Özge Mumcu: Aklımda bir kare; babam gülümsüyor "Özge, yaşlanınca bana bakacak mısın?"

Özge Mumcu: Aklımda bir kare; babam gülümsüyor "Özge, yaşlanınca bana bakacak mısın?"

 

1993 yılında Ankara’da otomobili konan bombayla öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu babasını, ocak ayında ölen gazetecileri de hatırlatan bir yazıyla andı.

“Ocak ayında çoğunlukla nefes alamam” diyen Özge Mumcu, yaşadığı ruh halini “Bunun adını koydum ben “uzun süren travma”. Çocukluğumu bitiren, gençliğimi nasıl geçirdiğimi unuttuğum, kadınlığa geçtiğim, beni anneliğe eviren bir travma. Beni 'ben' yapan travmam” ifadeleriyle tarif etti.

Uğur Mumcu öldürüldüğünde 11 yaşında olan Özge Mumcu, “Özgür bir konsere gitmişti, evde değildi. Annem bana klasik söylediği 'Yabancılara kapıyı açma' dedikten sonra evden çıkmıştı. Patlamaya kapıda yakalandı. Bense babamın tüm yalvarmalarına rağmen içimden gelen bir hisle evden çıkmayı reddetmiştim. Babamla beraber çıkar, koşarak önce arabaya otururdum. Ben evde kaldım…” dedi.

“Bu yıl 26. yıl. 11 yaşımdan beri çeyrek asırdan bir geçti. 24 Ocak geçmedi” diyen Mumcu, yazısına “Aklımda hep bir kare, babam gülümsüyor: ‘Özge, yaşlanınca bana bakacak mısın?’ ‘Hep bakacağım baba…” alıntısıyla son verdi.

Özge Mumcu’nun Bavul Dergi için “Ne şanslısın bir bilsen!” başlığıyla kaleme aldığı yazı şöyle:

Ocak ayında çoğunlukla nefes alamam. 31 Aralık gecesi yeni yıla evrilirken, önümde daha 24 gün vardır. Bir ay değildir, 24 gündür. Yeni yılı kutlar, diğer yılın ilk gününe uyanırım.

Ocak ayının benim için çok günü vardır. 8 Ocak Metin Göktepe’nin günü. 19 Ocak Hrant Dink’in günü, 24 Ocak babamın öldürüldüğü gün, 31 Ocak Muammer Aksoy’un öldürüldüğü gün, 1 Şubat Abdi İpekçi’nin. Bu günlerde, önce Meryem Abla’yı ararım, sonra Arat, Delal ve Sera’ya mesaj göndermeye çalışırım ya da orada bulunmaya uğraşırım, 24 Ocak günü Ankara’dan ayrılmam, 31 Ocak günü Muammer Aksoy’un mezarı önünde anma düzenleriz. Babamın mezarının sol çaprazındadır Muammer Aksoy’un mezarı. Sonra Abdi İpekçi gelir, Şubat ayının başında bekler. Her yıl istisnasız düşünürüm, babamın Abdi İpekçi’nin cinayetini çözmek için uğraştığı kadar başka bir gazeteci uğraşmış mıdır?

Doğruya doğru, 25 yıldır, aralık ayının sonlarına doğru, bir huzursuzluk beni sarıyor. 24 Ocak gecesine kadar geçmiyor. Hatta 24 Ocak gecesinde bu huzursuzluğun geçmesi için arkadaş grubumuz bir araya geliyor, durum komedilerinden besleniyoruz, kahkahalar birbirini kovalıyor, saçma sapan. Hakikaten geçiyor mu? Geçmiyor.

25 yıldır, babamın fotoğrafını yakama takıyorum. Anıtın önünde ve mezarda yakmak için o saf mumlardan bulunduruyorum cebimde. Karanfilleri iğnelemek zor, ya kökünden kopuyor ya da birbiri üzerine konan paltolardan aşınıyor. Son yıllarda, keskin nişancı eşliğinde bitiriyoruz anmayı, OHAL malum.

25 Ocak’lara kalan, buruşmuş bir yaka fotoğrafı, hafif bir baş ağrısı, kurumuş bir karanfil. 25 Ocak sabahlarının sessizliği bana daha gerçek gelir, hayatın yeniden aktığını kanıtlayan bir sabahtır. Kahvemi koyarım. Telefonlar çalar sonra, bir önceki günde yaşanan sıkıntılar aktarılır, karşımdakiyle birbirimizin neredeyse sırtını sıvazlar, “iyiyiz yine de!” diye düşünerek haftaya devam ederim.

Bunun adını koydum ben “uzun süren travma”. Çocukluğumu bitiren, gençliğimi nasıl geçirdiğimi unuttuğum, kadınlığa geçtiğim, beni anneliğe eviren bir travma. Beni “ben” yapan travmam.

Bazı dertli gecelerimde, sosyal medyada yazılanlara bakıyorum. Benim yaşıtlarım, babamla ilgili travmayı kendi ailelerinin tepkilerinden öğrenmişler. Babamın adı geçince, çoğu insanın çocukluğuna kazınmış anlatılar dizisi düşüyor önüme. Birebir temas ettiğim insanların hayatında aile olarak varız, ne kadar garip değil mi?

Ben babamı bir bomba sesiyle kaybediyorum ve toplumda dokunduğu o kadar haneden acı yükseliyor ve bir neslin belleğinde silinmez halde kalıyor.

Cenazede babamın naaşı üzerinde bir bulut oluşmuştu, Maltepe Camii’nde naaşının oraya gitmeye çalışıyorduk “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarının yanında birileri bağırıyordu “Aile geliyor” diye. Özgür “Biz mafya ailesi miyiz, ne demek aile geliyor?” diye sorgulamıştı, annem o buluta takılmıştı “Çocuklar, görüyor musunuz?” diye sormuştu, ben ise buğulanan gözlüklerimi o kalabalıkta silmeye çalışmış ve hakikaten de görmüştüm. Annem o buğuyu, toplumsal acı olarak yorumlamıştı. Hangimiz kendimizi o gün neyle avutmuştuk belirsiz. Kendimi uyuşmuş hissettiğimi hatırlıyorum, duyularım benden alınmıştı sanki.

Ben o gün kendimde olduğumu söyleyemem, her anı bölük pörçük, 11 yaşımdayım henüz, karanfil atıyorlardı bizlere yaya geçitlerinden, herkes birbirini ite ite yürüyordu. Sloganların yanında bize bakan ağlayan yüzler vardı. Anılarımı sonra videolardan takip edecektim.

Kendimi ilk defa ekranda görüyorum, “Babam da böyle bir yabancılık hisseder miydi ekrana çıktığında” diye düşündüğümü hatırlıyorum. İclal Teyzem eve dönünce, “Babanın yaka kartını ne çok sevdin” diyecek gözleri dolu dolu, bense yanıtlamayarak başımı eğip odama gidecektim. Düşmanlara karşı başımız dik çıkacaktık hep, kimsenin önünde ağlamayacağım, diye diye boğazımdaki yumruyla yılları devirecektim.

Bu ağlamama bilinci, 13 yıl sonra Işık Kansu’nun yazdığı “Neden Öldürüldüler?” anma gecesinde yerle yeksan olacaktı. Kimseye göstermeden sessiz sessiz ağlayacaktım. İçimde derin bir soruyla: “Ülkesini bunca seven insanlar, neden bunca acıyı çekti?” Ve bizler burada ne yapıyoruz? Neden yaşıyoruz? Tesadüfen mi?

Geçtiğimiz yıl Halam Beyhan Gürson’u zor bir hastalığın sonucunda kaybettik. Halamın son acile yattığında hastabakıcılara babamın acı çekip çekmediğini sormuş. Hastabakıcılar çok üzülmüş. Halamın zihnini yıllarca bu soru kemirmiş. Bende ise şu bilgi var, olay çok ani geliştiği için acı hissetmedi. Bu bilgiyi, kim, nasıl verdi hatırlamıyorum ama 11 yaş aklımla makul gelmişti.  Bu yıl annesi bombayla öldürülen bir yoldaşıma aynı bilgiyi verecektim olanca netliğiyle, “haklı olabilirsin” diyecekti o da.

“Adı hak etmek”

Enteresan bir baskının adı, bir aileye doğup soyadını alıp, başına da bir travma gelip, o adı hak edip etmediğinin sorgulanmasıdır. Cinayet soruşturması, davalar, eğitim süreçlerim ve vakfın içinden gelip geçen 25 yılın ardından zaman zaman karşılaştığım “babasının adını kullanıyor” ya da “babasının adını hak etmiyor” cümlelerinin ardında çok gizli bir kıskançlığın olduğunu öğrenmek epey enteresan. Bu cümleleri sarf edenlerin arasında nice akademisyen, nice gazeteci, yazar veya nice ünlü sayılabilecek ismin olduğunu bilseniz? “Senin yerinde olsam” ya da “Vakıf elimde olsa…” diye sayanlar da olmuştur hep. Ne kavga ettim ne kendimi ispata çalıştım, zaman içinde hayatımda böylesi insanları azaltmaya çalıştım. Bu cümleler, bana haksızlık geldi hep, hâlâ da öyle…

Babam çeyrek asır önce bu ay öldürüldü. Biz azınlık sayılmayacak bir Türkiye nüfusu, yakamıza, sosyal medyamıza, babamın resmini koyuyoruz. Karanfil iliştiriyoruz yanına, kokusuna, duygusuna… Gerçekleşmemiş adalete rağmen mum yakıyoruz, onun adına, onun için.

Biz, babamın çekirdek ailesi, babamın adını yaşatmak için bir vakıf kurduk. Bugüne kadar 143 araştırmacı gazeteci adayını mezun ettik. Babamın kitaplarını sektirmeden bastık. İmkanımız elverdiğince de basmaya devam edeceğiz. Onun bize anlattığı “terörsüz özgür” ülkeyi, laikliği, çok sesliliği, parlamenter değerlere olan saygıyı, yolsuzluğa karşı durmayı diğer nesillere aktarmaya devam edeceğiz.

Ben neden o arabada değildim? Özgür neden değildi? Annem neden değildi? Özgür bir konsere gitmişti, evde değildi. Annem bana klasik söylediği “yabancılara kapıyı açma” dedikten sonra evden çıkmıştı. Patlamaya kapıda yakalandı. Bense babamın tüm yalvarmalarına rağmen içimden gelen bir hisle evden çıkmayı reddetmiştim. Babamla beraber çıkar, koşarak önce arabaya otururdum. Ben evde kaldım…

Bunları yazdığım dakikalarda, tipiktir, kahvemi içtim, falımı kapattım. Çaycımız geldi, “Kızım ne fal kapatıyorsun? Sen ne şanslısın, bir bilsen…” dedi.

Bu yıl 26. yıl. 11 yaşımdan beri çeyrek asırdan bir geçti. 24 Ocak geçmedi.

Aklımda hep bir kare, babam gülümsüyor:

“- Özge, yaşlanınca bana bakacak mısın?

- Hep bakacağım baba…”

Öyle işte. Ben hep ona bakacağım...