Oya Baydar’ın yeni romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’ ve tadımlık bir bölüm

Oya Baydar’ın yeni romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’ ve tadımlık bir bölüm

T24 Kültür Sanat

Romanları ve hikâyeleriyle Türkiye'de edebiyatın önde gelen isimlerinden olan, çok sayıda ulusal ve uluslararası ödül eşliğinde 23 dile çevrilen kitap çalışmalarının yanı sıra 12 yıldır T24'te güncel sorunlar üzerine yazılar yazan Oya Baydar’ın yeni romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’, Can Yayınları’ndan çıktı.

Oya Baydar’ın, Marmara Adası’nda Aralık 2021’de bitirdiği son romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’, bir önceki romanı ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’nden üç yıl sonra yayımlandı. Baydar, geçen yıl da, pandemi günlüğü olarak ‘kapanma/kapatılma’ hallerine kendi kuşağının yaşadıkları üzerinden baktığı ‘80 Yaş Günlükleri’ yayımlandı.

 Can Yayınları’nın “Yazarlarevi Cinayeti” için, kitaptan bir alıntı eşliğinde hazırladığı tanıtım bülteni şöyle:

"Babam bizi bırakıp gittikten sonra Ada’yı da evi de orada geçirdiğim mutlu çocukluk anılarını da silmiştim aklımdan. Öyle sanıyordum. Demek ki silememişim, sadece bastırmışım, bilinçdışının en karanlık dehlizlerine itmişim ki şimdi Ada’nın bahar kokularıyla birlikte o duygular da birer birer çıkıyor saklandıkları geçmiş zaman mezarlarından.” “Edebiyatına eşik atlatmak için yeni bir ‘ses’ bulma peşinde tehlikeli sulara açılan ünlü bir yazar. Hayatında yeterince bağ kuramadığı babasını ölümünden sonra anlamaya, yazdıklarının izini sürerek ardında bıraktığı gizemi aydınlatmaya çalışan bir evlat. ‘Büyük yazar’a hayran edebiyat tutkunu gençler. Bir zamanlar edebiyatçılara ev sahipliği yapmış ama zamanın acımasız tokadını yiyip kimliğini kaybetmeye başlamış bir ada... Oya Baydar, gizem ve merak unsurlarıyla harmanladığı romanında yazma tutkusunu, yazarlık hevesini, yazarın ‘vasat’ı aşma kaygısını, günümüz dünyasında edebiyatın metalaşmasını, ses-söz-yazı ilişkisini irdeliyor. Yazmak, yazarlık, edebiyat dünyası ve zamanın insanları da, mekânları da, edebiyatı da öğüten gücü üzerine bir roman.”

Künye | Yazarlarevi Cinayeti

Yazar: Oya Baydar Yayınevi: Can YayınlarıSayfa: 360 Baskı Tarihi: Nisan 2022 Dizi Editörü: Cem Alpan Editör: Mustafa Çevikdoğan Düzelti : Melis Oflas Mizanpaj: Bahar Kuru Yerek Kapak Tasarımı: Kubilay Aydemir

Ulusal ve uluslararası ödüller

Oya Baydar, Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya Gazetesi Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen “Akdeniz Kültürü Ödülü”ne 2011'de ''Hiçbir yere Dönüş'' adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Baydar, Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960) Savaş Çağı Umut Çağı (1963) Kedi Mektupları (1997) Hiçbiryer'e Dönüş (1999) Sıcak Külleri Kaldı (2000) Erguvan Kapısı (2004) Kayıp Söz (2007) Çöplüğün Generali (2009) O Muhteşem Hayatınız (2012) Yolun Sonundaki Ev (2018) Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) Yazarlarevi Cinayeti (2022) Öykü

Elveda Alyoşa (1991) Madrid'de Ölmek - Mırınalı Madride (2007) Deneme

Surönü Diyalogları (2016) 80 Yaş , Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Anlatı

Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)

 

 

‘Yazarlarevi Cinayeti’nden tadımlık bir bölüm

“Yirmi iki yıl olmuş. Sorsalar sekiz-on yıl derdim. İnsanın zaman algısı ne tuhaf! Bazen bir yıl bir ömür oluyor, bazen bir ömür bir yıla sığıyor. Adanın silueti yavaş yavaş belirginleşiyor, yaklaşıyoruz. Okumaya başladığım kitabı kapatıp çantama yerleştiriyorum. Son günlerde çok konuşulan, metro istasyonlarında büyük boy afişlerle, kitap eklerinde tam sayfa ilanlarla tanıtılan bol reklamlı bir roman. Kapağında mühre benzer kırmızı bir daire içinde “ilk 100 bin” yazıyor.

Romanların ilk cümlesi önemlidir derler, ben önce son cümleyi okurum. Bir olayın, bir yaşamın, bir ilişkinin, bir konuşmanın nasıl sona erdiği nasıl başladığından çok daha ilginç gelir bana. Elimdeki kitap, “Kibrit arıyordum, hatırladığım son şey bu,” cümlesiyle bitiyor. Romana başlamama, arkadaşlarımın önerilerinden, tanıtımların yaygınlığından çok bu son cümle neden oldu. Kibriti buldu mu, bulduysa ne yapacak merakı...

 Çocukluğumda yaptığım gibi kollarımı teknenin küpeştesine dayıyorum. Artık boyum yetişiyor, herkesin yüreğini ağzına getirerek ayaklarımı yerden kesmem gerekmiyor. Kayalık tepeler, mayıs ayında güneybatı yamaçlarını sarıya boyayan katırtırnakları –bu kaba ad, o zarif, güzelim çiçeklere ne büyük haksızlık!–, yaklaştıkça Ada yoğunlaşan iğde çiçeği, kekik, yosun kokusu –demek ki yel gündoğudan esiyor–, fıstık çamlarının sahile kadar indiği mermer çakıllı küçük koylar –Kleopatra Plajı dediğimiz hangisiydi?–, sonra sıra sıra kayalar, burunlar: Meleme Burnu, Ayı Taşı, güneydoğuya dönerken Masa Kayası –Hayırrrrr, hayır! Orayı geç, orası artık yok, orayı görmedin, unut!–.

İçimde kıpır kıpır bir heyecan; ürkek, biraz da suçlu bir sevinçle, unutmak isteyip de bir türlü unutamadığım çocukluğuma, ilkgençliğime, Ada’da olmanın verdiği özgürlük duygusuna dönüyorum.

Babam bizi bırakıp gittikten sonra Ada’yı da evi de orada geçirdiğim mutlu çocukluk anılarını da silmiştim aklımdan. Öyle sanıyordum. Demek ki silememişim, sadece bastırmışım, bilinçdışının en karanlık dehlizlerine itmişim ki şimdi Ada’nın bahar kokularıyla birlikte o duygular da birer birer çıkıyor saklandıkları geçmiş zaman mezarlarından.

Annem, “Babanız bir süre bizden ayrı yaşayacak. İstediği gibi yazamadığını, devam edebilmek için bir süre kendisiyle baş başa kalması gerektiğini düşünüyor. Bağımsızlığa, yalnızlığa ihtiyacı var. İstediğiniz zaman görüşebileceksiniz tabii,” dediğinde on beşimi yeni bitirmiştim. Erkek kardeşim on bir yaşındaydı. Sonraki yıllarda babam, yaz tatillerinde ister yalnız ister annemle birlikte gelip köyde birkaç hafta geçirmemizi defalarca teklif ettiğinde hatta zorladığında, ne annem ne de ben kabul ettik. Orası, yapımının bitmesini heyecanla beklediğimiz, odalarımızı nasıl döşeyeceğimizin, nasıl süsleyeceğimizin hayalini kurduğumuz, büyük umutlarla vişne, kayısı, erik fidanları diktiğimiz, mevsimi geldiğinde hangi zeytin ağacını hangimizin toplayacağını gövdelerine işaretlediğimiz aile yuvamızdı. Bir yazlık evden çok daha fazlasıydı, mutlu çocukluğuma dikilmiş bir anıttı.Babamız böyle birdenbire gidip de küçük ailemiz dağıldığında kır evimizin de Ada’nın da büyüsü bozulmuştu. Kendimi ihanete uğramış hissediyordum, babamın değil Ada’nın ihanetine... Duyduğum acıyı, hayal kırıklığını, yüzüstü bırakılmışlığın öfkesini yükleyemeyecek kadar çok seviyordum babamı. Bütün suç Ada’daydı, babamı büyülemiş, bizi ayırmıştı. O günlerden içimde buruk bir özlem, ince bir keder, ne kadar bastırmaya çalışırsam çalışayım yüreğimden atamadığım bir sitem kaldı.

Şimdi düşünüyorum da babamı gözümde, gönlümde nasıl da büyütmüşüm. O benim idolümdü. Onun gibi karizmatik, ünlü, sevecen bir adamın bir kız çocuğuna böyle hissettirmesinin nedenleri vardı kuşkusuz, bir de Jung ustanın yabana atılmaması gereken Elektra kompleksi... Annemiz bunca yıldır herkesin gıptayla izlediği evliliklerine babamın nokta koymasından duyduğu acıyı, tepkiyi, terk edilmiş kadın ezikliğini ne bize ne de çevresine yansıttı. Dik durdu, işine, mesleğine sarıldı. Her şeyle kendi içinde hesaplaştı ve sanırım ödeşti ki babama düşmanlaşmadı, kin duymadı, duyduysa da kimseye belli etmedi. Onun sıradan biri olmadığını, böyle özel insanları anlamak gerektiğini düşünüyordu ya da öyle düşünmeye zorluyordu kendini. Bunu bana yıllar sonra, yetişkin bir kadın olduğumda, kocamdan ayrılmaya karar verdiğim sırada söyledi. “Mutluluğun bedeli vardır, ben o bedeli ödemeye hazırdım,” dedi. “Baban gibi biriyle evlenmişsen, yaşlanınca pantuflalarını giyip uzun kış gecelerinde şöminenin karşısında pişpirik oynayacağınızı hayal edemezsin. Evlenirken biliyordum bunu. Benimki bilinçli bir tercihti, hiç de pişman olmadım.” Asıl özel olan annemdi belki de. Babamın büyük aşkı olmanın tattırdığı gururla karışık mutluluk, artık geçmişte kalmış da olsa ona yetiyordu. Birlikteliklerinin anısını karartmadan, çirkinleştirmeden korumaya, diri tutmaya çalışıyordu. Sadece aşk değil yoldaşlıktı onlarınki. Bunu sonraları, babam bir gece epeyce içip çakırkeyif olduktan sonra anneme sarılıp, “Bizimki devrim nikâhı değildi, annenize âşıktım, devrimciliğe de bu yüzden heveslendim belki; o güçlü, akıllı, güzel kıza tutkun olduğumdan onun yoluna gittim,” dediğinde öğrendim.  Ayrılığın ilk yıllarında, tatillerde babam ne zaman Ada’ya çağırsa kardeşim koşa koşa gider, her defasında da pek memnun dönerdi. Babamızın küçük bir tekne aldığını, birlikte balığa çıktıklarını, bir bahçıvan tuttuğunu, zeytinlerin henüz olgunlaşmadığını, kalabalık misafirler ağırladığını, eve bakan Sultan Abla’nın çok güzel yemekler, kurabiyeler, poğaçalar yaptığını, gitmemekle enayilik ettiğimi, babamızın buna alındığını anlatıp duruyordu. O zaten hep babacıydı. Bence yürekten değil, başına buyruk tatlı hayatı sevdiğinden, kendi çıkarlarını kolladığından. Annemin disiplininden bunalmasının da payı olmalı bunda. Çok sonra bir gün bu konu açıldığında, “O ev hepimizindi, annemin de bizim de payımız vardı orada, siz de sahip çıksaydınız bunlar olmazdı,” demişti. Babamın evimizi kendi adını taşıyan bir yazarlarevi olarak tescil ettirmesini kastediyordu.Tekne doğuya kırıp sahil sahil ilerlerken bir şeyin eksik olduğunu fark ediyorum. Çocukluğumun Ada günlerinin unutulmaz anısı: Tekne kıyıya iyice yaklaşınca hoparlörlerden “El salla kol salla, sağ gösterip sol salla” nakaratı yükselirdi. Barış Manço’nun o günlerde çok popüler olan çocuk şarkısını duyunca Ulaş Kaptan’ın teknesinin yaklaştığını anlardık. Yazın mevsim açılınca, yazlıkçılar, turistler gelmeye başlayınca tekne giderken ve dönerken her gün tekrarlanan bir törendi bu. Cem heyecandan yerinde duramaz, “El salla kol salla geçiyor!” diye minik çığlıklar atardı. Sadece çocuklar değil büyükler de sahile ve denize bakan yamaçlara dizili evlerin bahçelerine, balkonlarına çıkar, örtü, eşarp, minder, elimize ne geçirirsek sallardık. İşi ya da arkadaşları yoksa babam da katılırdı bize. Sözlerini unutmadığıma şaşarak mırıldanıyorum: “Kınalar yakalım elimize / Sahip olalım dilimize / Aman dikkat belimize / Sıra bana geldi çocuklar / Hazır mıyız / El salla kol salla...” Tekne iskeleye yanaştığında şaşırdım. Her şeyin her an değiştiği, bir yıl önce gittiğiniz sokağı, evi, kapıyı ertesi yıl yerinde bulamadığınız şu altüstlük günlerinde burada mekân da zaman da donmuştu sanki. Rüzgâr, fırtına, yaz kış demeden işleyen yük ve araç tekneleri, çok şiddetli lodos olmadığı günlerde Erdek seferi yapan araba vapuru, iskele, hemen karşısındaki küçük meydan, bu ne çirkin yapı diye eleştirdiğimiz belediye binası, meydanın ortasındaki Atatürk heykeli, köşesindeki bakkal, yanındaki tekel bayisi, sıram sıram sahil kahveleri, pırıl pırıl, masmavi deniz... Yirmi yıldır hiçbir şey değişmemiş sanki. Güney yamaçlara yeni evler, villalar yapılmış, eski binalara birkaç kat daha çıkılmış, çınarların yerini ada rüzgârına dayanamayıp çoğu kurumuş, yelpazemsi dalları eprimiş palmiyeler almış. Ama kokuları, rüzgârı, balık ağları ve balıkçı teknelerinin pejmürde dağınıklığı, akşamüstlerinin mahmur huzuru, dingin havası, insanların rehaveti, sırtlarını güneşe vermiş, balığa doymuş, keyifli keyifli yalanan kediler bıraktığım gibiydi. İlk bakışta bana öyle geldi desem daha doğru olacak belki.

Adalı bir şairin, çocukluğunun yitip giden adasına duyduğu özlemle yüklü “Lüferin bol, kedilerinse tombul olduğu zamandı” dizesini hatırladım. Kediler di’li geçmişte bıraktığımız kadar tombul değillerdi belki ama keyifleri yerindeydi. Lüfer hâlâ çıkıyor muydu bilmem. Artık Yazarlarevi olarak bilinen evimize bakmak, ne yapacağımıza karar vermek, mümkünse satmak için gelmiştim. Geleceğimi kimseye haber vermemiştim. Bunca yılın ardından tanıdık kim kalmıştır ki zaten! Evin ne durumda olduğunu, babamın yakın arkadaşı yaşlı noterin tapu senedi ve bazı evrakla birlikte teslim ettiği anahtarların kapıya uyup uymayacağını bilmiyordum. Bu işleri üstlenmek zorunda kaldığım için de canım sıkkındı. Kardeşim Portland’a yerleşmiş, kürsü arkadaşı Japon asıllı bir akademisyenle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Telefonla aradığımda, “O evle hiç ilgilenmiyorum, ne istersen, nasıl istersen öyle yap, hem sen avukatsın, bu işlerden anlarsın,” deyip başından savmıştı. Oysa “bu işler”den hiç anlamam, avukatlığı emlak komisyonculuğu mu sanıyor bu adam! Benim uzmanlık alanım deniz ticareti hukuku. Görece erken yaşta Alzheimer belasıyla boğuşan annemden ise hiç hayır yoktu. Babamın eski arkadaşlarından, iyi günlerde etrafını çeviren hayranlardan, yayınevi patronlarından da pek kimse kalmamıştı ortalıkta. İş başa düşmüştü her zamanki gibi. Ne kadar üstlenirsen o kadar yüklenirler derdi bir arkadaşım. Ben hep üstlenirim, şu başımın belası “her şeyden sorumluyum” ruh hâli...

Meydanın bir köşesinde sıram sıram duran taksilere yönelmeden önce levhasındaki yazı İskele Market’e dönüşmüş İskele Bakkal’a uğrayıp hem bilgi hem de biraz nevale almaya niyetlendim. Ada’nın en güzel mevsimi ilkbahardır. Yamaçlarda sapsarı katırtırnakları, dev agaveler, set set bahçe duvarlarından sarkan, toprağı çingenepembesi bir örtüyle kaplayan kaktüsler, erik ve kiraz baharları, çiçeklerini yeni dökmüş zerdaliler, tepelerden denize kadar inen zeytinlikler... Eski günlerde, damperli mermer kamyonlarını, ağır yükle dolu tırları Ada’ya taşıyan; arabamıza güçbela bir yer bulduğumuzda sevindiğimiz Ulaş Kaptan’ın teknesi düdüğünü öttüre öttüre demir alıp “El salla kol salla” ya da “Bayıra karşı yatır beni....” şarkılarıyla denize açıldığında içime anlatılmaz bir ferahlık, mutluluk, sevinç dolardı. Ada’ya yaklaştığımızı ta uzaktan burnuma gelen kekik, çam, iğde ve balık kokularından anladığımda yüreğim pır pır eder, sevinç çığlıkları atma ihtiyacı hissederdim. Çiçeklerle böceklerle, kuşlarla, kuzularla, kedilerle köpeklerle ve tabii denizle kucak kucağa geçireceğimiz tatil günleri... En güçlü, en kalıcı bellek koku belleği mi? Benimki öyle. Anılarımı, çağrışımlarımı, duygularımı kokular uyandırıyor. “Ben bu ânı daha önce de yaşamıştım,” duygusu kokularla geliyor. Midye tavası, balık, rakı, çürümüş yosun karışımı o bildik kokuyu daha markete girerken duyuyorum: Resul Kaptan’ın meyhanesi! Asma çardağının altında yedi-sekiz tahta masa, çardaktan sarkan kokulu Laz üzümü salkımları, seyyar radyo-teypte ya ağır fasıl ya Rumca şarkılar, çiçekli muşamba örtülü masalara siz daha istemeden konan semizotu, kaya börülcesi, fava, zeytinyağlı biber dolması, taratorlu midye tava, tuzlu sardalye ve tabii 70’lik Tekel rakısı...  Sonbahar kışa döndüğünde, ortalığı dumana boğan sac sobanın üstüne denizden dönen balıkçıların getirdikleri istiridye büyüklüğünde deniztarakları dizilir, zargana çirozu közlenir, ara sıra hava raporu almak için radyo ya da televizyon açılırdı.  Yazın Resul’ün meyhanesine ailecek giderdik. Annemin, her şeyi yemeyen biz çocuklar için hazırladığı yiyecekleri ya da misafirler için takviye mezeleri plastik saklama kaplarından servis tabaklarına boşaltmak için mutfağa girdiği bile olurdu. Babam nöbetçi meyhane derdi Resul’ün meyhanesine. Sahildeki balık restoranları, açık hava köftecileri, pizzacılar mevsim biter bitmez kapanırdı ama Resul’ün yeri yaz kış, ramazan, bayram, akşamları hep açıktı. Geçmişin kokusunun peşinde, İskele Market’in açık kapısının önünde durup etrafa bakıyorum. Kapının hemen dışında, dondurmaların, frigoların durduğu derin dondurucunun bir köşeciğine çilingir sofrasını kurmuş, denize karşı demlenen adamı o zaman görüyorum. Birbirimizi süzüyoruz, terbiye icabı hafifçe gülümsüyoruz. Yüzüme dikkatle bakmayı sürdürüyor. Benim de onu bir yerden gözüm ısırıyor ama nereden? Tahta sandalyesini dükkânın önüne atmış, tabağında kızarmış istavritler, kola bardağında rakıyla böyle teklifsizce oturduğuna göre yabancı olmamalı.“Kusura bakmayın, birine benzettim,” diyor gözlerini indirip bakışlarını benden uzaklaştırırken. Babama benzetmiş olamaz. Babama hiç benzemem. Ne rengim ne boyum posum ne hâlim tavrım. Babam iriyarı, yakışıklı, Balkan tipliydi. Ben ufak tefek, çelimsiz, çekik gözlüyümdür. Okulda lakabım Japon’du. “Çocukken yazları gelirdik, yirmi yıl var, hiç uğramadım,” diyorum.Yüzümü yeniden incelerken sakalını sıvazlıyor. Balıkçı ya da yaşlı amca sakalı değil, özenli, bakımlı bir sakal. Tam bir şey söyleyecekken vazgeçiyor. “Belki,” diyorum, “belki Yazar’ı tanımışsınızdır.” Sakallı adam erkenci bir turist değil de adalıysa Yazar’ı mutlaka bilir. Köyde babamın adı Yazar’dı. Anneme de Yazar’ın Karısı derlerdi. Buna çok gülerdik. Senin ilmin irfanın, doçentliğin burada işe yaramaz, yazarın karısı olarak kalırsın diye dalga geçerdi babam. Adamız Bodrum, Çeşme, Alaçatı gibi sosyetenin görmek ve görülmek için boy gösterdiği, ünlülerin resmigeçit yaptığı bir yer değildi. Bozcaada’nın toplumsal gelişmişliğinden, entel havasından, Ferrari’sini satıp bağcılığa, şarapçılığa soyunan bilgelerinden de yoksundu. Orta sınıf aydın kesimin, gürültü patırtıdan uzak, sakin, görece ucuz tatil geçirmek isteyen emeklilerin, yıllardır hep aynı otele, aynı pansiyona gelen müdavimlerin yazlık yeriydi. Bu yüzden babam köy halkına göre Ada’nın en önemli, en tanınmış kişisiydi. Artistlerin, yazarların, gazetecilerin gelip evinde kaldığı, yatlarıyla uğrayan önemli insanların ziyaret ettiği, yabancı misafirler ağırlayan, adı gazetelerde, dergilerde geçen, televizyonlara çıkan, kitapları, cilt cilt romanları olan biri...  Adam kadehindeki rakıyı bir dikişte içiyor. Ayağa kalkıyor. Birkaç saniye kaçıp gitmekle kalmak arasında kararsız kalıyor. Sonra, ne olacaksa olsun tavrıyla yanıma gelip elini uzatıyor. “Çok üzgünüm, çok üzgünüz, böyle olmamalıydı,” diyor fısıltıyla. “Evet, böyle olmamalıydı,” diyorum ve o anda belli belirsiz anımsıyorum: Babamın adalı genç yazarlar grubundakilerden biri. En fazla umut bağladığı, “Bu çocukta yazarlık, şairlik kumaşı var, aralarından biri yırtıp da geleceğin yazarı olacaksa işte o, bu genç adam,” dediği delikanlı.”