Oya Baydar: Gençliğin sorunları değişmedi

Oya Baydar: Gençliğin sorunları değişmedi
T24- Oya Baydar'ın kırk yedi yıl önce yazdığı ilk kitabı "Savaş Çağı Umut Çağı", Can gençlik yayınevi tarafından yeniden yayımlandı. Kitap, o yılların gençlerinin hikayesini anlatırken, gençlerin sorunlarının değişmediğini, günümüz gençleriyle kitaptaki karakterlerin yaşadıklarının benzerlikler taşıdığını söyleyen Baydar, "Zamanlar değişti kuşkusuz. Dünya, Türkiye, gençlik değişti; ama korkular, duygular, gençliğin sorunları özünde değişmedi gibi geliyor bana" dedi.Radikal kitap ekinden Efnan Atmaca'nın Oya Baydar ile gerçekleştridiği ve "Gençliğin sorunları değişmedi" başlığını taşıyan (09 Temmuz 2010) söyleşisi şöyle:Gençliğin sorunları değişmediOya Baydar’ın kırk yedi yıl önce yazdığı ve 1966’da yayımlanan kitabı yeni yayınevi Can Gençlik tarafından bugünün gençlerine ulaştırılıyor. Baydar’ın yeni basımda ‘Bir Yirmi Yaş Güncesi’ altbaşlığını koyduğu kitap 1962 ile 1963 yıllarında geçiyor. Baydar’ın kahramanları o yıllarda yirmili yaşlarını süren hepsinin farklı bir hikâyesi olan gençler. Biri köy çocuğu Ramazan, diğeri karaborsa zengini ailenin oğlu Cem, ailesinin maddi yükünü omuzlarında taşıyan ve hem kendi hem onların geleceğini kurtarmak için metreslik yapan Sevgi, Türkiye’yi kurtarmak için kendine yol gösteren birinin izine düşmeye hazır ama hayal kırıklıklarıyla bu idealden vazgeçen Mehmet ve Baydar’ın kitaba adını hiç koymadığı ‘herkes’ olarak nitelendirdiği anlatıcı. Kitapta bu gençlerin hayallerine, yaşadıkları yılların onlar üzerinde yarattığı sorumluluğa, umutlarına ve umutsuzluklarına şahit oluyorsunuz. İlginçtir ki hikâyeleri çok tanıdık, yıllar belirtilmemiş olsa sanki bugünlerde geçiyor hikâyeleri. Onlar Cumhuriyeti kuran kuşağın Türkiye’nin geleceğini teslim ettiği gençler. Bu ideal uğruna kâh savaşıyor kâh vazgeçiyorlar. Umutla umutsuzluk arasında bir yolculuğa çıkıyorlar. Kitabın dili oldukça sade, samimi, içten. Bir solukta okuyabilirsiniz diye nitelendirebileceğimiz romanlardan Savaş Çağı, Umut Çağı. Biz de bir solukta okuduktan sonra bugünün gençliğiyle o kadar benzetiyoruz ki onların hikâyesini hemen Baydar’a koşuyoruz, bu kitabın hakkında söyleyeceklerini duymak için. Konumuz elbette gençlik oluyor, dün ile bugünün gençliğinin benzerliğini ve farklılığını konuşuyoruz yazarla. O da bizimle bir zaman yolculuğuna çıkıyor ve o günden bugüne değişenleri anlatıyor.Öncelikle 1966’da yayımlanmış kitabınızın kırk dört yıl sonra yeniden yayımlanmasına nasıl karar verdiniz?Epeyce zor bir karar oldu. Yayınevim bu teklifi getirince önce korktum, olmaz dedim. İlki 1958’de Hürriyet gazetesinde yayımlanmış üç gençlik romanım vardı. Savaş Çağı Umut Çağı bunların sonuncusuydu, ama konusunu, içeriğini bütünüyle unutmuştum. “Bir okuyayım da konuşuruz” dedim. Okuyunca, kendim de hayret ederek günümüzle büyük benzerlik taşıyan bir dönemi anlatmış olduğumu fark ettim. Elli yıl öncesinin gençlerinin duygularını, düşüncelerini, sorunlarını aktaran bir metindi; sandığım kadar kötü de değildi, en azından içten ve içerden bir anlatımı vardı. Yayıncım da beni cesaretlendirince, kabul ettim.Kitapta kendi çocukluk ve gençlik yıllarınızı anlatıyorsunuz. Bugünün gençliğiyle aranızda nasıl farklar buluyorsunuz?Yanılıyor muyum bilmem; zamanlar değişti kuşkusuz. Dünya, Türkiye, gençlik değişti; ama korkular, duygular, gençliğin sorunları özünde değişmedi gibi geliyor bana. Güvenme, inanma isteği, arayış, kararsızlık, militanca bağlılık veya inanç, hayal kırıklıkları ve asıl gençliğin en önemli niteliği: umut... Kitap kahramanının çocukluğu, savaş korkusu içinde, yeni başlangıçların ve yeni yıkımların eşliğinde geçiyor ve bu umut ile umutsuzluk arasında gidip gelmesine yol açıyor. Bugünün gençliğine baktığımızda sizin yaşadıklarınızdan farklı bir zaman diliminde yaşamalarına rağmen aynı iniş çıkışları gözlemliyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?Savaş Çağı Umut Çağı’nı yazıldığından kırk yedi yıl sonra okurken, bu soru üzerinde epeyce düşündüm. Neredeyse yarım yüzyıl öncesinin dünyasıyla günümüz dünyasının temel sorunları ne yazık ki özünde aynı kalmış. Savaşlar, şiddet, yarınlara güvensizlik; bir yandan da değiştirmek için, daha iyi bir dünya, daha iyi bir Türkiye için mücadele isteği ve başarabilme umudu. 1940’ların, 50’lerin, 60’ların çocukları-gençleri bu umudun adını ‘devrim’ koymuşlardı. Bugünün gençleri farklı adlandırabilirler; ama özü yine aynı kalıyor: Savaşsız, şiddetsiz, adaletli, eşitlikçi bir dünya özlemi.Kitabı okurken eğer siz yılları koymasaydınız ben Savaş Çağı, Umut Çağı’nın günümüzde geçtiğini düşünürdüm. Sizce yaşananların bu kadar benzemesi bizim ülkemizin politik yolunun eseri mi yoksa toplumumuzun yaşadıklarından çok fazla ders almamasından mı kaynaklanıyor?Haklısınız, ancak bu benzerlik benim öngörümden, başarımdan kaynaklanmıyor; ülkemizin sorunlarını çözememiş olmasından kaynaklanıyor. Yine de haksızlık etmeyelim; son elli yılda çok acılar çekildi, olumsuzluklar yaşandı, hâlâ da yaşanıyor; ama ağır da olsa gelişmeler var. Toplumların yaşadıklarından ders çıkarmaları ağır bedeller ödeyerek oluyor ne yazık ki. Bir de tabii her toplumun tarihinden gelen kendi olumlu olumsuz özellikleri var: Türkiye toplumu çatışma ve cepheleşmeye yatkın, bu konularda provokasyonlara açık bir toplumdur. Aynı zamanda ideolojik, dinsel, etnik farklılıkların, kültürel farklılığı da aşan yarılmaların derin olduğu bir toplumdur. Uzlaştırıcı, bütünleştirici, barışçı olmayan siyasetler ve tahrikler düze çıkmayı engelliyor, geciktiriyor.Bunca yaşanmışlıktan sonra çok klişe de olsa ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ sözü gerçek mi sizce?Yapmakta olduğum bir çalışma nedeniyle zamanın gazetelerinden, dergilerinden 1965-1980 arası yaşanan olayları derlemeye çalışırken biraz da dehşetle fark ettim: Nedenleri farklı da olsa, hele de 1976-1980 arasında o zamanlar sağ-sol çatışması denen, aslında ülkeyi istikrarsızlaştırmaya ve faşist diktaya götürmek için tezgâhlanmış olaylarda bir ayda beş yüz kişinin öldüğü bile olmuş. Bunları hatırlayınca insanın içini acı bir yenilmişlik duygusu kaplıyor, tarih tekerrürden ibaret diyorsunuz. Ama bu öldürücü bir ruh halidir, kişiyi etkisizleştirir ve bitirir. Hayır; aslında tarih tekerrürden ibaret değil. Gençliğimizde öğrendiğimiz Marksist diyalektiğe göre, değişme ve gelişme dairevi değil helozonidir. Yani devran döner ama daire aynı seviyede kapanmaz bir üst dolanımla helezonlar çizerek gider. Buna hâlâ inanıyorum ben. Umudumu hâlâ koruyabilmem de bu yüzden belki.Kitabı altbaşlık olarak ‘Bir Yirmi Yaş Güncesi’ adını koymuşsunuz. Bugünün yirmili yaşlarını nasıl gözlemliyorsunuz? Babasının kahramanımıza yüklediği ‘kurtarıcı’ misyonunu onlara yükleyebiliyor musunuz?Kahramanımızın babası, Cumhuriyet’in kuruluşunu, sonraki umut yıllarını yaşamış, ama hem siyasal- toplumsal gelişmelerde hem de kendi yaşamında hayal kırıklıklarına uğramış bir Cumhuriyet bürokratı. Kendi yapamadıklarını kızının kuşağının başaracağına inanmak istiyor. Baba’nın kuşağı, Cumhuriyet elitinin ‘kurtarıcılık’ misyonunu sahiplenmiş kuşaktır. Farklı idealler ve ideolojiler peşinde de olsak, benim kuşağım da kurtarıcılık misyonunu yüklendi. Hele de biz Marksistler, sadece ülkeyi değil, dünyayı kurtarmaya, güneşi zaptetmeye aday görüyorduk kendimizi. Bu misyon 19. ve 20. yüzyılların değerlerine uygundu. 21. yüzyılda, bugün geldiğimiz noktada kurtarıcılara değil doğayla ve bütün insanlarla barışık, herkesin hakkını ve özgürlüğünü kendi hakkı ve özgürlüğü gibi gözeten, ötekileştirmeyen ve öteki olmayan insanlara ihtiyacımız var.Genç kahramanımız gelinen noktada suçu kendinden önceki nesillere yüklüyor. Sizce bugünün gençlerinin de gelinen bu noktada suçu kendilerinden önceki nesillere yüklemeye hakları var mı? Toplumlar gibi insanlar da bir tarihsel birikimin sonucudur. Hepimiz, hem birey olarak hem de kuşaklar olarak atalarımızın, bizden önce gelen kuşakların genlerini, birikimlerini, tortularını taşıyoruz. Suç, demeyelim de hata diyelim isterseniz; evet her kuşak önceki kuşakların hatalarının bedelini öder; o hataların ağırlığını duyar.Biraz daha açık sormak gerekirse 1963’te biten kitabın ardından sizin satırlarınıza kahraman olanlar nerede hata yaptı da gençlere yine umutsuzluk miras kaldı?Bu soruya cevap verebilmek için bir Türkiye, hatta dünya tarihi yazmak gerekirdi. Tarihteki hatalar milyonlarca hatanın veya sevabın çatışmasından oluşur. Yani tarihte ve toplumda iki kere iki dört eder türünden kurallar ve determinizm yoktur. Mutlak doğrular, mutlak iyiler ve kötüler de yoktur. Tarihsel gelişmenin volontarist (iradi) yorumlarına uzağım. Umut ve umutsuzluk tarih ruhunun kendisidir. Benim kuşağım da, bütün kuşaklar gibi hem umut verdi hem de yeni umutsuzluklara yol açtı. Şimdi bu yaşıma gelince, kuşağımın yanılgısının çatışmacılık ve uzlaşmazlık olduğunu düşünüyorum. Biz tarihin ilerlemesini ve devrimi, uzlaşmaz çelişkilerin çatışmacı çözümü üzerine kurmuştuk. 19. yüzyılın ikinci yarısının ve 20. yüzyılın bakışı ve çözümüydü bu.Her şeye rağmen bir ‘umut’ diyorsunuz. Peki ya sonra bu umut neye dönüştü?Umut her zaman var. Umut tükendiğinde hayat biter. Daha önce de söylemeye çalıştığım gibi farklı özlemlere, farklı hedeflere yönelse de umut ve o umut için çaba sürüyor. O gün ile bugün arasında sizin kitapta da tartıştığınız gibi ‘ilerici-dinci’ kavgası konusunda bir benzerlik var. 60’ların ardından muhafazakâr kesimin bir müddet pasif kaldıktan sonra yeniden yükselişe geçmesini nereye bağlıyorsunuz? ‘İlerici’ diye adlandırdığımız kesimin inancı tartışmayıp reddetmesi buna yol açmış olabilir mi?Kırk yedi yıl önce yazdığım metinde, o zamanki bilinç düzeyimde bile ‘ilerici-dinci’ çatışmasını mutlaklaştırmamışım, yani iyi ilericiler, kötü dinciler şablonuyla yansıtmamışım neyse ki. Dindar-muhafazkâr-sağcı gençle, laik-ilerici- solcu genç karakterlerini oldukları gibi, özellikle de çıktıkları toplumsal sınıf ve ortamlarla anlatmaya gayret etmişim; bu yüzden de memnunum kendimden. Bugün ‘ilericilik’, ‘gericilik’, ‘dindarlık’, ‘laiklik’, ‘sol’, ‘sağ’ gibi kavramları veya etiketleri, içi iyice boşaltılmış, çarpıtılmış, klişeleştirilmiş nitelemeler olarak kavrıyorum. Yüz yıl, seksen yıl, hatta kırk yıl öncesinin konuşlanmaları, düşünceleri ve ayrışmaları 2010 yılında artık hayatın ve siyasetin somut gerçeklerini ifade etmiyor. Yaşamakta olduğumuz çatışmaların ve kavgaların bir nedeni de bunu kavrayamamak galiba. Muhafazakâr denilenler de dahil yeni toplumsal kesimlerin yükselişinde, ‘ilerici’ diye adlandırılanların inancı reddetmelerinden çok; bu ‘ilerici’lerin iktidarın ve doğrunun gerçek ve tek sahiplerinin hâlâ kendileri olduklarını iddia etmelerinin payı olduğunu düşünüyorum. Kitleler üzerinde uyguladıkları siyasal-ideolojik vesayet değişmekte olan topluma cendere gibi gelmeye başlayınca, farklı inanç ve görüşler de tarih sahnesinde hak ettikleri yeri almak için meydana çıktılar.Cumhuriyeti kuran neslin bugün eleştirilmesi size ne hissettiriyor?Böyle bir eleştirinin geç bile kaldığını düşünüyorum. 1920’lerde, o günlerin dünyasında geçerli olan çözümler, ideolojik tercihler ve rejimler bugün savunulduğunda ve uygulanmak istendiğinde toplumun rahatlamasının, özgürleşmesinin, özgür birliğinin, dünyalılaşmasının, kısaca olumlu değişimin önüne engel çıkartıyor. Ve ahlak elbette... Bugün televizyonlara yansıyan, gazetelerde okuduğumuz hikâyeler nasıl da Sevgi’yi hatırlatıyor. Aradan geçen kırk yedi yıla rağmen hikâyenin aynı kalması konusunda ne düşünüyorsunuz?Hikâye aynı kalıyor, çünkü hangi evreye varmış olursa olsun, her şeyi, kadını, bedeni, aşkı da metalaştıran aynı kapitalist düzenin içinde debeleniyoruz.SAVAŞ ÇAĞI UMUT ÇAĞI ‘Bir Yirmi Yaş Güncesi’Oya BaydarCan Gençlik2010135 sayfa9.50 TL