Alper Görmüş: Özkök'e karşı etekte hangi taşlar var?

Alper Görmüş: Özkök'e karşı etekte hangi taşlar var?

Alper Görmüş

(Taraf - 7 Ağustos 2012)

 

Özkök'e karşı etekte hangi taşlar var?

 

2003-2004’teki darbe girişimleri döneminde Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök ile aynı dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Aytaç Yalman arasında Hürriyet’in sürmanşetleri üzerinden yürüyen söz düellosu çok önemli... Çünkü bu düello, Hilmi Özkök’ün döneme ilişkin tanıklığından tedirgin olan eski “silah arkadaşları”nın, ona karşı kullanmak üzere eteklerinde hangi taşları hazır tuttukları konusunda önemli ipuçları içeriyor.

Özkök’ün, 3 Aralık 2003 tarihli toplantıda “muhtıra”yı Aytaç Yalman’ın telaffuz ettiğini açıklamasının ardından 4 ağustosta Yalman Hürriyet’ten Tufan Türenç’e bir demeç verdi ve Özkök’ün söylediklerini cevapladı.

Yalman, toplantıda “muhtıra” sözcüğünü telaffuz ettiğini hatırlamadığını söyledi.

Bundan bir gün sonra (5 ağustos) bu defa Hilmi Özkök, yine Hürriyet’in sürmanşetinde Metehan Demir’in konuğuydu. Özkök, “Bazı şeyler unutulmaz” diyordu Yalman’a cevabında: “Öyle şeyler vardır ki, insan unutamaz ve hatırlamak zorundadır. Mesela ben bunları gayet net hatırlıyorum. Zaten emin olmasam bunları söylemezdim.”

Yalman, 14 ocaktaki muhtıra-brifingi işaret ediyor

 

Tekrar Yalman’a ve Hürriyet’in 4 ağustos tarihli haberine dönelim... Hürriyet’in haber için seçtiği sürmanşet cümlesi önemli: “Rahatsızlığı Başbakan’a ilettik...”

Önemli, çünkü ortada bütün hararetiyle “Yalman ‘muhtıra’ sözcüğünü telaffuz etti mi, etmedi mi” tartışması varken, haberin başlığı “muhtıra tartışması”ndan değil de Yalman’ın dikkat çektiği 14 Ocak 2004 toplantısından çıkarılmıştı. Gazetenin bu tercihinde Yalman’ın imalarının ya da vurgularının (da) rol oynadığını sanırım düşünebiliriz.

Böylece Yalman “savunma”dan çıkıp “hücum”a geçmiş oluyordu.

Neden böyle düşündüğümü arz edeceğim, fakat ondan önce Yalman’ın sözlerine odaklanalım:

“Toplantıda kıdem sırasına göre en son ben konuştum. (...) Daha sonra hatırladığım kadarıyla burada ifade edilen hususların yetkili makamlara aktarılmasının uygun olacağını belirterek görüşümü ifade ettim. Nitekim sözkonusu toplantıdan Sonra Genelkurmay Karargâhı’nda konu ile ilgili hazırlık yapıldı. Yanılmıyorsam 19 ocak tarihinde Başbakan, Milli Savunma Bakanı ve Kuvvet Komutanları’nın katıldığı bu toplantıda 3 Aralık 2003 günü ifade edilen hususlar istikametinde bir brifing verildi. Bu brifing Genelkurmay Başkanı adına Genelkurmay 2. Başkanı tarafından verildi.”

Hakikati söyleyip bizi yakarsan...

 

14 Ocak 2004 toplantısına bu işaret ve dikkat çekme, Özkök’ün tanıklığı karşısında zor duruma düşen 2003-2004’teki “silah arkadaşları”nın ona karşı eteklerinde bulundurdukları taşın adını koymamıza yardımcı olacak bir niteliğe sahip...

Böylece anlıyoruz ki, Özkök’ün de anlatımıyla ortaya çıkan o dönemdeki “beyin fırtınaları” gündeme getirilecek ve onlara Özkök’ün de katıldığı hatırlatılacak... Böylece, “hakikati söyleyip bizi yakarsan, biz de senin bizimle birlikte yasal olarak suç teşkil edebilecek toplantılara katıldığını” hatırlatırız denecek...

Hatırlayalım, Özkök’ün “beyin fırtınasıydı” diyerek teyit ettiği 3 Aralık 2003 toplantısında kimin ne dediği aktarıldıktan sonra Özden Örnek şu notu düşmüştü günlüğüne: “Görüntüye rağmen direnmekte devam ediyor. Ama artık çok geç. Zira yasal olarak, böyle bir toplantı yapmakla kendisi de geri dönemeyecek bir yola girdi.”

Bence, buradaki Özkök’e yönelik tehditle, Aytaç Yalman’ın, 14 Ocak 2004 toplantısının Hilmi Özkök’ün uhdesinde gerçekleşmiş olmasına işaret eden demecindeki tehdit aynı soydan...

Gerçekten de sadece Kuvvet Komutanları, Genelkurmay İkinci Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Başbakan’ın katıldığı bu sekiz kişilik toplantının, askerlerin hadlerini aşması ve siyasete müdahale etmesi hususunda 3 Aralık 2003 toplantısından aşağı kalır bir yanı yoktu.

Başbakan’ın açıkça “bizi müdahaleye zorlamayın” diye uyarıldığı, İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin hatırlatıldığı, “değiştim diyorsunuz ama bunu bize ispatlamalısınız” diye sigaya çekilmeye çalışıldığı bir toplantıydı bu. (Bu toplantının ayrıntılarının kısa versiyonu için Taraf’taki 16 Aralık 2011 tarihli yazıma; uzun versiyonu için de İmaj ve Hakikat adlı kitabımın 220-233. sayfalarına bakılabilir.)

Özetle: Önümüzdeki dönemde Hilmi Özkök’e, işte bu türden “beyin fırtınaları” hatırlatılacak...

Kanımca Özkök bunu öngörmüştü ve tanıklığı sırasında “beyin fırtınası” ile “teklif” arasında ayrım yaparken, hukuk karşısında sadece arkadaşlarının değil kendisinin hukuki pozisyonunu da hesaba katmaktaydı.

(Değerlendirmenize yardımcı olacak küçük bir bilgi notu: Günlükler’in 3 Aralık 2003 tarihli bölümünde, Aytaç Yalman’ın “burada ifade edilen hususların yetkili makamlara aktarılması” yönünde bir görüş öne sürdüğüne dair bir ibare yok.)

***

Bir kez daha Özkök’vari tanıklık üstüne

 

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün, dönemindeki (2002-2006) darbe girişimi iddialarıyla ilgili olarak benimsediği tanıklık anlayışını “kamuoyu önündeki tanıklığı” ve “yargı önündeki tanıklığı” olarak iki ayrı bölümde ele almak gerekiyor.

Özkök’ün yargı öncesi dönemdeki tanıklık anlayışının üç temel parametresinin olduğunu düşünüyorum: Birincisi: Sırf hükümete ve demokratik teamüllere bağlı kaldığı için ona hayatı dar eden “silah arkadaşları”nın o dönemdeki darbeci eğilimlerini ve faaliyetlerini “re’sen” fâş etmeyi uygun bulmadı. Aksi takdirde “arkadaşlarına hevesle ihanet etmekle” suçlanmaktan çekindi. İkincisi“Silah arkadaşları”nın darbeci eğilimlerine ve faaliyetlerine şahitlik ettiği hâlde, onları koruma adına “hayır, böyle şeyler kesinlikle olmamıştır” demeyi de uygun bulmadı. Böyle yaparsa hakikate ihanet edeceğini düşündü.

Özkök, bu tavrını kamuoyuna beş yıldır “doğrulamam da yalanlamam da” formülüyle anlatmaya, içinde bulunduğu zorluğu bu şekilde aşmaya çalışıyor. Üçüncüsü: Hilmi Özkök, bu dönem boyunca, eğer mahkeme tanıklığına başvurursa, bildiği her şeyi anlatacağını da her zaman söyledi.

Bu noktada, basının bir bölümünün “bildiklerini kamuoyu önünde anlatması” yönünde Özkök üzerinde baskı uygulamasının üzerinde durmalıyız.

Bu, öyle, o dönemin hakikatini arayan bir gazeteciliğin samimi zorlaması değildi... Özkök’ün kamuoyu önünde daha fazlasını söylemeyeceğini bildikleri için, “darbe girişimi olduysa bunu açıkça söyle” baskısıyla, “doğrulamam da yalanlamam da” cümlesindeki örtülü ikrarın etkisini azaltmak amacıyla yaptılar bunu. Öyle ya, o dönemde böyle şeyler olmamış olsaydı, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın tepkisi böyle mi olurdu? Gürül gürül bir sesle her şeyi açık ve net bir biçimde yalanlamaz mıydı?

Yargı önünde tanıklığı

 

Hilmi Özkök, yargı önünde iki aşamada ifade verdi: Önce 27 Nisan 2009’da İzmir’de Ergenekon savcıları Zekeriya Öz ve Fikret Seçen’e... Ardından da 2 ve 3 Ağustos 2012’de 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin önünde...

Özkök savcılık ifadesinde tanıklık tarzının incelikleri yeteri kadar anlaşılamadığı ve hesaba katılamadığı için “bildiklerini” dahi anlatamadı, söylemek istediklerini dahi söyleyemedi.

Çünkü Özkök “bildiklerini” sadece o yönde soru gelirse ve soru doğru kelimelerle formüle edilmişse anlatan bir tanıktı, benimsediği tarz öyleydi. Aksi takdirde kendisini savcıları yönlendirmiş gibi hissediyordu.

Bu çerçevede, Darbe Günlükleri’nin en önemli bölümü olan 3 Aralık 2003’teki toplantıya dair savcılık ve mahkeme önündeki tanıklığının nasıl farklı sonuçlar ürettiğine bakmak yeterli olacaktır.

Özkök, 25 Nisan 2009’daki savcılık ifadesinde açık bir şekilde “3 Aralık 2003 toplantısında muhtıra teklifi gelmedi” demiş, bu da böylece ikinci Ergenekon iddianamesine girmişti.

Oysa mahkeme tanıklığında, hepimiz biliyoruz, 3 Aralık 2003 toplantısında “muhtıra” görüşünün dile getirildiğini söyledi. Öyle oldu, çünkü bu defa soru doğru kelimelerle dile getirilmişti.

Ben, 20 temmuzdaki mahkeme tanıklığımı anlattığım yazıda (ki Özkök henüz tanıklığa çağrılmamıştı) bunu öngörmüştüm... O yazı şu cümleyle bitiyordu: “Şunu güvenle söyleyebilirim: Mahkeme Hilmi Özkök’ü tanıklığa çağırır da ona ‘3 aralık toplantısında muhtıra verme yönünde görüş bildirildi mi’ diye sorarsa, bu defa ‘evet’ cevabı alacaktır.”

Özkök, Balyoz davasında da tanıklığa çağrılacak mı?

Büyük bir ihtimalle, evet.

Bu durumda, dönemin hakikatinin ne olduğunu ortaya çıkarmak için, hâkimlerin, karşılarında nev-i şahsına münhasır bir tanık olacağını hesaba katmaları şart.

İşleri o kadar da zor değil ama: Çünkü bu tanıklık tarzının şifreleri artık önemli ölçüde çözülmüş bulunuyor.