Avrupalıların kulağına gitmemesi için, Barlabaş ve heyetini iki yıldan fazla Elçi Hanı’nda esir tuttuğu gibi zorla İran Seferi’ne, ardından Mısır Seferi’ne götürmüştü. Heyet ancak Papalığın tepkisi üzerine, 1516 yılında serbest bırakılmıştı. İşte Babinger’in kitabın arasında bulduğu kopyada bu olay anlatılıyordu. Muhtemelen Bilayi Barlabaş’ın yardımcılarından biri olan Kedeyi Sékel Tamaş, Elçi Hanı’nda sıkıntı ile geçirdiği günlerden birinde, hanın duvarına bu hapislik olayının özetini kazımıştı. Hikâyenin çözülmesi, bilim dünyasını çok heyecanlandırmıştı. Bu tarihten itibaren sözkonusu satırlar İstanbul Yazıtı diye anılacaktı.

Peki, yazıtta kullanılan alfabe hangi dile aitti?

Bir kavimin hikâyesi

Yazıtın kâtibinin Sekel Tamaş adını taşıması tarihçilerin ilgisini çekmişti, çünkü Osmanlı döneminde Erdel adıyla anılan Transilvanya’da (bugün Romanya ile Macaristan arasındaki dağlık bölge) tarihin çok eski çağlarından beri Sekeller adıyla anılan bir halk yaşıyordu.

“Sekel” (Székely) Macarcada “sınır muhafızları” anlamına geliyordu. Bazılarınca Transilvanya’nın otokton ahalisi, bazılarınca Atilla Hunları’nın kalıntısı; bazılarınca Macar, Peçenek, Kuman ya da Esegel-Bulgar soyundan; bazılarınca Türk boylarından sayılan Avarların bir kolundan gelen bu esrarengiz kavmin (Bram Stoker’in 1897’de yayımlanan ünlü romanı Drakula’daki Kont Drakula, bir Sekel’di. Bugün de Transilvanya ve civarında 1,5 milyona yakın Sekel yaşıyor) bir alfabesi olduğundan söz eden ilk kaynak, 1282-85 tarihli Simon Keza Kroniği idi. Daha sonraki yıllarda da bazı kitaplarda Sekel alfabesiyle yazılmış bazı takvimlerden, şarkılardan, yazıtlardan söz edilmişti. Sözü edilen bu malzemeler ortada olmadığından Sekel alfabesi 700 yıl boyunca tevatür olarak kalmıştı. İşte Franz Babinger’in kopyasını keşfettiği İstanbul Yazıtı, Sekel alfabesi diye bir şeyin olduğunu göstermesi açısından çok heyecan verici bir kanıttı.

Peki, nasıl olmuştu da Osmanlı ülkesinde geçen bir hikâyeyi Sekel alfabesi ile anlatan satırların kopyası Avusturya’daki bir kütüphaneye gelmişti?

İki seyyahın hikâyesi

Yaklaşık 25 yıldır Alman asıllı Fugger Ailesi’nin Macaristan’daki bakır, altın ve gümüş madenlerinin müdürlüğü yapmakta olan Hans Dernschwam adlı Alman aydını, biraz işinden bıktığı için, biraz da seyahat etme merakı yüzünden, masrafları kendi cebinden karşılayarak Avusturya Arşidükü Ferdinand’ı temsilen Osmanlı ülkesine gönderilen heyete katılmaya karar vermişti. Ancak 25 Ağustos 1553’te İstanbul’a geldiğinde heyeti kötü bir sürpriz bekliyordu: Kanuni Sultan Süleyman, üç gün önce Nahçıvan Seferi’ne çıkmıştı. Heyet iki hafta Eminönü civarındaki Yahudi mahallesinde bulunan bir kervansarayda konakladıktan sonra Çemberlitaş’taki Elçi Hanı’na taşındı. Ve tam iki yıl boyunca burada “misafir” edildi. Çünkü padişahı görmeden geri dönmelerine izin verilmiyordu. Ancak o yıllarda yabancıların şehirde dolaşmasına izin olmadığı için, bu misafirlik bir çeşit hapislikti.

1554’ün kasım ayında onları kurtarmak için Felemenk asıllı Ogier Ghislain de Busbecq’in başkanlığında yeni bir heyet gönderildi. Paris, Venedik, Bologna ve Padua üniversitelerinde eğitim görmüş seçkin bir Rönesans aydını olan Busbecq de elçilik görevini aynen Dernschwam gibi yeni bir ülke, yeni bir kültür ve yeni insanlar tanımak için kabul etmişti. Ancak, onun da kaderi Dernschwam gibi Elçi Hanı’na hapsedilmek oldu. İki talihsiz adam, Padişahın seferden dönüşünü bekledikleri bu sıkıntılı günlerden birinde hanın ahırının dış duvarında, yere yakın bir yerdeki uzunca bir taşın üzerinde üç satırlık bir yazıt (kitabe) buldular. Yazıtta kullanılan harfler ikisine de yabancıydı. İlk olarak bunun Atik Ali Paşa Külliyesi’nin üzerine inşa edildiği Bizans kilisesinin bir kalıntısı olduğunu sanmışlardı. Dernschwam, memlekete gittiğinde bir dilbilimciye okutmak için o üç satırın bir kopyasını çıkarttı. İşte bu İstanbul Yazıtı’nın kopyası idi.

Tam o günlerde Kanuni’nin seferden dönmekte olduğu haberini gelince iki arkadaş, 9 Mart 1955 günü apar topar yola çıktılar ve padişahı Amasya’da karşıladılar. Görüşmeler yapıldıktan sonra, herhangi bir başarı sağlayamadan 23 Haziran 1555’te ülkelerine doğru yola koyuldular. Busbecq dönüş yolunda Momentum Ancyranum (Ankara Anıtı) üzerindeki Roma İmparatoru Augustus’un yaptığı işlerin dökümünü içeren ünlü Latince yazıtı kopyaladı. İkili yaklaşık iki ay sonra Viyana’ya vardılar. Dernschwam bu tarihten sonra hayatını Viyana ve Kuzey Macaristan’da geçirdi. Bu dönemde Türkler hakkında önyargılarla zedelense de çok önemli bilgiler veren Anadolu ve İstanbul Seyahat Günlüğü adlı eserini kaleme aldı. 1568 yılında öldüğünde 2.000 ciltlik kitap koleksiyonu varisleri tarafından 500 gulden karşılığında Viyana Kraliyet Kütüphanesi’ne satıldı. İşte hikâyemize konu olan İstanbul Yazıtı’na ait kopya bu kitaplardan birinin arasında bulundu.

Peki, yazıtın aslına ne olmuştu?

Bir hanın hikâyesi

Dersnchwam’la Busbecq’in sözkonusu kopyayı bulduğu Elçi Han 1510-1511’de inşa edilmişti. Adından da anlaşılacağı üzere, elçilerin konaklamasına ayrılmış bir mekândı. Dernschwam’ın anılarında ayrıntılı bir tasviri olan Elçi Hanı, 23 Temmuz 1587 günü tüm Çemberlitaş’ın yok olmasına neden olan korkunç yangından, kurşun kubbelerinden aldığı güçle kurtularak eski görevine devam etmişti ancak 1646’dan itibaren elçilerin artık Galata’da kalmalarına izin çıktığından gözden düşmüştü. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin vergi mükellefi olan Eflak, Boğdan, Erdel ve Raguza’nın kapı kethüdalarına tahsis edildi. 1652 ve 1660 yangınlarında iki kez daha yandıktan ve 1766 depreminde zarar gördükten sonra 19. yüzyılın başlarında posta tatarlarının barınağı olduğu için Tatar Hanı diye anılmaya başladı. 19 Eylül 1865 tarihli korkunç Hocapaşa Yangını’nda bir kere daha yandıktan sonra uzun süre harabe halinde kaldı, sonra yıkılarak yerine Matbaa-i Osmaniye binası, ardından da günümüzdeki Elçi Han inşa edildi. İşte hikâyemize konu olan Sekel yazıtının aslı muhtemelen Hocapaşa Yangını’nda yok oldu.

Peki, bu hikâyelerin laleyle ilgisi neydi?

Bir çiçeğin hikâyesi

Başından geçen bütün tatsız olaylara rağmen, Busbecq, 1555 yılının kasım ayında elçi olarak tekrar İstanbul’a gelmişti. Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında barış anlaşması imzalandıktan sonra 1562’de bir kez daha ülkesine dönerken Busbecq yanında altı deve ile adlarını bilmediğimiz onlarca bitkinin yanı sıra, İstanbul’un ünlü lale soğanını da götürdü. Laleyi ilk kez Edirne’den İstanbul’a giderken, Lüleburgaz civarında, yol kenarındaki tarlalarda gören Busbecq’in o yıllarda bolca ekilen “dülbend” lalesinin adını yanlış anlayıp, “Türkler bu çiçeğe tulipan adını veriyorlardı” demesinin, bugün Batı’da lale için kullanılan tulip/ tulipe/ tulipa sözcüklerinin kökeni olduğu sanılır.

Busbecq, lale soğanlarını Viyana’da dostu botanikçi Carolus Clusius’a teslim etmiş, Clusius, Hollanda’daki Leiden Üniversitesi’ne gitmiş, bu tarihten sonra Hollanda başta olmak üzere tüm Kuzey Avrupa’da binlerce aile lale yetiştirmeye başlamıştı. Başlangıçta Avrupalıların lale sevdası Osmanlılar’ı aratmıyordu. Ancak, 1634-1637 yılları arasında Hollanda’da iş öyle bir noktaya vardı ki sadece profesyoneller değil, orta ve yoksul kesimden aileler bile spekülatörlüğe soyunmuşlar, lale soğanı alıp daha yüksek satabilmek için tüm varlıklarını ipotek ettirmeye başlamışlardı. Soğanlar el değiştirmeden defalarca satılıyor ve inanılmaz fiyatlara alıcı buluyordu. Mesela, o günlerin en gözde lale soğanı olan Semper Augustus’un bir tanesi için bir Hollandalı tüccar “dört ton buğday, sekiz ton çavdar, dört öküz, sekiz domuz, on iki koyun, iki varil şarap, dört varil bira, iki ton tereyağı, dört ton peynir, bir gelin yatağı, bir takım elbise ve bir gümüş kadeh” ödemişti. Uzunluğuna göre bir Admiral van Enkhuijsen lâlesinin değeri, bir taş ustasının 15 yıllık gelirine eşitti. Bugünkü “borsa” sözcüğü de o günlerde lale soğanı spekülatörlerinin fiyatları tesbit etmek üzere toplandıkları Van Bourse ailesinin Amsterdam’daki evinden geliyordu. Ancak, 1637 yılının şubat ayında “Lale Çılgınlığı” (Felemenkçe “Tulpenwoede”) adıyla anılan spekülasyon dalgası sonunda, hükümet lale soğanının borsada işlem görmesini yasaklayınca sonuç korkunç bir yıkım oldu. Binlerce lale üreticisi ve satıcısı tüm mal varlıklarını bir gecede kaybettiği gibi akıl sağlığını, canını yitirenler oldu. Böylece dünyanın en güzel çiçeklerinden biri olan İstanbul lalesi, istemeden tarihin en büyük mali krizlerinden birinde başrolü oynadı.

Bir el yazmasının hikâyesi

Uzun yolculuğumuzu çok değerli bir el yazmasının hikâyesi ile bitirelim. İlk kez 1588’de yayımlanan “Türk Mektupları” (Turcicae epistolae) yazarın İstanbul’da kaldığı yedi yıl içinde öğrencisi ve arkadaşı Nicholas Michault’ya yazdığı dört; resmî makamlara yazdığı iki uzun mektuptan oluşur. Busbecq mektuplarından birinde, İmparatorluk Kütüphanesi için 240 ciltlik bir yazma koleksiyonunu deniz yolu ile Venedik’e yolladığından söz ediyor ve şöyle diyordu: “Bunların çoğu alelade eserlerdir. Fakat bazıları pek kıymetlidirler. Bunları şuradan buradan bin zahmetle topladım. Bu yoldaki eserlerin artık sonuncularıdır. İstanbul’da koca bir hazine bıraktım. Bu, Dioscorides’in bir eseridir. Gayet eskidir. (...) Kitap Hamon isminde bir Yahudi’nin oğluna aittir. Hayatında (Kanuni) Süleyman’ın doktoru idi. Kitabı satın alacaktım. Fakat fiyatı beni korkuttu. Yüz altın duca istediler.”

Sözü edilen el yazması kitap Roma İmparatoru Neron’un ordusunda botanikçi olarak görev yapan hekim ve eczacı Dioskorides’in 50 ila 70 yılları arasında kaleme aldığı sanılan De materia medica adlı eseri olmalıdır. Bilindiği kadarıyla kitapta 498 bitki, 100 kadar hayvan (özellikle küçük kuş) minyatürü ile 1000 kadar ilaç tarifi yer almaktaydı. Aslı henüz bulunmayan beş ciltlik eserin bir kopyasının 512-513’te Konstontinopolis’li soylu hanım Anicia Juliana için hazırlandığı; bu kopyanın 1204’ten sonra şehri işgal eden Latinlere (Haçlılara) geçtiği, ancak 14/15. yüzyıllarda Petra’daki (bugünkü Karagümrük) İoannes Prodromos Manastırı’nda sakladığı, 1520’den sonra da Kanuni’ni hekimlerinden Moşe Hamon’un eline geçtiği sanılıyordu. Bugün Avusturya Milli Kütüphanesi’nde bulunan ve Viyana Dioskoridesi diye bilinen yazmanın bu kopya olduğu sanılır. Eğer bu doğruysa daha sonra birileri Busbecq’in ödeyemediği 100 altın duca’yı temin etmiş ve bu değerli eseri Viyana’ya götürmüştür!