(Birgün - 15 Mayıs 2012)
Orhan Pamuk'un masumiyeti, Yılmaz Erdoğan'ın ezan sesleri arasına sıkışan entelektüel yaşantımız!
Genco Erkal aradı bir gün. O zaman “Aykırı Sorular” programını yapıyordum. Sivas’ta ki vahşeti eni konu tartışmıştık bir gece önce. Yeni görüntüler bulup, yayınlamıştım. Etkilenmiş usta aktör. “Bana görüntüleri versene, bu yıl Sivas olaylarından hareketle bir oyun yapacağım” dedi. Heyecanlandım elbet. Tiyatro sahnesi sadece gerçeği gösterir.
Genco Erkal’ın yazdığı ve sahnelediği “Sivas 93” oyunu işte böyle yola çıktı. Uzun ve güzel bir yolu oldu. Ülkede bu korkunç katliama isyan eden herkes gördü neredeyse oyunu. Acı sahneden dillendi. Tiyatronun diliyle anımsandı süreç. Abartıdan uzak, tertemiz tüm gerçek serildi toplumun önüne. Bir kaz daha sanatın gücünü gördük. Sivas’ta yaşanan vahşet, salondaki herkesin ruhuna, tenine, belleğine nakşedildi. Tiyatro dediğin budur işte!
Oyunun gala gecesi için bir davet yaptı Fazıl Say. Dikkat çekmek ve etkiyi arttırmak için. İlk günden beri meseleye duyarlı bir sanatçı olarak, müzikleri yapmıştı. Orhan Pamuk, Türklüğü aşağılamak türü bir gerekçeyle linç ediliyordu o günlerde. Davalar da süründürülüyor, kafasına yumurtalar atılıyor, korkunç bir saldırıyla karşı karşıyaydı. Fazıl Say, Orhan Pamuk’un yanında durmuş ve bu iğrenç saldırıya direnmişti. Biraz da bu hukukla aradı Pamuk’u.
Say’ın daveti anlamlıydı elbet. Milliyetçi/Irkçı kesimlerce linç edilmeye çalışılan yazara hem sahip çıkmak, hem de toplumun tüm acılarında ortaklaşmak adına galaya davet ediyordu Pamuk’u. Gala gecesi birçok duyarlı sanatçı, düşünür, yazar orada olacaktı sonuçta. Elbet Pamuk’un varlığı da ses getirecekti. Ama Pamuk bu daveti geri çevirdi. Gerekçe olarak da ‘Orada bulunmam ideolojik olarak doğru olmaz’ dedi.
Şimdi bir Masumiyet Müzesi var!
Hepimizin yaşamında Türk filmlerinin tertemiz, güzel anıları var. Anadolu’dan gelen biri Haydarpaşa Gar merdivenlerinden umut ve şaşkınlıkla iner söz gelimi. Arkadan ezan sesi işitilir. İçini ferahlatır insanın. Ya da zorlu bir doğum gecesi, sabaha karşı acıdan kurtulan kadına ezan eşlik etmiştir. Kadınla birlikte, siz de rahatlarsınız. Yaşamını kötü kadın(!) olarak sürdüren biri, aniden kendine gelir ve ezan eşliğinde onurlu bir yola girer. Klişedir ama olsun.
Bu filmleri yapanlar ya da gelecekte başka filmler çekecek kişiler sanırım ‘şu sahneye ezan sesi koysak mı, koymasak mı’ diye düşünmez. Zaten bir sanatçının bu türden kaygıları da olmaz. Herhangi bir sinema tarihçisinin de böyle bir arayışta olduğunu işitmedim. Ama her dönemin adamları vardır da, durup dururken bunu akıl eder, dile gelirler. Düne dek Kürt sorununa duyarlı kişi, şimdilerde kırmızı halı üzerinde yürüyerek sırıtıyor. Sanırım baştan aşağı ezan sesli bir film ya da dizi çekecek. Oysa Mükremin’ken pek bi sahiciydi!
Amacı Yılmaz Güney olmaktı. Şimdi iktidar şakşakçısı!
Başbakan tiyatroculara toptan bir değerlendirme yaparak ‘Yarım porsiyon aydın’ dedi. Eğer bunun tam porsiyonu yukarıda gördüğümüz örnekler de saklıysa, eksik olsun, çeyrek aydın olmak iyidir! Bir ara davul zurnayla bale yaptırmak isteyen bir bakan vardı. Bizle dalga geçer sanırdık, ama bugünler de kara çarşaflı bir modern dans hazırlarsa Zeynep Tanbay şaşmam! İyi bir post-modern gösteri olur. Bir sevda mektubu yazmıştı. Başbakan da demokrasi sevdalısı, küresel dansçı Zeynep’te! Al sana tam porsiyon aydın!
Heykele ucube dendi, daha önce ‘ben böyle sanatın içine’ diye haykırıldı, kitaplar basılmadan toplatıldı, şehir tiyatrosu, devlet tiyatrosu elden çıkarılıyor… uzatabilirim. Ama gerek yok. Sorun zaten başbakanın ne dediği değil. Sanatçının, yazarın ne tür tutum takındığında!
Kürt açılımı diye başbakanı dinlemek için birbirini ezerek koşan sanatçıların iyi niyetinden kuşku duymadık duymasına da, madem bunca hukukları var hükümetin başıyla, bir Şener Şen, bir Orhan Pamuk, bir Yılmaz Erdoğan, bir Sezen Aksu neden Mücap Ofluoğlu’nun gözyaşından iki satır söz etmezler?
Yazı biterken öğle ezanı başladı, ben de içimden mırıldanıyorum;
Masum değiliz hiç birimiz!
Biz haykırdığımız için, siz sustuğunuz için!