Özgecan'ın babası: İnsanlar sarhoş gibi, adeta uyutuluyor; ne olup bittiğini görenlerin sesi duyulmuyor

Özgecan'ın babası: İnsanlar sarhoş gibi, adeta uyutuluyor; ne olup bittiğini görenlerin sesi duyulmuyor

Özgecan Aslan'ın babası Mehmet Aslan, "Özo’dan sonra sanki renkler soldu, hayat canlılığını yitirdi. Ben de farklı bir boyuttan bakıyorum artık hayata. Çarşıya çıktığım zaman, genç kızlara, genç erkeklere, insanlara bakıyorum. Şaşırıyorum: Sarhoş gibiler. Olayların, yaşananların hiç kimse farkında değil sanki. Bir vakte kadar, güneş doğana kadar insanlar adeta uyutuluyor" diye konuştu. Hürriyet yazarı Ayşe Arman'a konuşan Mehmet Aslan, "Ama neler olup bittiğini bilenler, görenler var. Onlar bir şeyler söylemeye, hakikati anlatmaya çalışıyorlar ama gürültü çok... Kimse seslerini duymuyor!" dedi.

Kızının cezaevinde öldürülen katili Suphi Altındöken'in adının 'şafak' anlamına geldiğini söyleyen Mehmet Aslan, "Bütün insanlık, aslında şu anda bir gece yolculuğu yaşıyor. Bu gece yolculuğunun son noktası, şafak vaktidir. Şafak vaktinden sonra, güneşin ilk ışıkları, yeryüzü, karanlığı aydınlatmaya başlar. Biz işte o süreçteyiz" görüşünü dile getirdi.

Bahaettin Kabahasanoğlu'nun yazdığı, Özgecan Aslan'ın hayat hikayesini anlatan 'Çarşamba Perisi' adlı romanla ilgili de konuşan Mehmet Aslan, "Çarşamba Perisi’ kendiliğinden, doğal şekilde ortaya çıkan bir kitap. Yazarı Bahaettin Kabahasanoğlu, 'Özgecan’ın romanını yazmak istiyorum, müsaadeniz var mı?' diye sordu, biz de 'Müsaade sizin' dedik" dedi.

Ayşe Arman'ın Mehmet Aslan'la yaptığı söyleşinin ilgili bölümü şöyle:

 

Elimde bir Özgecan kitabı tutuyorum: ‘Çarşamba Perisi’. Çok sarsıcı, çok etkileyici... Kızınız Özo’yu daha yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Nedir bu? Bu kitap nereden çıktı? Bir aile romanı mı? Hepimizi derinden sarsan bir cinayetin öyküsü mü?

- ‘Çarşamba Perisi’ kendiliğinden, doğal şekilde ortaya çıkan bir kitap. Yazarı Bahaettin Kabahasanoğlu, “Özgecan’ın romanını yazmak istiyorum, müsaadeniz var mı” diye sordu, biz de “Müsaade sizin” dedik. Doğru, bir aile romanı. Yazar, bütün aile fertleriyle tek tek konuştu. Ama aynı zamanda bir Özgecan kitabı. Türk halkı, Özo’mun başına gelenleri, gazetelerden, televizyondan bölük pörçük okudu, şimdi her şeyi okuyabilme şansları olacak.

 

Roman olması sizin tercihiniz miydi?

 

- Hayır, biz, yazara bizden istediği bilgileri aktardık. Nasıl bir kurguyla yazacağına karışmadık. Belirli bir edebi üslup kullanmış, romanın edebi değeri beni birinci derecede ilgilendirmiyor. Ama paylaşılan bilgiler tamamıyla doğru.

 

Kızınız Özgecan’ın başına gelenler bu ülkede bir milat oldu...

 

- Evet öyle. Bu topraklarda kadına şiddet, eziyet, zulüm uzun zamandır yaşanıyor. Özge’nin şahsında bir sürü şey vücut buldu. Yüzlerce, hatta binlerce kadının uğradığı haksızlığın, insafsızlığın, vahşetin sembolü oldu Özge. Bu vesileyle, Allah hayatını yitiren bütün çocuklara, kızlara, kadınlara gani gani rahmet eylesin. Her ailenin acısı kendine, ne kadar zor olduğunu biliyorum. Benim yavrumun, meleğimin başına gelen, adeta masumiyetin katledilişiydi. Ama ben bu vahim olayın, Allah’ın takdiriyle ve Allah’ın takdir ettiği biçimde gerçekleştiğine inanıyorum. Ve içerisinde onlarca hikmet barındığına...

 

Nasıl yani?

 

- Özge, evine dönmek için toplu taşıma aracına binen bir genç kızdı. Okuldan çıkmış, bir alışveriş merkezine uğramış, sonra kafasında babaannesinin ördüğü bere evine dönüyordu. Özge, sizin de çocuğunuz olabilirdi, hepimizin çocuğu olabilirdi. Onun başına gelenler bir milat, çünkü insanlar isyan ettiler, “Artık yeter!” dediler. Dahası bu olayda, “Ama o da şunu yapmasaydı” denilebilecek bir yan yoktu. Ve Özge’nin olayında ilk defa bütün kutuplar birleşti. Birinci hikmet bu. Sonra Özge’nin davasında, katiller, indirimsiz ceza aldılar. Bu da ikinci hikmet. Dava sürecinde, Anadolu’nun ve Türkiye’nin neredeyse her ilçesinde benzer acı olaylar yaşandığına dair bilgi sahibi oldum. Analar, babalar aradı. Acılarını, acımızı paylaştılar. Bu da bir hikmet.

 

Siz, kızınızın başına gelenleri kaderle açıklıyorsunuz o zaman...

 

- Bakın, kaderin üstünde bir kader var.

 

Anlamadım...

 

- Bir cüzi irade var, tercihlerimizle belirlediğimiz kader, bir de külli irade var. Yaşananlar, Özge’nin tercihleri değildi. Dolayısıyla külli irade. Tamamen Allah’tan. Bizim kaderimizin üstündeki kader yani.

 

Biraz açar mısınız?

 

- Bu topraklarda, bazı erkekler, kendi iradeleri ve seçimlerinden kaynaklanan bir kaderi, kadınlara yaşatıyorlar. Çünkü cehalet içindeler. Hâyâsızca nefislerinin peşinde koşuyorlar. Sonra şeytanın esiri olup, boyunlarını bükerek cehenneme giden yolu tercih ediyorlar. O yüzden bu kadar gözyaşı ve acı var bu ülkede. Ama unutmamak gerekiyor, her nefis, kendi iradesiyle yapmış olduğu zerre kadar iyiliğin de, zerre kadar kötülüğün de bedelini ödeyecek ve karşılığını alacaktır. İnsanların kaderi olduğu gibi, toplumların, milletlerin, devletin, dünyanın, hatta kâinatın da bir kaderi var. Külli iradenin yazmış olduğu bu kaderin sonunda kıyamet kopacak. Medeniyet tarihi boyunca insanlar belirli dönemlerde ruhsal bunalımlara, buhranlara, çöküşlere uğradılar ve bunun neticesinde dünyada yıkımlar meydana geldi.

 

Şimdi de onlardan birini mi yaşıyoruz?

 

- Evet, öyle bir zamandayız. Ayet-i kerimede, “Ben hikmeti dilediğim kuluma veririm!” diyor, “İlim isteyene ilmi veririm ama hikmeti, dilediğime...” Şimdi bu hikmet boyutu, Kuran’ı hatim etmekle, ezberlemekle, çok okumakla, dinle ilgili 50 tane kitap yazmakla ya da profesör olmakla ilgili bir şey değil. Hikmet ayrı bir şey. Bunu görebilmek, anlayabilmek, yorumlayabilmek ve buna uygun bir şekilde toplumu hazırlamak herkesin harcı değil. Bazı özel kişilere verilmiş bir yetki.

 

Özge de hikmet verilmişlerden biri miydi?

 

- Onu anlatmaya çalışıyorum. Bugün insanlık, karanlıkların içerisinde bir ışığın, bir güneşin doğmasını bekliyor. Herkes kalbinde ve düşüncesinde bir tek şeyi istiyor: Artık bu vahşet bitsin! Kötüler ortaya çıksın! At iziyle it izi karıştığından, kimin ne olduğunu göremiyoruz. Benim için işaretler, semboller önemli. Algılar âlemini önemsiyorum. Evladımın canına kıyan Ahmet Suphi Altındöken’in isminin ne anlama geldiğini biliyor musunuz?

 

Hayır bilmiyorum...

 

- Suphi’nin anlamı ‘şafak vakti’ demek. Bütün insanlık, aslında şu anda bir gece yolculuğu yaşıyor. Bu gece yolculuğunun son noktası, şafak vaktidir. Şafak vaktinden sonra, güneşin ilk ışıkları, yeryüzü, karanlığı aydınlatmaya başlar. Biz işte o süreçteyiz. Biliyorsunuz, bir olgular âlemi var, bir de algılar âlemi. Pek çok şey oluyor etrafımızda, biz pek çok konuda iyiyiz, bilimde, teknolojide almış başımızı gitmişiz ama algılar dünyasını çözemiyoruz.

 

Kızınızın katilinin isminin Suphi olması tesadüf değil o zaman...

 

- Değil efendim. Şafak vakti ne demek? Artık gün doğacak, güneş doğacak...

 

Bu tür vahşetler azalacak mı?

 

- Doğuma yakın anlar, sancıların en çok çekildiği anlardır. Çünkü artık doğum gerçekleşecek. Öyle bir sancı yaşanıyor şimdi.

 

Artık dünyayı eskisi kadar güzel bulmuyor musunuz?

 

- Özo’dan sonra sanki renkler soldu, hayat canlılığını yitirdi. Ben de farklı bir boyuttan bakıyorum artık hayata. Çarşıya çıktığım zaman, genç kızlara, genç erkeklere, insanlara bakıyorum. Şaşırıyorum: Sarhoş gibiler. Olayların, yaşananların hiç kimse farkında değil sanki. Bir vakte kadar, güneş doğana kadar insanlar adeta uyutuluyor. Ama neler olup bittiğini bilenler, görenler var. Onlar bir şeyler söylemeye, hakikati anlatmaya çalışıyorlar ama gürültü çok... Kimse seslerini duymuyor!

 

 

Mezhebi geniş lafına üzüldüm

 

Cansel’in babası sizden özür diliyor, “O öfke ve üzüntüyle kastımı aştım!” diyor. Yine de bilinçaltı kodlar mı bunlar?

 

- Biraz öyle...

 

Ne hissettiniz size “Mezhebi geniş” deyince...

 

- Çok üzüldüm. Ama bugün Cansel’in halası, yani Mustafa Bey’in kız kardeşi aradı. Ben onları da anlıyorum. Mustafa Bey’in yaptığı büyük bir hata var. O da mahkemeye gitmesi. E oraya gitti, düşüncesizce fütursuzca, hoyratça, gerek olan olayları, gerek oluş biçimini, malum kişilerin kendilerini aklama adına uydurdukları bir sürü şeyi dinledi. Haliyle çileden çıktı, sarsıldı. Bu sarsıntıdan dolayı üzüntüsü, kahrı on katına, yüz katına çıktı. Benimle ilgili bir soru sorulduğunda da patladı.

 

Siz nasıl bu kadar herkese karşı anlayışlı olabiliyorsunuz?

 

- Anlayışlı olayım diye özel bir çabam yok, ben böyleyim.

 

Bu bilge kişiliğinizde yetiştiğiniz Alevi kültürünün payı ne kadar?

 

- Zannettiğiniz kadar çok değil. Ben Aleviliğin de kendini geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Sufiliğin ve tasavvufun bendeki etkisi çok daha fazla. Ama daha önce de ateisttim. Sonra ustamla tanıştım, hayatın aşk boyutunu keşfettim.

 

Hürriyet'te yayımlanan söyleşinin tamamını okumak için tıklayın