Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (UMAK) Yönetim Kurulu Üyesi Özge Mumcu Aybars, 25. yıl önce uğradığı suikast sonucu hayatını kaybeden babasını anlattı. Zaman içerisinde insanın ‘acısını anlatma pozisyonundan çıkıp, bunu dönüştürmeye başladığını’ belirten Mumcu Aybars, hala yaşıyor olsaydı babasının da şu anda cezaevinde olmasının muhtemel olduğunu belirterek, "Ama zaten öldürüldü! Yani her ne yapacak idiyse, başından itibaren engellemiş oldular” dedi.
Gelecek günlere dair ‘nedenini bilmediği’ bir umut taşıdığını ifade eden Mumcu Aybars, "Babamın öldürülüşü herkesin ortak travması oldu. O yüzden 'büyük acılar çektim' demem lüks kaçıyor. Onun acısını herkes hissetti” diye konuştu. Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın Uğur Mumcu’nun 25. ölüm yıl dönümünde kızıyla gerçekleştirdiği söyleşi şöyle:
Babanızla ilgili 24 yıldır yapılan anmalarla ilgili yazdığınız bir yazıda, “Bu yıl, her yılkinden daha fazla, ‘babam olsaydı ne düşünürdü acaba’ diye düşünürken buluyorum kendimi” diyorsunuz. Size bu soruyu sorduran nedir?
Babam hayatı çok espriyle yaşayan bir adamdı. Bazı ritüelleri kabullenir ama çok da sıkılırdı. Her yıl aynı anma ritüelini tekrarladığımızı görse, bununla ilgili nasıl espri yapardı, merak ediyorum. Tabii öylesine bir toplumsal atmosferde ilerliyoruz ki, bir yandan onun değerlerini yaşatmaya çalışırken özellikle sosyal medya üzerinden sürekli saldırılarla karşı karşıya kalıyoruz.
Evet, bazen babanıza iyi evlat olamadığınıza dair hakaretler yapılıyor…
Acaba onlar anne-babalarına iyi evlat oldular mı? İlk başlarda “babalarının kemiklerini sızlattılar, şuraya röportaj veriyorlar” gibi laflar görünce çok rahatsız oluyordum. E o zaman bize bir talimatname verin de, ona göre konuşalım, düşünelim, davranalım! Fakat 20’li yaşlardan sonra bu tür lafların yarattığı rahatsızlık bende tepkilere neden oldu. Çünkü sürekli size iğne batırılıyormuş hissine kapılıyorsunuz. İstediğimi yaparım, söylerim, düşünürüm noktasına zamanla geldim. İnsan zamanla sürekli acısını anlatma pozisyonundan çıkıp bunu dönüştürmeye çalışıyor. Babam da farklı olmasını istemezdi.
Yaşadığınız acı zamanla nasıl dönüşüyor peki?
Olay sırasında 11 yaşında, ilkokul öğrencisiydim. Bu, o yaştaki bir çocuğun kişiliğini çok etkileyecek bir travma. O zamana kadar çok konuşmayan biriyken, bir anda herkesin kafasını çevirip “aa, bu o kız” dediği biri oldum. Elbette okuldaki hocalar beni çok iyi koruyup kolladılar ama ben de olabildiğince ön plana çıkmamaya, put gibi durmaya çalıştım. Senin acıyı yaşaman kadar dışarıdan gelen tepkiler de çok belirleyici oluyor. Evlendikten sonra eşimin soyadını almama bile laf edenler oldu. Sanki senin hayatın kamuya aitmiş gibi davranılıyor. Bazen teyzeler gelip “kızım kırmızı ruj sürme” bile diyor! Gülünce “yas tutması gerekirken çok gülüyor bu kız” diyenler oluyor.
Bu tür tepkiler giderek kontrollü bir yaşama mı zorluyor insanı?
Bir yere kadar evet. Fakat siyaset bilimi okuduktan ve Türkiye tarihini biraz deştikten sonra, insanlardan gelen tepki ve saldırganlığın kaynağını daha iyi idrak etmeye başladım. Bir açıdan iyi de oldu bu, çünkü şimdi söylem analizi çalışıyorum ve bu çok öğretici.
Babanızı 11 yaşına kadar görebildiniz ama daha sonra da onun yazı ve kitaplarını okudunuz. Beraber yaşadığınız babanızla okudunuz babanız arasında nasıl bir mukayese yapıyorsunuz?
Biz babamızın neyle uğraştığını, neler yazıp çizdiğini zaten biliyorduk. Gazetecilik evimizin içindeydi. Çünkü babam yemek masasında her şeyi anlatırdı. Sadun Aren, Altan Öymen, Ali Sirmen gibi isimler çok sık bize geldikleri için, onların tartışmalarına da tanık olurduk. 1990’lardan itibaren hava yavaş yavaş dönmeye başladı tabii. Çetin Emeç ve sonrasında Muammer Aksoy öldürüldü. Bahriye Üçok’un öldürüldüğü saldırıdan dakikalar önce, aynı yerden taksiyle geçmiştik. Keza evimizin bulunduğu sokağın başında polise ait olup olmadığını bilmediğimiz bir araç bekliyordu. Babam artık silah taşıyordu ve bir süre sonra da çelik yelek takmaya başlamıştı. Çocuk da olsan neler olup bittiğini anlamamana imkân yok. Babam öldürüldükten sonra uzun bir süre kitaplarına mesafe koydum. Çünkü kitaplarını her elime aldığımda hüngür hüngür ağlamaya başlıyordum. Kitaplarını okuyabildiğim zaman da her şeyi çok net yazdığını, meselelere dair nokta atışı yaptığını gördüm.
1990’ların başından itibaren artmaya başlayan faili meçhul cinayetler sizin aileye nasıl yansıyordu?
Sağda-solda sürekli insanlar öldürülürken babamın çelik yelek giymesi, silah taşıması bize şaşırtıcı gelmiyordu. Ama onun gibi kan görmekten bile korkan bir adamın silah taşıması, atış poligonuna gitmesi herhalde çok ağır olmalı. Fakat gazetecilik faaliyeti bağlamında babama “korkmuyor musun” diye sorduklarında da “demirden korkan trene binmez” derdi. Onu gazeteciliğe bu kadar motive eden şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama şüpheciliği ve merakı inanılmaz düzeydeydi. Akademiyi bırakıp gazeteciliğe başladıktan sonra bu şüpheciliği daha da arttı. Zaten kısa süre içinde Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in sunta kaçakçılığı dosyasını Altan Öymen’le birlikte ortaya çıkardılar. Hayali ihracat sözünü literatüre kazandıran da babamdı. Babam memur çocuğuydu. Tapu Kadastro’da çalışan namuslu bir müfettişin dört çocuğundan biri. Aldığı hukuk eğitimi ve aileden aldığı namusu gazetecilikle birleştirmişti.
Babanız şu an yaşıyor olsaydı, o dönem yaptığı gazeteciliği yapabilecek miydi?
Herhangi bir dalgada içeri alınmış, hapse atılmış olabilirdi. Ama zaten öldürüldü! Yani her ne yapacak idiyse, başından itibaren engellemiş oldular. Öte yandan babam yaşasaydı şunun yanında olur, şunun yanında olmazdı demek siyasi spekülasyona girer ve bunu yapmak bana düşmez. Necmettin Erbakan, “Atatürk yaşasa bizim partimizde olurdu” demişti ya. Babamla ilgili yapılan spekülasyonlar da buna benziyor.
Uğur Mumcu, cemaat-devlet ilişkilerine dair derinlemesine çalışan az sayıda gazeteciden de biriydi…
Evet, “Tarikat Siyaset Ticaret” ile “Rabıta” kitaplarında bu meseleyi ele almıştı. Babam 12 Eylül’ün Müslüman Kardeşler denen örgütlenmeye yol açtığını düşünüyordu. Rabıta, din eğitiminin ilkokul seviyesine kadar inmesi dahil, bugünleri öngören bir kitaptır. Şu an Türkiye’de yaşadıklarımız bir anda ortaya çıkmadı. Bunların tarihsel bağlamları ve bu bağlamları kuran karakterler var. İslamcılık bağlamında bütün Ortadoğu politikalarını inceleyen, Afganistan’a kadar uzanan bir araştırma kitabı olarak Rabıta’yı dönüp tekrar okumanın zamanıdır bence.
Siz niye gazetecilik yapmadınız?
Yapamazdım, çünkü çok empati kuran bir insanım.
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı olarak gençlere gazetecilik eğitimi veriyorsunuz. Yeni kuşaktan araştırmacı gazeteci adayları çok mu?
Var tabii ama olanakları yok. 1996 yılından beri, 3,5 aya yayılan toplam 360 saatlik bir eğitim programı yapıyoruz. Medya sektörünün yapısı, Uğur Mumcu gazeteciliği yapmaya çok uygun değil. Çünkü bu tür bir gazetecilik iktidara karşı dik durmayı, iktidar odaklarıyla savaşmayı gerektiriyor. Şimdiye kadar 130’un üstünde mezunumuz var. Bunların bir kısmı gazetecilik yapıyor. Elbette şu anki zorlu koşullarda da gazetecilik yapılabilir ama gerçek anlamda gazetecilik, baskıların kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Çok eleştirdiğimiz Özal bile karikatürlere dava açmıyordu mesela. Şu an üzerimizde bir kara bulut var ve bizi sürekli aşağı çekiyor. Fakat bu dönem sonsuza kadar sürdürülemeyecek. Nedenini bilmediğim bir umudum var.
Babanızı kaybetmeniz, Türkiye’ye dair algınızı nasıl etkiledi?
Hiçbir zaman “bu memleketten bir iş olmaz” diyerek bağımızı koparmaya niyetlenecek noktaya gelmedik. Babamız bize öyle bir ülke aşkı vermiş ki, her durumda “şunu yapmaya çalışmalıyız, katkı vermeliyiz” diye düşünüyoruz. Umut nerede… Açıkçası hâlâ doğru-dürüst yönetilemeyen ciddi bir sol potansiyel olduğunu düşünüyorum. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda elliyi aşkın STK ve belediyeleri bir araya getiriyoruz. Bunların bazıları yan yana gelmek istemiyor olabilir. Biri öbürünü liberal, öbürü başkasını sekter bulabilir. Fakat hepsi de Uğur Mumcu isminde birleşiyorlar. İşte bu tür ortak paydalardan büyümeyi deneyebileceğimizi düşünüyorum.
24 yıldır 24 Ocak anmaları yapılıyor. Anmalara katılım oranlarında konjonktüre göre düşüş veya artış gözlemliyor musunuz?
Her sene değişiyor ama hiç sıfıra inmiyor. Katılımın en az olduğu yıl, çok karlı bir gündü. Tabii Melih Gökçek’in çeşitli bahanelerle otobüsleri, metroyu durdurduğu zamanlar da oldu. Her 24 Ocak öncesinde sayısız il veya ilçeden anma için davetler alıyoruz. Öte yandan son iki senedir valilikten OHAL nedeniyle anma töreni izni almamız epey zorlaştı. Bu sene de iptal edilme evresinden dönüldü ki, anmanın iptali elliyi aşkın STK’nın etkinliklerinin de iptali anlamına gelirdi. İki senedir mezarlığa mum koyarken başımızda keskin nişancılar duruyor ve bu bizi çok rahatsız ediyor. Babamızı polis ablukasında anıyoruz.
Babanız herhangi bir ideolojik kimlik veya hedefle mi gazetecilik yapıyordu?
Zannetmiyorum. Abdi İpekçi’den başlayarak öldürülen gazetecilerin dosyalarını inceliyordu. 1980’lerin işkence mağdurları ve faili meçhullerini araştırıyordu. Bir süre sonra insanlar güvendikleri için kendileri arayıp bilgiler veriyordu. Bir TV programında “sizce Uğur Mumcu’nun kaynakları nelerdi” diye sormuşlardı. Ben de hoş bir anekdot aktarayım. Dönemin emniyet müdürüyle babam bir kokteylde karşılaşıyorlar. Babam kendisine “niye telefonumu dinliyorsunuz, rahat bırakın beni” deyince adam “valla Uğur bey size bizden daha fazla istihbarat geliyor, ne yapalım” yanıtı veriyor. O kadar insan bilgi vermek için arıyordu ki, bir süre sonra evde neredeyse sekreter görevi görüyordum.
Babanız öldürüldükten sonra da arayanlar oldu mu?
Gecenin bir yarısı “Uğur Mumcu’nun katilini buldum” veya “bence şu yazı sebep oldu” diye arayanlar vardı. Ama tabii arayıp “sizi çok seviyoruz” diyerek telefonu kapatanlar da oluyordu.
Babanızın gerçek faillerinin bulunabileceğini düşünüyor musunuz?
Hayır, öyle bir beklentim yok. 60 klasörden oluşan Umut Davası’nda Muammer Aksoy’dan Ahmet Taner Kışlalı ve babama kadar uzanan cinayetlerin arkasında İran’ın Kum kentinde örgütlenen Tevhid-Selam örgütünün olduğu, bu örgütün Türkiye’deki laik aydınlara suikast düzenleyecek bir birimi harekete geçirdiği ortaya çıktı. Dava sonuçlandı, yer gösteren, gözcülük yapan kişilere cezalar verildi ama bombayı koyan kişi bulunmadı. Tetikçiler bir yana, bizim esas talebimiz bu emri verenlerin ortaya çıkarılması. Bu cinayeti hangi örgütün gerçekleştirdiğinden ziyade, bu paravan örgütlere kimin emri verdiği önemli. Yıllar önce babamla ilgili yapılan özel bir TV programında Saaddettin Tantan, “bazı uyur örgütler vardır ve bu örgütler uyandırılır” demişti. Ben de çıkıp “kim uyandırıyor bunları Saadettin Bey” diye sormuştum. Bu soruyu ısrarla sormaya devam etmemiz gerekiyor.
Mehmet Ağar’ın cinayetten sonra annenizle yaptığı görüşmede “bir tuğla çeksek duvar yıkılır” dediği söylenir. Ağar, on yıllardır konuşulan bu cümlesini yakın zamanda yalanladı.
Yalanladı ama başta Turgut Kazan olmak üzere bunun tanıkları var. Zaten bu olaydan sonra Susurluk skandalı patlak verdi. Zamanla duvar yıkıldı, tekrar yapıldı ve şu anda derin devletin kendisini yeniden ve başka türlü kurduğunu düşünüyorum. Tabii derin devlet sözü sonradan çıktı, babam “saklı devlet” derdi.
Babanız korkuyor muydu?
Bu kadar koruma tedbiri aldığına göre korkuyordu galiba. Devletten korkuyor muydu, bilmiyorum. Ama başına bir şey geleceğini biliyordu. 27 Ocak’ta Kürt dosyasıyla ilgili Baki Tuğ’la görüşecekti. Baki Tuğ daha sonra babamla randevulaştıklarını reddetti.
Uğur Mumcu’nun Kürt meselesine bakışı nasıldı?
Babamın 1992 yılında Berlin’de yaptığı bir konuşma var. O konuşması İnternette var, merak edenler bakabilir. Kürtlerin kültürel haklarının verilmesi ve o dönem AGİT süreci olduğu için sorunun bu bağlamda çözülmesi gerektiğini söylüyor. Yıllar önce, henüz sosyal medya yokken bana bu videoyla ilgili bir e-posta gelmişti. “Burada Uğur Mumcu’nun sesiyle oynanmış, o kesinlikle böyle şeyler söylemiş olamaz” diyordu (Gülüyor). Babam özellikle 1980 sonrası sağ Kemalizme uzaktı ve bunu “gardrop Atatürkçülüğü” olarak tanımlıyordu. Onunki antiemperyalist bir Kemalizmdi. 45 bin kitaptan oluşan kütüphanesinde Lenin’den Gramsci’ye, TKP tarihinden Kürtlerle ilgili yazılmış yerli veya yabancı kitaplara, insan hakları raporlarından kadın sorununa kadar geniş bir literatür de bulunuyor. Dolayısıyla babamı belirli kalıplara hapsetmek mümkün değil. Musa Anter öldürülünce biz Ayvalık’taydık ve babam kalkıp onun cenazesine gitmişti. Musa Anter bir Kürt milliyetçisiydi ve babam onunla ilgili yazısında “kim kıyar 70 yaşındaki bir ihtiyar delikanlıya” diyordu. İnsanların dönüp o yazıyı okumalarını öneririm.
Amcanız Ceyhan Mumcu’yla yaşadığınız bir gerilim var. O gerilimin kaynağı ne?
Amcamın yıllar önce Süleyman Demirel’in avukatlığını üstlenmesiyle başlayan bir gerilim oldu ve ondan sonra bağlar kopmaya başladı. Basın açıklamalarıyla, Akit gazetesine verilen röportajlarla sürüyor bu gerilim. Fakat yaşanan bir sürü detayı aktarmayı gerekli görmüyorum.
Sizin yaptığınız anmaya alternatif bir anma da yapılıyor…
Tabii herkes farklı şekillerde babamı anabilir ama bizim aile olarak yaptığımız anma töreni bellidir.
Babanızın bu kadar sevilmesini neye bağlıyorsunuz?
Hâlâ insanlardan babamın ölümüne dair anekdotlar dinliyorum. Geçenlerde biri “babanızın cenazesinde kaybolmuştum” diyordu. Babamın öldürülüşü herkesin ortak travması oldu. O yüzden “büyük acılar çektim” demem lüks kaçıyor. Onun acısını herkes hissetti. Toplumsal Bellek Platformu kurulup da benzer kayıpları yaşayan, Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar bütün aileler bir araya gelince biraz rahatladık. Çünkü önceleri bu acıyı, deneyimi sadece sizin yaşadığınızı düşünüyorsunuz. Fakat bir araya gelince, devletin ihmallerinin, sorumluluğu başkalarının üzerine atmaların ortak olduğunu görüyorsunuz. Travmayı birbirinizle paylaşarak hafifletiyorsunuz. Vakıf olarak Sivas ve Maraş katliamları dahil bütün davalı dosyaları ayrı ayrı inceleyerek “neden öldürüldüler” adıyla kitaplar dizisi yaptık. Babamın “unutuyoruz olan bitenleri, anaları, kızları gözü yaşlı bırakıyoruz” diye bir sözü var. Biz unutmamalıyız.