Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan ve Sebati Karakurt'la gittikleri Umre ziyaretini 'Peygamber'in İzinde' başlıklı yazı dizisinde anlatıyor. Özkök, oteldeki odasından vinç makinalarının olduğu şantiye alanını gördüğünde nasıl hayal kırıklığına uğradığını, Kâbe'ye baktığında insanların 'düzenli bir kaos' içinde nasıl ibadet ettiklerini anlatıyor. Özkök'ün yazısı (04.09.2009) şöyle:Hakan: Kâbe, kadınla erkeğin birlikte namaz kılabildiği tek yerTÜRK Hava Yolları’nın uçağı Cidde’ye doğru alçalmaya başladığında ben, Mustafa İslamoğlu’nun, “Hac Risalesi” adlı kitabını okuyordum.
Ahmet Hakan’ın elinde ise Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın “Hz. Peygamber’in Savaşları” adlı kitabı vardı.
Kitabın “modernist” bir anlayışla yazıldığını söylüyordu.
Umrenin bana kazandırdığı ilk insan Mustafa İslamoğlu olacaktı.
Hac Risalesi’ni bana dostum Alaaddin Kaya göndermişti.
O kitapta, bana çok tanıdık gelen bir “iç seyahat”in şiddetli coşkusunu hissetmiştim ve bu bana çok iyi gelmişti.
İslamoğlu, hacca giderken yola çıkışı şöyle anlatıyordu:
“Âdemsiniz,
Yitik cennetinizi aramaya çıkacaksınız.
Yitik cennetinizi, yani kaybettiğiniz özünüzü, uzaklaştığınız fıtratınızı, günah ve isyanla kirlettiğiniz vicdanınızı, harabeye dönen yüreğinizi, antik ve modern hurafelerin çöplüğüne dönen aklınızı, ezcümle kendinizi aramaya çıkacaksınız.”
Oysa ben 1970’li yıllardan itibaren kendimle barışmayı Katmandu’larda, Marakeş’in arka sokaklarında, Tibetli rahiplerin mabetlerinde, Hinduların arasında, Route 66’larda aramaya çıkmıştım.
Müslüman doğmuştum, ama hayat beni, İslam’ın kutsal topraklarındaki arayışa hayatımın epey geç saatlerinde çıkarıyordu.
Uçak Cidde’ye indiğinde, İslamoğlu’nun kitabından çizdiğim satırlar arasından şu, belki de bir daha hiç çıkmamak üzere aklıma takılmıştı:
“Hac, mahşerin provasıdır.”
İLK TARTIŞMA: İHRAMA NEREDE BÜRÜNMEK LAZIM
Bütün uçak yolculuğu boyunca, kafamda ihram giyip giymemeyi tartışmıştım.
Kimine göre ihram şarttı, kimine göre değil.
Kimine göre ihramı daha havaalanına gitmeden evde giymek gerekirdi, kimine göre uçakta da giyebilirdim.
Ahmet Hakan, Hayrettin Karaman’ın bir yorumunu hatırlattı.
İhram Cidde’de indikten sonra havaalanında da giyilebilirdi.
Atatürk Havaalanı’nda gazeteciler bizi bekliyordu.
Eminim içlerinde bizi ihramın içinde fotoğraflamak vardı.
Önemli olan, bunun “Harem” denilen topraklara girilmeden giyilmesiydi.
Son 3 yıla kadar hacca veya umreye gitmek gibi bir fikrim hiç yoktu.
Kudüs’ü çok merak etmiş ve iki defa gitmiştim.
Şunu bile söyleyebilirim.
Hıristiyanlığın tarihi hakkında daha fazla bilgi sahibiydim.
İslam tarihini iyi bildiğimi ise söyleyemezdim.
Mesela, Kâbe’nin çevresindeki “Harem” bölgesini, son zamanlarda okuduğum ve anlamaya başladığım Kuran’ın Bakara suresinden öğrenmiş ve başka kaynaklardan da bilgimi genişletmiştim.
AHMET HAKAN’IN HAREM’DE VERDİĞİ NEFİS MÜCADELESİ
“Harem”, Kâbe’nin etrafındaki 25 kilometrelik alana verilen isimdi.
Bu bölgenin uzaydan çekilen fotoğraflarda sapsarı bir çölün ortasında kapkara bir volkanik arazi olarak görüldüğü söyleniyor.
Bu sınırlar Cebrail tarafından Hazreti İbrahim’e gösterilmiş ve daha sonra Hazreti Muhammed tarafından tekrar çizilmiş.
Şu bilgileri de İslamoğlu’ndan aktarıyorum:
“Harem, her tür kötülüğe ve hak ihlaline karşı yasak bölgedir. Baba katiliniz de olsa, orada yaşayan veya konuk olan bir insanın kılına dokunamazsınız.”
Harem’de canlılara dokunamazsınız, hayvanları öldüremez, bitkilere, ağaçlara zarar veremez, çevrenizi kirletemezsiniz. Kötü söz söyleyemezsiniz.
İslamoğlu’na göre Harem, dünyanın en iyi korunan sit alanı.
Ziyaretimiz sırasında Harem yasaklarına en çok uymak zorunda kalan kişi Ahmet Hakan oldu.
Yoğun kalabalıkta kırık kolunu korumak için çok büyük mücadele verdi.
Ama en büyük mücadelesi, koluna yüklenen umrecilere gık dememek, kötü bir söz söylememek için verdiği müthiş nefis mücadelesiydi.
Kâbe’nin insan iradesi üzerindeki gücünün ilk somut örneğini orada gördüm.
İNSAN KÂBE’Yİ İLK GÖRDÜĞÜNDE NE HİSSEDER
Bu ziyaret vesilesiyle iki Türk rehberi tanımak fırsatım oldu.
Bize Kâbe’yi Osman Korkmaz gezdirdi. Korkmaz, El Ezher mezunu.
Mekke’ye doğru ilerlerken, bize insanların Kâbe’yi ilk gördüğünde nasıl bir duyguya kapıldığını anlatıyor.
“O aniden karşınıza çıkar ve içinizi müthiş bir coşku kaplar” diyor.
Oysa gittiğimiz yol, bize, en azından şimdilik, hiç bu hissi vermiyor.
Sıradan bir Arap topografyasında ilerliyoruz ve biraz sonra karşımıza bir tabela çıkıyor.
İngilizce ve Arapça, Harem bölgesinin başladığı belirtiliyor.
Yani biz, Harem bölgesine ihramsız giriyoruz.
Biraz sonra Mekke şehrinin caddelerindeyiz.
Tipik bir Arap şehri ve bu binaların arkasından, çocukluğumdan beri Akhisar’da dedemin evinin duvarındaki halı üzerinde gördüğüm Kâbe’nin çıkacağına dair hiçbir his yok.
Kâbe kadar, son yıllarda onun tam karşısına yapıldığını okuduğum “Zem Zem Towers”ı merak ediyorum.
Zaten o otelde kalacağız.
Kafamda, o otelin odalarından çekilmiş fotoğraflarda gördüğüm Kâbe manzarası var.
Kâbe’yi beklerken, arabamız, muazzam bir şantiyeye giriyor.
Oradan, şantiyenin altına inen bir yola giriyoruz.
Etrafta yüzlerce Pakistanlı, Bangladeşli işçi dolaşıyor.
Bize gezi programını yapan Nüanstur, her şeyi mükemmel hazırlamış.
Resepsiyona bile gitmeden anahtarlarımızı alıp, odalarımıza çıkıyoruz.
Daha valizim gelmeden, doğru pencereye gidiyorum ve perdeleri aralıyorum.
Gözümde, Zem Zem Towers’ın pencerelerinden görünen o muhteşem manzara var.
Gözlerimi kapatıp, perdeyi sonuna kadar açıyorum.
İlk izlenimimin çok etkileyici olmasını istiyorum.
Sonra yavaş yavaş gözlerimi açıyorum...
PERDELERİ AÇIYORUM VE DONUP KALIYORUM
Karşımda muazzam bir şantiye.
Dev bir vinç görüş alanımı bıçak gibi ikiye ayırıyor.
Müthiş bir düş kırıklığı.
Sonra başımı biraz sola çeviriyorum ve oradan Kâbe’yi görüyorum.
Işıl ışıl yanan bir meydan.
Ortasında, bütün hayatı boyunca kafamda taşıdığım o siyah küp şeklindeki yapı.
Ve etrafında dönen büyük bir kalabalık.
Saat sabaha karşı 3.20.
Yorgunluk ve uykusuzluk görme kabiliyetimi zayıflatmış.
Kendimi bir planetoryumda hissediyorum.
Işıklı bir nebula gözümün önünden geçiyor.
Galaksiler, yaratıcı bir merkezin etrafında dönüyor.
Binlerce insan hem birbirinden bağımsız, hem birbiriyle bağımlı bir ahenk içinde dönüyor.
Hayatımda ilk defa, çelişki dediğim şeyin tuhaf bir manasını görüyorum.
Düzenli kaos...
Pantolon ve beyaz bir tişört
Kâbe bugün İslam’ın “Babil Kulesi” gibi. Dünyanın her tarafından insan geliyor. Erkeklerin bir bölümü bildiğimiz ihrama bürünüyor. Bir kısmı milli kıyafetlerini giyiyor. Bir kısmı ise benim gibi, pantolon ve beyaz bir tişörtle. Kadınlar için ise ihrama bürünmek diye bir şey yok. Kimi siyah çarşaflı, kimi beyaz elbiseler içinde. Çok sayıda umreci yüzünde domuz gribi maskesi ile tavaf ediyor.
Kâbe böyle selamlanıyor
Tavaf sırasında, her köşesinde durup Kâbe selamlanıyor. Kâbe’nin selamlanma biçimi, duanın tersi. Yani eller bedene değil, Kâbe’ye doğru açılıyor ve kısa bir dua yapıldıktan sonra sağ elin içi öpülüyor. Burada Ahmet Hakan otururken, ben Kâbe’yi selamlıyorum.