Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan ve Sebati Karakurt'la gittikleri Umre ziyaretini 'Peygamber'in İzinde' başlıklı yazı dizisinde anlatıyor. Özkök bugünkü (05.09.2009) yazısında Kâbe'nin neden kutsal olduğunu, zefiran kokusunu ve Mekke ile Kudüs'ün farkını anlatıyor. İşte Özkök'ün yazısı:
Hakan: Özkök, Kâbe'ye karşı Cold Play dinlediSABAH saat 6.00.Rehberim Osman Korkmaz ihramı giymeme yardım ediyor.
O an, İslamoğlu’nun sözünü bir kere daha hatırlıyorum.
“Hac, mahşerin provasıdır.”
İnsanın canlı bedeni üzerine, kefene benzeyen havlumsu kumaşı geçirmesi tuhaf bir ürpertiye yol açıyor.
İhramı giyip, kaldığım odanın koridoruna çıkıyorum.
Karşımda Ahmet Hakan ve Sebati Karakurt.
Sebati, fotoğraflarımı çekmeye başlıyor.
Kendimi pek iyi hissetmiyorum.
Uçakta gelirken Ahmet Hakan’la kesin kararımızı almıştık.
İhramlı fotoğrafımızı kullanmayacaktık.
İnancın saf haliyle, mesleğimizin saf hali arasına iki ayrı duvar çekip, aradaki koridorda yürümeye karar vermiştik.
Kafamdaki ilk soru kabe niye kutsal
Otelin kapısından çıkıp tam karşıda Kâbe’nin kapısına doğru yürüyoruz.
Kapıda ayakkabılarımızı çıkarıyoruz.
Burası “Harem”, ayakkabılarınızın çalınması ihtimali hiç yok.
Yalınayak yürümeye başlıyoruz.
Derin giriş holünü geçtikten sonra karşımıza Kâbe çıkıyor.
Hayatımızın en tanıdık dini simgesi.
Bütün Müslümanlığın kalbi.
Beklediğimden büyük mü, yoksa küçük mü karar veremiyorum.
Sadece üzerindeki siyah örtünün parlaklığı dikkatimi çekiyor.
Bir de, bu kare şeklindeki, dünyanın belki de en basit formundan oluşan sade yapının niye bu kadar kutsal olabildiğini sorguluyorum.
Ama sorgulama anında bitiyor.
Onun yerini inancın sorgusuz sualsiz biatı alıyor.
Kalabalığa ayak uyduruyorsunuz, otomatik hareketlerle Kâbe’nin etrafında yürümeye başlıyorsunuz.
Osman Hoca sıkı sıkı kolumu tutuyor, dua etmeye başlıyor ve bana, “Söylediklerimi aynen tekrarla” diyor.
Ona da biat ediyorum.
Arapça dualar başlıyor.
Bir kısmını telaffuz dahi edemiyorum.
Kâbe’nin her köşesine gelince, iki elimizi kendimize değil Kâbe’ye doğru açarak kısa bir dua okuyoruz ve sonra sağ elimizin içini öpüp yürümeye devam ediyoruz.
Daha ilk adımlarda tertemiz bir mermerin üzerinde yalınayak yürümenin harikulade hazzını alıyorum.
Tavaf böyle başlıyor.
14 yüzyılda sadece bir kere durmuş
Mustafa İslamoğlu, “Tavaf aşkın hareket halidir” diyor.
Tavaf, varlığın ilahi korosuna insanın katılımıdır.
Kozmik hareketliliğin teatral bir taklidi.
Ali Şeriati ise buna “Halkın girdabı” diyor.
Orada öğreniyoruz ki, bu “kozmik hareket” 14 yüzyıldan beri hiç durmamış.
20’nci yüzyılın başlarında Kâbe’yi su basmış, insan boyunu aşan bir göl oluşmuş.
O sırada bile hareket durmamış, insanlar yüzerek Kâbe’yi tavaf etmeye devam etmişler.
Sadece bir terörist baskınında bu hareket bir süre için durmuş.
Kâbe’nin 14 yüzyıllık hareketini durduran terörün, bir gün gelip, İslam’ın imajı haline dönüşeceğini kim tahmin edebilirdi?
Bir inancın bundan büyük trajedisi olabilir mi?
Orada o siyah mabedin etrafında dolaşırken, teröre bir kere daha lanet okuyorsunuz.
Bir yandan Osman Hoca’nın okuduğu duaları taklit etmeye çalışıyorum, bir yandan da içimdeki sosyoloğu kontrol etmeye.
İflah olmaz gazeteci gözlerim fıldır fıldır etrafı kolaçan ediyor.
Bakıyorum, ihramlı insan da var, ihramsız da.
Kimisi bembeyaz ihramla gelmiş, kimi Afrika’dan milli giysisi ile.
Kimi erkek ise benim gibi pantolonla.
Üzerimdeki beyaz tişört bana bu kalabalıktan çok kopmadığım duygusunu veriyor.
Kadınlara bakıyorum. Kiminde kapkara çarşaf var, kiminde ise bembeyaz.
Kiminin yüzü tamamen kapalı, kimininki tamamen açık.
Afrikalı kadınların, Arap ülkelerinden gelenlere göre daha rahat olduklarını hissediyorsunuz.
Ve orada anlıyorsunuz ki, yeryüzünde bir değil, onlarca, hatta yüzlerce İslam var.
O an tanıdık bir kokuyu farkediyorum
İlk gece, otelin penceresinden bakarken gördüğüm tablo kafamda çelişkili bir kavram yaratmıştı:
Düzenli kaos...
Bu gözlemin ne kadar doğru olduğunu, tavaf eden kalabalığa karışınca çok daha iyi anlıyorum.
Çünkü o tavafta düzen yok, tam aksine hem bireysel hem kolektif bir kaos var.
Herkes kalabalığın içinde, ama istediği gibi yürüyor.
Kimi daha hızlı, kimi daha yavaş, kimi dairesel, kimi inişli çıkışlı.
Kimi durup etrafı seyrediyor, kimi elindeki Kuran’dan gözünü bir saniye ayırmadan yürüyor.
Ama bu nebulaya dışardan baktığınızda ilahi bir düzenin birlikte hareket ettiğini görüyorsunuz.
Evet, bu ilahi hareketi anlatacak tek kavram budur.
Düzenli kaos...
Tavaf sırasında ister istemez kendimi yokluyorum.
Bu yürüyüş üzerimde nasıl bir etki bırakıyor?
Çok samimi söylemem gerekirse, Kâbe’nin üzerimde bıraktığı his, daha sonra Medine’de Peygamber Camii’nde hissettiklerimden daha hafifti.
Oradan aklımda kalan asıl duygu, bembeyaz mermer üzerinde çıplak ayakla yürürken aldığım derin hazdı.
Bu hazzın, Kâbe’nin ilahi etkisini arttırdığına inanıyorum.
Çünkü, Kâbe’nin üzerindeki siyah örtünün parlaklığı ile, beyaz mermerin zıtlığı, bu yürüyüşle birleşince, bende derin bir temizlenme hissi yarattı.
Bir de yürürken içime çektiğim o koku.
Çok tanıdık, çok hayatımda olan bir kokuydu bu.
Bu kokunun ne olduğunu biraz sonra Say’da yürürken çıkaracaktım.
Zefiran kokusuydu.
Bir tür dezenfektan.
Bizim evimizde de sık kullanılan bir şeydi.
Zaten Kâbe’den ve onu çeviren mekânlardan kafamda kalan en güçlü duygulardan biri buydu.
İnsanı hayran bırakan bir temizlik.
Otele döndüğümüzde ayaklarımın altı tertemizdi.
Oysa 5 kilometre yol yürümüştüm.
Suudileri bu bakımdan gerçekten kutlamak gerekir.
Tattığım bu steril haz, etrafımda gördüğüm ağzı maskeli insanlarla çarpıcı bir tezat oluşturuyordu.
Domuz gribi maskesinin yarattığı ilahi çelişki
Tavaftan sonra bir süre o tertemiz mermerin üzerine oturup etrafı seyrettim.
O sırada yanımdan bembeyaz giysiler içinde Afrikalı bir kadın geçti.
Yüzünde domuz gribine karşı bir maske vardı.
O maske bana, tertemiz ve ilahi Kâbe’nin fani bir antitezi gibi göründü.
Ama burası Kâbe’ydi.
Burada hayatla ölüm, ölümsüz olanla fani aynı gökkubbenin altında yaşıyordu.
Ebediyet, işte bu tezatın ifadesiydi.
Kâbe’nin etrafında 7 kez tavafı tamamladıktan sonra sıra Say’a gelmişti.
Çıplak ayaklarla oraya doğru yürürken, Kâbe’nin kutsallığı konusundaki karmaşayı kafamdan atamamıştım.
Tavaf eden kalabalığın parçası olmuştum, ama o kafilenin mümini olabildin mi diye sorarsanız.
Bilmiyordum, kafam hâlâ karışıktı.
Ve bu karışıklık Medine’ye kadar devam edecekti.
Mekke'yle Kudüs'ün farkı
BİZİM gibi yüzü Batı’ya dönük insanların, son yıllarda İslam hakkında oluşan imajdan etkilenmemesi mümkün mü?
Mekke’ye giderken endişeliydim.
Orada göreceğim insanların kafamdaki “terörist imajını” kuvvetlendireceği endişesini ve önyargısını taşıyordum.
Daha önce iki defa Kudüs’e gitmiştim.
O ziyaretlerden, dinler hakkında çok da iyi sayılmayacak duygularla dönmüştüm.
Kudüs’ün sokaklarından “fanatizm” akıyordu.
Hem İslama, hem Yahudiliğe, hem de Hıristiyanlığa ait bütün mekânlarda, fanatik bir atmosferin ezici ağırlığı altında dolaşmıştım.
Mekke’ye giderken, dinler hakkındaki düşüncemin daha da pekişeceği duygusuna sahiptim.
Oysa daha ilk gün Kâbe’de ve etrafındaki koridorlarda dolaşırken aldığım hava tam aksiydi.
Sakallısı da vardı, sakalsızı da.
En mümin, en inanmış insanlar buradaydı.
Ama etrafta korkutucu bir düşmanlık yoktu.
Tam aksine çok barışçıl bir iklimde hissettim kendimi.
Mekke’nin bana en büyük sürprizi buydu.
Acaba, aynı kutsal mekânı paylaşmanın yarattığı rekabet duygusu, semavi dinleri fanatizme mi götürüyordu.
Kendimle baş başayım
Duvara yaslanmış tefekkür ediyorum... Hayatımızın en tanıdık dini simgesi yanı başımda... Bütün Müslümanlığın kalbi... Beklediğimden büyük mü, yoksa küçük mü karar veremiyorum.
Kâbe’de dua
İşte inancın sorgusuz sualsiz biatının devreye girdiği an... Kalabalığa ayak uydurup, otomatik hareketlerle Kâbe’nin etrafında yürüyor ve dua ediyorum.