Ötanazi

Ötanazi

Murat Kapkıner

Bizim Mustafa Karaosmanoğlu. Mülteci ve ya mürteci lakaplı, şimdilerde Vâride’nin saygın yazar ve şairi. O yıllar Konya’da mimarlık okuyor. (Hamdolsun, mezuniyet çorbasında tuzumuz bulunduğu için o gün bugün sevinirim). Seçkin birkaç genç arkadaşımdan biriydi. Bir gün kendisini çok etkileyen bir tiyatrodan bahsetti: Bir adaya düşen kazazedeler birbirlerini yemişler. Rızayla. Böyle böyle bir kişi hayatta kalabilip bi şekilde kurtulmuş: “Bu yanlış öykünün neresi seni etkiledi” dedim ilkin. “Abi başka ne yapsınlar ki; ölüm kesin” dedi. “Ama işte biri ölmemiş” dedim. “Ama birbirlerini yedikleri için o birisi ölmemiş” deyince: “Mustafa’m ölmen söz konusu olunca beni mi yiyeceksin” dedim.

Bu arada, hep iyi anılarla yad ettiğim Mustafa’ma, bilvesile tekrar selam olsun (dayı derim ona).

Bu akşam on üç yaşındaki kızım Sılagül’le ötanaziyi konuştuk. Doğrusu tartıştık. (Doktor Ölüm’ü izlemiştik).

“Bu konuda doğrunun ne olduğunu ben de bilmiyorum; gel beraber arayalım” dedim.

Otuz-otuz beş yıl kadar önce izlediğim bir siyah beyaz film şöyleydi: Bir Amerikalı patron hastadır; ölümle muştulanmıştır. Çor-çocuk başındalar, hekimler uyuşturucu veriyorlar. Filmin ilerleyen dakikalarında adam birden yorganı yatağı savurup ayaklandı; cin gibi. Etrafı, panikle: “Baba! Amca! Dede! Ne yapıyorsun; bu intihar” dediklerinde o: “ölümü, herkes gibi an be an doğal biçimde yaşamak istiyorum; bundan sonra ilaç iğne yok” dedi.

Sonra Mustafa diyaloğumu anlattım kızıma.

Sorunun şu soruya yanlış yanıt veriliyor oluşunda yattığına geldik: Doktorlar veya bütün insanlar sana “öleceksin” deseler de öleceğini yakinen nereden biliyorsun. Ve bu tezimizi kesirulvukuu kanser hastalarıyla destekledik: “Altı ay yaşarsın”. Doğru; çoğu altı ay yaşıyordu ama yadsınamayacak bir bölük de yirmi yıl daha yaşayabiliyordu.

Mesele beşer aklının tüm kapasitesiyle de olsa verdiği kararın sorgulanıp sorgulanmayacağıydı. Öleceğimize “biz”, “biz insanlar” karar veriyorduk. Halbu ki bu iş bizim işimiz değildi.

Bursa’da özel hastane sahibi, beyin cerrahı bir arkadaşım anlatmıştı: “kafatası paramparça olmuş bir yaralı getirdiler. Salt görev olduğu için kestik biçtik, sardık sarmaladık şuraya koyduk hastayı. Ölmesi gerekiyordu. Altı ay sonra sıfır sorunla taburcu ettik; benim işim elimden geleni yapmak; kimseye ömür biçmek değil”.

Sıla gül’le şu ‘arasonuç’a da varmış olduk böylece: Kişi eğer inanmıyorsa ötanazi istemesi doğaldır; niye daha fazla acı çeksin. (Bu arasonuça da ilerde irdelenmek üzere  vardık).

Ama eğer inanıyorsa, en olanaksız durumlarda bile, ecelinin ancak Tanrı’nın bilgisi ve takdirinde olduğuna da inanır. Bu ölmeyeceğim demek olmadığı gibi öleceğim demek de değildi; inananlar için.

Bir de “Ölmek Sanatı” diye bir şey de var biliyorsunuz Andre Maurois’nun konu ettiği.

Gelelim inanmayana: Bu ötanazinin taa tabanında Sokrates var. Şöyle diyordu 2500 yıl önce: “Ruhen hasta olanlarımızı yargıçlarımız, bedenen hasta olanlarımızı da hekimler öldürecek”. Evet sağlıklı, sorunsuz nesiller için. Bunun uzantısı moda bir görüş Müslümanlar arasında dillendirilmeye başlandığında ‘hoop’ demiştim. Neymiş: hasta olan ölmeliymiş, müdahale edilmemeliymiş, modern tıp küfürmüş vs. Yirmi üç yıl önce yayınladığım ilgili paragrafları buraya alıyorum:

“Baktım ki Sokrates karşımda.  Bu kardeşim bunları elbette güncel kitaplardan okuyor, biliyorum. Hem de İslamî kitaplardan…..

O kardeşlerimize o zaman: “Eğer sen de at, ceylan, solucan filan olsaydın söylediğin doğru olurdu ve Tanrı seni sana bırakmadan düşündüğün şeyi senin iraden dışında gerçekleştirirdi. Ama sen insansın. (Niye biz insanlar ikidebir en çok da insan olduğumuzu unutuyoruz). Sen insan olduğun için acı çekerken bir başka insan sana merhamet duyacaktır; yani yarana merhem çalmak isteyecektir. (Çalamayacaktır; o ayrı; o senin vehmettiğin şey gene olacaktır, seni o yasanın, O’nun elinden kimse alamayacaktır; o ayrı). Ama bir insani vak’a, unsur yaşamış olacaksınız ikiniz de; merhamet duyarak, hayatın dramatik belki trajik unsurunu duyumsayarak. Bizleri niye kurt yapmak istiyorsun. Eğer insan olmasaydın, bir yüreğin olmasaydı söylediklerin doğru olabilirdi. Sokrates yüreksizin tekidir, gitme onun peşinden: yaşasın en sağlıklı, yaşasın en varlıklı, yaşasın en yakışıklı, yaşasın en güçlü… Gerisi? Gebersin”. (Vâride. Sayı:17. İlmin Aidiyeti. Temmuz 1991. Yazının tamamı dergimiz Tıpkı Basım bölümünde bulunabilir).

Sokrates, ideal bir toplum istiyordu; hastası, bunalımlısı, hatta şairi olmayan. Gerçekten tek malzemesi olan eko-dünyada da geçerli yasa buydu. Ama onların hayvan, bizim insan olduğumuzu unuttu mu, görmezden mi geldi bilmiyorum.

İş bu ötanazi, temelde Sokratesçiliktir: Hasta olan ölsün. Niye. Çünkü hem kendine hem yakınlarına sıkıntı olacak. Sıkıntısız bir dünya isteniyor. Düşleyelim: Eşlerin, oğulların, torunların, arkadaşların vs, hasta olan yakınlarına şefkat gösterme, hizmet ederek, kıçlarını temizleyerek şefkat göstermeleri, merhamet ederek ruhen  ve deneyim açısından olgunlaşma olanakları ellerinden alınıyor. Bunun sonu merhamet etmeyi, dayanışmayı, acımayı bilmeyen bir topluma varır ki işte o noktada artık  ‘insan’dan bahsetmek zordur.