Emel Armutçu*
Hayatının, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin edebi dille kaleme alınmış hali olması, yaşanan her şeyi güzelleştirmiyor elbette; ama daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bir de kötülüklerle boğuşurken güzellikleri de atlamamamızı... Tıpkı onun yaptığı gibi: Tabutun içinde saklanan kedinin sıcaklığı, demir parmaklıkları arasından süzülen ay ışığı, küllerinden doğan umutlar, zor günlerde de olsa dostlarla yaşanan keyifler, en çok da susmamak, ayak diremek, unutmamak, unutturmamak. Beş yaşından itibaren 70 yıldır kitaplar Oya Baydar’ın hayatında, hayat ise tüm çıplaklığıyla onun kitaplarında. Tabii ki içlerinde sadece siyaset yok; aşk, tutku, acılar, pişmanlıklar, kediler, erguvanlar ve biriktirilmiş binlerce an ve anı var.
1940 yılında, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden bir anneyle subay bir babanın tek çocuğu olarak İstanbul’da doğar. Ama dönemin tipik subaylarından değildir babası; resmi ideolojiden çok özgürlüklerden yanadır. Üstlerinin emirlerine uymadığı için sürekli mahkemelere düştüğü, haksızlıklara karşı üniformasını çıkarıp gezdiği için “Deli Cevat” ya da iyi ihtimalle “Sivil Albay” olarak anılır.
O, bağımsızlığı, kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, sorgulamayı öğrendiği babasına hayrandır. Kendi kurallarını empoze etmeye çalışan annesiyle ise yıldızları pek barışmaz. Belki “Üstlerine boyun eğmiyorsun, beni bir paşa karısı yapamadın” diye bağırıp babasını üzdüğü için. Belki köpeğini “kemikli park”a gönderdiği, kedi yavrusunu emir erine verip attırdığı, en sevdiği Miki oyuncağını ona sormadan başka bir çocuğa verdiği, belki de geceleri kitap okumasına izin vermediği için…
10 yaşına kadar köylerde veya küçük şehirlerde askerî garnizonlarda büyür. Öyle çok yer değiştirirler ki, arkadaş edinmeye fırsat bile bulamaz. Belki de bu yüzden beş yaşındayken kendi kendine söker okumayı. Arkadaşı kitaplar olur. Her arkadaşa da güvenilmez zaten. “Gel seninle benim odada oyun oynayalım” diyen güler yüzlü abi mesela… Sıcak yaz günlerinde giydiği bol etekler hariç, hayatı boyunca pantolondan şaşmamasının nedenleri o günlerde yatar. “O eve pantolonsuz gitmem” diye diretmesine rağmen annesinin zorla giydirdiği pembe tafta elbiseyle, halasının üst katındaki abiye karşı çok kez savunmasız kalmıştır. Daha o zamanlardan kafasının basmadığı şeylere itiraz etmeye, sorgulamaya, haksızlığa da isyan etmeye başlamıştır, en çok da istemediği şeyleri yapmaya zorlandığında, kendine ya da başka çocuklara haksızlık yapılınca…
Annesinin bir hariciyeciyle evlenip çoluk çocuk sahibi olması hayaline karşılık hep yazar olmasını isteyen babasını 15 yaşındayken kaybeder. İki yıl sonra, henüz Notre Dame de Sion Lisesi son sınıfta, ağır Katolik disiplin altındayken ilk romanını yazar: Allah Çocukları Unuttu. 1950’lerin gençliğini anlattığı, Türkiye’nin Françoise Sagan’ı olarak anılmasına neden olacak romanını yazmakla da kalmaz; koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi Hürriyet gazetesine gider. Roman Hürriyet’te tefrika edilince, okuldan atılma tehlikesi geçirir. Aslında atılır da. Sadece karar mezun olduktan sonra gelmiştir. 1962’de Savaş Çağı, Umut Çağı adlı bir roman daha yazar. Birkaç yıl önce yeniden yayımlanan ve 27 Mayıs gençliğini anlatan kitabın bugünlerle benzerlikleri hayret vericidir. O ise o sıralar üniversiteyi karıştırmakla meşguldür.
Yazar olmayı kafasına koymuş ama üniversitede hangi bölümü seçeceği konusunda kararsızken Paris’e gider. Orada sosyalizm diye bir şeyden söz etmektedirler, pek hoşuna gider. “Bu sosyalizm olsa olsa bu bölümde öğretiliyordur” diyerek sosyolojiyi seçer. Ona göre, sosyalizmi yeni yeni ve oldukça kötü öğrendikleri 1960’lar, umut ve masumiyet yıllarıdır. “Güneşi zapta çıkmış” çocuklardır onlar ve henüz kan bulaşmamıştır umutlarına. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü 1964’te bitirir ve aynı bölüme asistan olarak girer.
Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu ve Yapısı’dır doktora tezinin konusu. Reddedilir. Bu nedenle öğrencilerin rektörlük işgal ettiği ilk asistandır herhalde. Deniz Gezmiş’i de ilk o gün, oda kapısından “Teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgale gidiyoruz” dediğinde görür. İşgalin başını Deniz Gezmiş çekmektedir ama rektörlüğe gitmediği için, sekreterin “Deniz Bey gelsin, anahtarı ancak ona teslim ederim” diye çaresizlik içinde bağırdığı rivayet edilir.
Tabii ki bu olay üniversiteden ayrılmasına neden olur. Bir süre Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde asistanlık yapar. Ama artık yeni bir darbe periyodu gelmiştir; 1971 12 Mart’ında TİP ve Türkiye Öğretmenler Sendikası üyesi olduğu için tutuklanır. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun en ünlü tutuklularındandır. Sevgi Soysal’la orada karşılaşmaları hayatının en güzel anlarındandır ama Soysal çabuk tahliye olur, o yeniden girdiğinde de kendisi tahliye olmuştur. Yine de o koşullarda bile oralet limon kolonyası karışımı ‘kokteyl’lerini yudumlayıp sürekli konuşarak çok eğlenmeyi ihmal etmemişlerdir. Ta ki ‘Denizler’in idamına kadar.
1972-79 arasında Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yapar. Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı’yla birlikte İlke dergisini kurar. Dolayısıyla başı hep polisle beladadır. Ufacık tefeciktir; genellikle de kısacık saçlı. Bir gece kapıyı kırıp içeri girdiklerinde üzerinde çocuk reyonundan alınmış Miki Mouse desenli pijama varken, kendisine dışarıdan bakar, komik bulur; “Kötü adamlara karşı dimdik duran çizgi film kahramanı fare!” Yok, gerçekte araştırmacı, sosyalist yazar ve aktivist olarak tanınmıştır artık; romanlarsa geride kalmıştır.
Bizzat yaşadığı üçüncü darbe 12 Eylül’den sonra, eşi Aydın Engin ve küçük oğluyla yurtdışında sürgün hayatı başlar. Ölgün sarı ışıkla aydınlanan, taş duvarlı, rutubet kokulu soğuk odada geçen ama köşedeki eski Remington daktiloya hiçbiri yazılmayan acılı şeyler, gözlerini kapatan siyah bantlar, tanıyamadığı kendi sesi, sevdiği her şeyle birlikte ardındadır artık. Yabancıları sevmeyen bir yerde yabancı, yoksul ve yoksundurlar. Aydın Engin şoförlük, o bir Alman kurumunda Türkiyelilere danışmanlık yaparken bitecek başka şeyler de vardır.
Tam da burnunun dibindedir duvar; gençliğinden itibaren taşıdığı kimliği, inancı, çektiği onca acıya, sürgünde yaşamasına neden olan mücadele, onunla birlikte paramparça olur. Sosyalist ülkelerde kaldığı zamanlarda böyle bir sonu hissetmesine, sosyalizmin, komünizmin özü olan özgürlük, adalet, emek hedefinin yitirilmiş olduğunu görmesine rağmen, Berlin Duvarı’nın yıkılışında cisme bürünen çöküşü hazmedemez. Yanlışlık nerede, onlarda mı, tarihte midir? Bu sorunun cevabına henüz hazır değildir. “Hepimiz o duvarın altında kaldık” demesine daha vardır; kendini o kadar kötü hisseder ki, Sait Faik misali, “Yazmasa çıldıracaktır.” 30 yıl sonra yeniden edebiyata döner. Bütün bu yaşadıklarını Elveda Alyoşa’da anlatır.
Türkiye’ye 1992’de dönebilirler. İstanbul Ansiklopedisi’nde redaktörlük, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi’nde genel yayın yönetmenliği yapar. Kendini çocukluğundan itibaren hazırlamış olsa da başlar başlamaz “devrimci mücadele” için terk ettiği edebiyata, 30 yıl sonra yeniden merhaba der. Ve sanki açığı kapamak istercesine ardı ardına çok güzel eserler verir. Romanları birçok dile çevrilir ve pek çok ödül alır. Politikadan uzak durmak mı! 1979’da bıraktığı köşe yazarlığına da dönmeyi ihmal etmez.
Gazete okurunun karşısına tekrar Taraf’ta çıkar. “Vicdan Yazıları”dır yazdıkları; çünkü bu cinnet ortamında, vicdanının sesine ve dürtüsüne dayanamaz haldedir. Ancak orada da vicdanı, erkek iktidar dilini hazmetmeye el vermez. Gazetenin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, yazar kadrosundan bahsederken, “… Oya’da ‘liberallerin’ arasına ‘düşmekten’ dolayı zaman zaman hafifçe Türkan Şoray filmlerini andıran ‘pavyondaki namuslu kadın’ huzursuzlukları tezahür etse de…” gibi bir cümle kurunca, ayrılır. Erkek diline karşı çıkmıştır ama itiraf eder ki feminizmin söylediklerini çok geç fark edenlerdendir. Yakın olduğu erkeklerle kendini eşit hissetmiş, “bir bakıma, sömürüyü iliklerinde yaşamayan, patrona yakın bilinçsiz işçi gibi” olmuştur, zaten içinden geldiği sol harekette, devrim olunca kadın sorunu da çözülür, görüşü egemendir. Sosyalist ülkelere gittiğinde görecektir durumun öyle olmadığını. Öte yandan, ulusalcı solun artık ok ve yay teknolojisi fersah fersah aşılmışken hâlâ altı okla 1920’lere, 78 kuşağının önemli bir bölümünün ise 1917 nostaljisine takılıp kaldığını düşünür. O, 21. yüzyılın solunu savunur: “Ütopyamız yerli yerinde duruyor; ama oraya varmak için yeni yollar, yeni araçlar gerek. İlle de sol demek bile gerekmez; kapitalizmi ve onun en pervasız, en utanmaz versiyonu neoliberalizmi reddeden; dünyayı, tarihi ve toplumu sadece emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, çevreden kadın sorununa, kimlikler sorunundan barışa kadar bütün çelişkileriyle okuyan bir bakışa ihtiyacımız var. Ezberleri bozmalıyız.”
Bugün T24 internet gazetesinde köşe yazmayı sürdürürken, yeni romanına da şekil vermekle meşgul. Son kitabının sonunda da vurguladığı bir ‘gitme’ye takılarak: Yolun Sonundaki Ev.
1) Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma, birileri yapıyorsa engel olmaya çalış.
2) Kötü araçla iyi amaca ulaşılmaz.
3) Doğru tek değildir ve doğrunun tekeline kimse sahip değildir.
Kedi, kediler: Onlarla aramdaki bağın sırrını ben de çözemedim ama kendimi bildim bileli kedi sıcaklığı vazgeçemediklerim arasındadır. Yüzlerce parçalık bir kedi bibloları koleksiyonum var, uzaklarda yaşayan oğluma o rafları olduğu gibi korumasını vasiyet ettim. Gerisini ne yaparsa yapsın, ister atsın ister satsın.
*Bu yazı Cumhuriyet Sokak'tan alınmıştır.