Geçici olarak kapatma kararı alınan Özgür Gündem gazetesinin eski Yayın Yönetmeni, Avukat Eren Keskin ifade vermek üzere İstanbul Çağlayan Adliyesi'ne gitti. Keskin, "Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak", "PKK silahlı terör örgütü üyesi olmak" suçundan tutuklanması istemiyle nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk edildi. Saat 16.40'ta Keskin'in mahkeme sorgusu başladı. Keskin, sorgusunun ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
Keskin, adliye önünde yaptığı açıklamada "Ne yazık ki bu çağda bile insanlar düşünceleri ile yargılanıp tutuklanıyorlar" dedi.
Özgür Gündem gazetesinin kapatıldığı 16 Ağustos'ta, hakkında yakalama kararı olduğu söylenerek Keskin'in evine polis baskını yapılmıştı. Baskın günü İstanbul'da olmayan Keskin, tebligat yapılmamasına rağmen ifade vermeye gideceğini söylemişti.
Keskin, bugün Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'ne giderek basın savcısı Umut Tepe'ye ifade verdi.
Keskin ifadesinde 27 Mart 2016’ya kadar gazetenin genel yayın yönetmenliğini Hüseyin Aykol ile birlikte yürüttüklerini, o tarihten itibaren de 15 günde bir yayımlanan yazıları dışında gazetede bir görev almadığını söyledi. “Benim genel yayın yönetmenliğim tamamıyla semboliktir” diyen Keskin, Özgür Gündemin çok sayıda çalışanın faili meçhul cinayetle öldürüldüğünü söyledi. Keskin “Ben bu cinayetler dolayısıyla destek amaçlı, daha doğrusu faillerin bulunması amacıyla bu gazetenin genel yayın yönetmeni oldum” ifadesini kullandı.
Gazetenin yayın politikasını belirlemek gibi bir yetkisi olmadığını söyleyen Keskin, aktif olarak avukatlık yaptığını, gazetedeki yazılarının insan hakları ve kadına yönelik şiddet hakkında olduğunu ifade etti.
Keskin ifadesinde şunları söyledi:
“Ben insan hakları savunucusuyum. Bu yaşıma kadar hiçbir sol örgütün üyesi olmadım. Hakkımda hiçbir zaman terör örgütü üyeliği suçlamasıyla soruşturma açılmadı. Ayrıca gazetede yönetici değilim. Hakkımdaki suçlamaları kabul etmiyorum.”
Savcı Umut Tepe, Keskin’i tutuklama talebiyle mahkemeye sevk etti.
Dayanışma açıklamaları
Keskin ile dayanışma için Cumartesi Anneleri, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon, LGBTİ aktivistleri, vicdanir retçiler, insan hakları savunucuları adliye önündeydi.
Doğan Erbaş HDP İstanbul İl Eş Başkanı: Eren Keskin insan hakları mücadelesinin içindeki simgeleşmiş isim. Özgür Gündem'in kapatılması Türkiye hukuk ve basın tarihinde kara leke. Süreç devam ediyor. Önemli olan yarına iz bırakmak. Eren Keskin Türkiye'nin vicdanını teslim eder. Dayanışmamız sürecek.
Faruk Eren (DİSK Basın-İş Başkanı): Acayip bir dönemden geçiyoruz. Her gün gözaltı, tutuklama var. Eren Keskin'le çıkmak için buraya geldik. Bu karanlık günleri dayanışarak kıracağız.
Gülistan Kılıç Koçyiğit (HDK Eş Sözcüsü): Barış istemenin cesaret istediği zamanlardan geçiyoruz. Mevcut iktidar bize "Ben yönetim şekli getiecem bizim isteklerimiz dışında hiçbir gerçek toplumla buluşmamalı" diyor. Bu nedenle Özgür Gündem'i kapattı, tutuklamalar yaptı. Bu uygulamalar anti demokratik faşist ülkelerde olabilir. Özgür basın geleneğini, Özgür Gündem'i ve tutuklu arkadaşlarımızı yalnız bırakmayacağız. Eren Keskin'in tüm hak ihlallerindeki duruşu hepimize örnek olmalı.
Kıvılcım Arat (İstanbul LGBTİ Derneği): Eren Keskin, derneğimizin avukatı. Trans toplumunun Eren Keskin ile tanışması 1993. 90'lar trans toplumu için kara bir dönem. Beyoğlu Emniyet Müdürü hortum Süleyman'ın döneminde işkence gören kadınlar İHD'ye gidiyor. İHD'de bir toplantı var. Kadınlar yaşadığı işkenceyi anlatırken Ercan Kanar ve Eren Keskin dışındakiler salonu terk etti. Eren Keskin 1993'ten beri her yerde yanımızda oldu. İnsan haklarının herkes için olduğunu öğretti.
Ümit Efe (TİHV İstanbul Temsilcisi): İnsan hakları savunucuları 30 yıldır ağır ve karanlık yolda omuz omuza yürüdük. Eren Keskin bu ülkenin insan hakları mücadelesinin direnişin semboludür. Hepimiz Eren Keskin'iz. Yaptığı, söylediği her şeyin arkasında ve yanındayız.
Ercan Jan Aktaş (Vicdani Ret Derneği temsilcisi): Eren Keskin, şiddete militarizme savaşa karşı sözünü doğrudan söyledi. Savaş karşıtşları, vicdani retçiler, anti militaristler olarak onu hep yanımızda bulduk. Biz de onunla birlikteyiz.
Vivet Kanetti (Yazar): Aynı gün tek silahı sözü olan üç kadının evine güvenlik görevlileri girdi. Aslı Erdoğan hapiste. Eren Keskin Türkiye'de nadir görülebilcek cesarette, dürüsütlükte biri. Kadınlar için muazzam bir sembol. Barış geldiğinde onun katkısı unutulmaz olacak.
Sezgin Tanrıkulu (CHP İstanbul Milletvekili): Eren Keskin 30 yıldır insan hakları mücadelesinde bir barış insanı. Herkesin ağzından kan damlıyor, biz özgür basının yanında olduğumuz gibi barışla ilgili sesimizi yükseltmeye de devam edeceğiz.
Haluk İnan (Yönetmen): Türkiye Cumhuriyeti kuruldığından bu yana hiçbir zaman demokrasi olmadı. Her zaman tekçi, savaş yanlısı erkek egemen cumhuriyetti. Bugün önemli fark yaşıyoruzzi ilk kez bu kadar geniş milliyetçi muhafazakar iktidar bloğuyla karşı karşıyayız. Eren Keskin gibiler bu tür dönemlerde muhalefetin kanıtıdır. Tüm Eren Keskinlerin yanında durmak zamanı.
İHD: Bu hukuksuzluk tüm insan hakları kurumlarına
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi adına yapılan açıklamayı İkbal Eren okudu. Açıklamada şu ifadeler yer aldı:
"Genel Merkez MYK üyemiz, İstanbul Şube yöneticimiz olan ve geçtiğimiz günlerde polis baskınıyla kapatılan ÖZgür Gündem gazetesinin eski genel yayın yönetmeliği görevini de üstlenenn Avukat Eren Keskin'e yönelik saldırıları, insan hakları ce demokrasi mücadelesi veren herkese karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul ediyoruz. İnsan hakları mücadelesine yapılan bu saldırıları kınıyor, protesto ediyoruz."
Eren Keskin, Türkiye'de faaliyet gösteren Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu'nun kurucusu, İnsan Hakları Derneği'nin başkan yardımcısı ve eski İstanbul şubesi başkanı olan avukattır.
Keskin, Bianet’ten Elif Akgül’e 2013’te verdiği söyleşide kendini mesleğe başlangıcını “Denizlerin idamıyla avukat olmaya karar verdim” sözleriyle anlatmıştı.
Keskin’in 30 Kasım 2013’te Bianet’te yayınlanan söyleşisi şöyle:
Biz hep avukat Eren Keskin’i tanıdık. Ama çocuk olan Eren Keskin nasıldı, nasıl bugünkü kişi haline geldiniz?
Eğitimli bir ailede büyüdüm. Dedem hukukçuydu, annemin babası mimardı ve anneannem döneminin ilk okuyan kadınlarından kimya mühendisiydi. Ve çok politik biriydi.
Hep politikayla ilgiliydi bizim ailemiz. Genel olarak sol eğilimli insanlardı. Aktif siyasetin içinde kimse yoktu ama ben mesela avukat olmaya Denizlerin (Gezmiş) idamında karar vermiştim.
Sekiz ya da dokuz yaşlarındaydım o zamanlar. Babamın görevi nedeniyle Bursa’daydık. İlkokula orada başladım. O zaman Denizlerin kaçışı konuşuluyordu. Bir gün annem kız kardeşimle beni evde yalnız bırakarak dışarı çıkacaktı. Gitmeden de tembihledi:
“Kapıyı kim olduğunu sormadan kimselere açmayın. Eğer ağabeyler (Deniz Gezmiş ve arkadaşları) gelirse içeri alın ve kimseye söylemeyin.”
Biz de dua ederdik “N’olur ağabeyler gelsin, biz de saklayalım” diye.
Denizlere yapılan haksızlık beni etkilemişti bu yüzden avukat olmaya karar vermiştim. Hatta arkadaşlarım bana okulda “Avukat hanım” diye hitap ederdi.
Daha sonra tiyatroya ilgim arttı. Devlet Tiyatrosu sınavlarına hazırlandım. Annemler son anda caydı. Lise 2’deyken Devlet Türk Sanat Müziği Konservatuarı'nı kazandım. Liseyle beraber oraya gidiyordum. O zaman tabii solcuyuz. Konservatuarı “Bunlar çok burjuva” diye kızıp bırakmıştım. Hala pişmanım.
İlkokul ve lisede çok başarılı bir öğrenciydim. Bir şiir okunacaksa ben okurdum. Okulda milli güvenlik dersine bir albay giriyordu. O zamanlar milli güvenlik seçmeli dersti. Bütün okulda bir tek ben o dersi seçmemiştim. Hoca derse girince ben çıkardım. Belli ki o zaman da anti-militarist bir yanım varmış.
Peki siyasete nasıl başladınız?
Kürt olduğumuzu 13 yaşında öğrendim.
Daha önce ailemizde böyle bir durum konuşulmamıştı. Baba tarafım Kürt ama sonuçta dedem valiydi. Kürtlüğü sadece mitinglerdeki sloganlardan biliyoruz. Bir gün denizdeydik. Babamın halasının oğluyla denizde yürümeye başladık. Bayağı da sığ bir suydu. Biraz ilerledikten sonra, etrafta kimse yokken bana dedi ki :
"Biz Kürt’üz. Bunu sakın unutma.”
Ben o zaman şaşırmıştım, ancak zaman içinde anladım. Sonra bu mesele benim ilgimi çok çekti.
İbrahim Kaypakkaya’yı çok severdim. Sonra Halkın Birliği’nde örgütlendim. Bizim okul faşist işgal altındaydı. Tabi ilk sene bizi tanımadıklarından okula gidebiliyorduk.
Hatırlıyorum, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin büyük amfisinin ortasında ve sağında otururdu herkes. Ben tabii bilmiyorum. Gittim, sola oturdum. Hemen arkadaşlar uyardılar ama yerimi değiştirmedim. Sonra bir erkek arkadaş da katıldı. Ama birkaç hafta sonra bacağıma silah dayadıklarında oturamadım.
Eren Keskin’i biz hep bakımlı saç ve makyajıyla tanıdık. Ama dönemin sol hareketinin makyaja bakışı pek de olumlu değildi. Siz nasıl böyle var olabildiniz?
Bir gün derneğe gidiyoruz. Evden çıkarken, annem yüzüm çok renksiz diye allık sürmek istedi. Tabi o zamanlar, şu anki halimin tam tersi, hiç makyaj yapmıyorum.
Derneğe gittik. Bizden bir iki yaş büyük bir liderimiz var. Beni içerideki odaya çağırdı. “Eren sen makyaj mı yaptın” diye sordular. “Yoo, solgun görünüyormuşum, annem allık sürdü” dedim. Sonra beni çok sert eleştirdiler. Yok burjuva alışkanlığıymış, vay bunu sonu nereye varırmış, falan. Sonra ben de tavır alıp makyaj yapmaya başladım.
Bu tutumun benzerini farklı çevreler de dile getirdi değil mi? Sizce neden makyajınız bu kadar mesele oldu?
Mesela, Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerinde gazeteler benim fotoğrafımı yayımlayıp ‘Sen neyini kaybettin”, “Sana mı kaldı kızım, sen git manken ol, senin Kürtçeyle ilişkin ne‘’ gibi haberler yapıyorlardı.
Kadınları siyaseti sokmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir şekilde erkek egemen bakış ile çok ilişkisi var bunun. Kadınların siyasete katılımı hep engellendi. Kemalizm’in yarattığı kadın, siyasete pek bulaşmayan, kocasının bir adım arkasında yürüyen, modern görünümlü... Fakat bu kadar. Muhafazakar kesimde ise kadının söz hakkı yok. İki ideoloji ne kadar düşman görünse de kadına bakışları benziyor.
Ama ben şuna çok inanıyorum: Egemenine çok benziyorsun. Bundan kurtulmaya çalışanlar zaten gerçekten devrimci oluyorlar.
Ben cezaevine girdiğimde, çok hayal kırıklığı yaşamıştım. İçeride anladım ki dışarıdaki kadın-erkek rolleri ile içerideki kadın-erkek rolü farklı değil. Yine erkekler yönetiyor, yine erkekler önde. Çıktıktan sonra altı ay kendime gelemedim.
Toplumsal cinsiyet meselesine girmişken, siz aynı zamanda gözaltında cinsel şiddetle ilgili de çalışıyorsunuz. Bu nasıl başladı?
Benim kırılma noktam, bir insanın cinsel işkenceye uğradığını anlamaktı. Mezun olduktan sonra siyasi davalara bakmaya başlamıştım. İşkenceden bahsedilir ama ayrıntıya girilmezdi. Biz kendi aramızda konuşurduk ama kimse ”Ben tacize ya da tecavüze uğradım” demezdi.
1995’te yazdığım bir yazıda Kürdistan kavramını kullandığım içim 2,5 yıl ceza alıp altı ay cezaevinde yattım. Bayrampaşa Cezaevi’nde kendi müvekkillerimle kaldım. O zaman müvekkillerimle daha eşit bir ilişki kurduk, bir duvar yıkıldı ki anlatmaya başladılar. O dönem, istisnasız her kadın gözaltında tacize maruz kalmış. Bir kısmının da tecavüze uğradığını öğrendim.
Herkes anlatmıyordu tabi. Ama benimle tek tek konuşmak istiyorlardı. Herkes aynı şeyi söylüyordu “Utandım, korktum, kendimi kirlenmiş hissettim..” Ve ben orada “Neden bu suç cezasız kalıyor” diye düşündüm.
Cezaevinden çıktıktan sonra Heidi Wedel ile Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nu kurduk. Teker teker tüm cezaevlerini gezerek temsilcilerle görüştük. Orada anladım ki devlet erkek egemen ama siyasi örgütler de öyle. Bu durumu “işkence işkencedir, taciz ne demek” diyen, burjuva bulan çok oldu. Kadına ulaşmak için gidiyorsun ama temsilciyi aşamıyorsun. O dönem Med TV çalışmamızla ilgili bir haber yapınca çok sayıda Kürt kadın başvurdu. Bugüne kadar da bize 387 kadın başvurdu, ama biliyoruz ki gerçek sayı bambaşka.
Sadece bu sayı bile çok fazla. Genelde bir iki haber yaptığımızda bile bundan etkileniyoruz ama sizin insan hakları savunuculuğunda çok uzun bir tarihiniz var. Bu kadar insanın travması sizde nasıl etki bıraktı?
İnsan, insan hakları ya da kadın hakları konusunda severek çalışınca, borçlu hissedince bir yaşam biçimi haline getiriyor. Mesela Leman’la (Yurtsever) ağlayarak dilekçe yazdığımızı biliyorum. Ama dayanışmayla bunu aşıyoruz.
Avrupa’da bize psikolojik destek alıp almadığımızı soruyor, almadığımız için şaşırıyorlar çünkü oradaki savunucular mutlaka psikolojik destek alıyor. Ama belki de bu feodaliteyi ne kadar eleştirsek de, yarattığı birlikte iş yapma kültürüyle bizi koruyan bir yanı da var.
Biraz da İnsan Hakları Derneği (İHD) dönemini konuşmak istiyorum. Özellikle bu dönemde çok defa saldırıya uğradınız, tehdit aldınız ki IFEX bu sebeple bir kampanya başlattı.
1989’da İnsan Hakları Derneği’nde çalışmaya başladım. Bir dönem hepimiz için korku filmi gibiydi. Şimdi IFEX benimle dayanışma içine girmek isteyince ben de şaşırmıştım. “Neden ne oldu ki? Bir şey yok şu anda” dedim.
Biz o kadar zor süreçler gördük ki. Her sabah aynı ses telefonda “Bugün öleceksin” derdi. Aynı ses Akın Birdal’ı da arardı. Biz hep dalga geçerdik, mizahla başa çıkardık.
1994’te ve 2001’de silahlı saldırıya uğradım. Çok defa tehdit mektubu aldım.
Her gün birinin ölüm haberini alıyorduk. Arkadaşlarımızın otopsilerine giriyorduk. O kadar ağır şeyler yaşadık ki. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Şırnak olaylarında Türkiye’yi mahkum etti. Biz bombalamanın ertesi günü Şırnak’taydık. Oradaki bulguları, raporları tüm dünyayla paylaşmaya çalıştık ama Türkiye’den bir iki gazete yazdı.
Örneğin ben sırf Kürdistan dediğim için altı ay hapis yattım. Bugün başbakan bile Kürdistan kelimesini kullanıyor.
Bugün herkese şunu söyleyebiliyoruz. Bakın biz haklıymışız. Bu insana onur veriyor. Biz bunları ölüme göz alarak yaptık. Özellikle 1990’larını sonunda Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde biz 16 kişi Öcalan’ın ilk avukatlarıydık.
Avukatlığımızı açıkladığımızda yaşadığımız baskılar anlatmak mümkün değil. Altı ay eve gidemedik. Açıklamayı yaptığımız gün eve gittiğimde apartmana kocaman “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye yazmış ve bayrak asmışlardı. Bize resmen “Artık buraya giremezsiniz” deniyordu. Sokaklarda saldırıya uğradık.
Hatırlıyorum, bir gün Üsküdar’a geçmek için motora binmiştim. Ama insanların ellerindeki gazetelerin hepsinde “Apo’nun dişi kuşu” diye fotoğraflarım var. Bazıları tanıyor. Öyle bir kıstırılmış hissi ki... Denizin ortasındasınız, kaçamazsınız, isteseler sizi denize bile atarlar. Hiçbir şey de yapamazsın. Çok acayip günler yaşadık gerçekten. Ama bugün bir rahatlama ortamı olduysa da bu ödenen bedeller sayesinde. Bir dolu insan bunlar için yaşamını yitirdi. Hepimizin onlara borçlu olduğunu düşünüyorum.
Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde 14 yaşındaydım. Batıda doğmuş birisi olarak ben “Bu kişiyi kim savunabilir ki” diye sorduğumu hatırlıyorum. Devlet aygıtları bir yana toplumdan yana bir baskı görmediniz mi?
Kürdistan’daki arkadaşlarımız daha rahattı. Tabii orada baskı çok yoğundu ama bir taraftan da toplumdan saygı görüyorlardı. Ama burada, akrabalarım bana tavır aldılar. Komşularının bazıları anneme tavır aldı. Korkunç bir şekilde yalnızlaştırılıyorsunuz.
Kaldı ki İnsan Hakları Derneği'nde (İHD) bile çok eleştirildik. Ben mesela hiç İmralı’ya gitmedim. Öcalan’ın ilk avukatlarıydık ama biz o dönem Osman Baydemir’le İHD genel başkan yardımcılarıydık. İHD’yi zor durumda bıraktık diye hakkımızda imza kampanyaları başlatanlar oldu. Ama şimdi herkes o dönem desteklediğini söylüyor.
İmralı’ya gitmedim ama hep “Apo’nun avukatı” diye yazıldım. Bir çocuğa işkence davası bile olsa “Apo’nun avukatı” diye yazıyorlardı. Uzun süre bu yüzden basında sansürlendim.
Ama bugün çok başka bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Barış Süreci var, sizin de dediğiniz gibi Başbakan “Kürdistan” diyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz, bundan sonra ne olacak?
Türkiye’de var olan Kürt değil, Kürdistan sorunudur. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Dört parçaya ayrılmış bir coğrafyadan bahsediyoruz. Zorla bölünüp paylaşılmış bir coğrafya.
Kürdistan’da olup biten topraklar ve insanlar kendilerine yapılan haksızlıkların ödenmesini istiyor ve artık bunu kimse engelleyemez bence.
Tabii ki başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere bir takım emperyal güçlerin kararları son derece etkili. Bugün ABD Ortadoğu’da Kürtleri düşman olarak görmek istemiyor. Ve sömürgecilerin de bunun dışında bir şey yapma ihtimalleri yok.
Ne kadar zorlamaya kalkarlarsa, ne kadar karşı çıkarlarsa Kürdistan o kadar yaklaşıyor diye düşünüyorum.
Bugün Suriye’de Rojava diye bir durum var. Bugün Suriyeli Kürtler Kürdistan devriminin öncüsü durumuna geldiler.
Benim Türkiye Cumhuriyeti’nden hiçbir beklentim yok. Yapmak zorundalar ve yapacaklar. Bir kere bir genel af çıkartmak zorundalar bunu yapacaklar. Terörle Mücadele Kanunu’nu değiştirmek zorundalar, değiştirecekler.
Türkiye Ermeni Soykırımı ile yüzleşecek. Türkiye Cumhuriyeti bir soykırım üzerine kurulmuş. O nedenle Türkiye demokratik adımlar atmak zorunda. Bunu yapmamak için direniyor ama bu direnç çok uzun sürmeyecek.
Türkiye Cumhuriyeti demokratikleşmek istiyorsa Ermeni Soykırımı’nı kabul edecek, özrünü dileyecek, tazminini gerçekleştirecek. Sonra Kürtlerden ve haksızlık yaptığı her kesimden özür dileyecek.
Şimdi bunlar gerçekleşmez gibi geliyor ama on yıl önce neredeydik, bugün neredeyiz? 10 yıl sonra Türkiye devleti bunları yapmak zorunda kalacak. Biz görmesek de yapacak.
Son olarak futbol aşkınıza değinmek istiyorum. Hangi takımı tutuyorsunuz?
Çocukluğumdan beri futbolu çok severim. Ben dahil, tüm ailem Galatasaray’lı. Mesela annemin evinde hala Lig TV var, bütün maçları izler.
Ben futbolun korkunç bir matematiği olduğunu düşünüyorum. Futbolun şu ana kadar kullanıldığı şeklin dışında kullanılırsa, barışa hizmet edebileceğine de çok inanıyorum. Çünkü herkes futbolu seviyor.
Mesela maçlar İstiklal Marşı’yla başlıyor. Milliyetçilik üretiliyor tüm futbol maçlarında. Ama tam tersi yapılabilir. Yani kardeşlik üzerine mesajlar, kadın yönelik şiddet üzerine, ırkçılık karşıtlığı üzerine mesajlar verilebilir. Avrupa’da bunlar yapılıyor.
Diziler de böyle. Şimdi kimse “Ben dizi izliyorum” demiyor ama biz izlemesek de toplum izliyor. Mesela geçen sene Kayıp Şehir ile ilk defa toplum trans bireylerin de “normal”, senin benim gibi kişiler olduklarını öğrendi. Babam bile mesela, “Bu kalp seni unutur mu?” dizisinden sonra Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili “Gerçekten böyle şeyler mi oldu” dedi.
Biz yıllarca Diyarbakır Cezaevi’ni anlatmaya çalıştık. Ama o dizi bizden çok daha fazla anlattı. O nedenle yüksek siyaset yapanların küçük gördüğü bazı alanların aslında hayatımızda çok önemli olabileceğine inanıyorum.
İstanbul 8. Sulh Ceza Mahkemesi 16 Ağustos’ta Özgür Gündem Gazetesi’ni “örgüt propagandası” suçlamasıyla kapattı. Kararda kapatılmanın “geçici” olduğu belirtilmekle beraber ne kadar süre kapalı kalacağına ifade yer almadı.
Gazetenin kapatılmasından kısa süre sonra Özel Harekat Polisi, gazetenin Beyoğlu’ndaki binasına baskın yaptı. Bazı çalışanları kimlik kontrolünün ardından bırakan polis, 22 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar arasında gazete editörleri, genel yayın yönetmeni, ayrıca gazeteye röportaj için gitmiş olan İMC TV muhabirleri de vardı.
Baskına tepkiler sürerken, gazetenin eski genel yayın yönetmeni ve yazarı olan Eren Keskin, yazarları Ragıp Zarakolu ve Filiz Koçali, gazetenin Yayın Danışma Kurulu Üyesi ve yazarı Aslı Erdoğan, gazetenin İmtiyaz Sahibi Kemal Sancılı'nın evlerine de polis baskın yaptı.
Gözaltına alınan 22 gazeteci savcılık sorgusunun ardından 18 Ağustos'ta serbest bırakıldı. Aslı Erdoğan 19 Ağustos günü tutuklandı.
Özgür Gündem Genel Yayın Yönetmeni Zana Kaya ve Özgür Gündem Yazı İşleri Müdür İnan Kızılkaya 22 Ağustos'ta tutuklandı.