Paris Anlaşması sonrası dünya: Mümkün mü artık dönmek?

Paris Anlaşması sonrası dünya: Mümkün mü artık dönmek?

Arif Cem Gündoğan* & Pelin Cengiz

Aralık 2015’te Paris’te gerçekleştirilen iklim zirvesinde (COP21) kabul edilen; 22 Nisan 2016 tarihinde New York’ta imzaya açılan Paris Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi için gereken “küresel seragazı salımlarının en az yüzde 55’ini temsil eden en az 55 taraf devlet tarafından resmen kabul edilme” şartı Avrupa Birliği’nin olağanüstü bir hızla anlaşmayı onaylamasının ardından 21 Eylül 2016 itibariyle sağlanmış oldu. Böylelikle küresel iklim değişikliği mücadelesinin çerçevesini düzenleyen Paris Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi için hiçbir hukuki engel kalmadı.

Anlaşmanın 4 Kasım 2016 itibariyle (yani kritik ABD seçimlerinden dört gün önce) yürürlüğe girmesi ile beraber bundan böyle gündem yeni seçilen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in de dediği gibi anlaşmanın nasıl uygulanacağı ve ülkelerin sorumluluklarını nasıl hayata geçirecekleri üzerine teknik detayların müzakeresi üzerine olacak. İklim kriziyle etkin şekilde başa çıkabilmek için bu detaylar üzerinde hızla uzlaşılması gerekmekte. Kasımda Fas’ın Marakeş şehrinde gerçekleştirilecek iklim zirvesi (nam-ı diğer COP22) bu açıdan kritik öneme sahip ve zirveye haftalar kala Paris Anlaşması sonrasında dünya ve Türkiye nereden gelip nereye gidiyor sorusuna yanıt arıyoruz.

 

Düşük karbon ekonomisine geçiş

 

Paris Anlaşması ve tetiklediği gelişmeler her şeyden önce küresel ekonominin, endüstrilerin, sektörlerin artık geri dönülmez bir şekilde dönüşeceğine işaret ediyor. Fosil yakıtlara dayalı sosyo-ekonomik sistemlerin tamamen yenilenebilir enerjiye dayalı bir yapıya evirilmesi bir zorunluluk. Bu durum yalnızca devletlerin değil bütün aktörlerin bu bağlamda birbiri ardına adımlar atmaya başlamasına sebep oldu. Hatırlamak gerekirse, geçen aralık ayından başlamak üzere 3.4 trilyon dolar üzerinde maddi varlık yöneten ve sayıları 500’ü geçen kuruluş fosil yakıt üretimine yönelik faaliyet sürdüren şirketlere yatırım yapmaktan vazgeçtiklerini/vazgeçeceklerini açıkladı. Örneğin, Avrupa sigortacılık devi Allianz Mart 2016’da çeyrek milyar avroluk yatırımını başka alanlara kaydırma kararı aldı. Kaliforniya yasa yapıcı merciler eyaletin en büyük emeklilik fonunun fosil yakıt bağlantılı faaliyetler sürdüren şirketlere yatırım yapamayacağına hükmetti.

Devletlerin düşük (ve nihai olarak sıfır) karbonlu ekonomiye dönüşüme ivme kazandıracak yasa çalışmalarına hız kazandırdıklarına şahit oluyoruz. Piyasa temelli olsun olmasın, iklim değişikliği bağlantılı tedbirleri regüle edecek mevzuat sayısı logaritmik olarak artmakta. Kanada geçtiğimiz haftalarda ülkedeki eyaletlerin tamamında 2018 itibariyle uygulanacak bir karbon fiyatlandırma tedbirini kamuoyu ile paylaştı.

Özel sektör de benzer bir hareketlilik içerisinde. Bank of England yöneticisi Mark Carney ve eski New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg şirketlerin iklim değişikliği bağlantılı riskleri şeffaf şekilde raporlayabilmesi için küresel bir raporlama sistemi yaratmakla meşgul. Yatırımcılar finansal karar verme mekanizmalarına fosil yakıtlarla bağlantılı faaliyetlerin yüksek risklerini entegre ediyor ve ellerini bağlamamak için bu yatırımlardan artan şekilde uzaklaşıyor. Benzer şekilde tedarik zincirlerinin maruz kaldığı iklim riskleri bir maliyet unsuruna çoktan dönüşmüş durumda. Piyasalar 2008 finansal krizine benzer krizler yaşanmaması için Paris Anlaşması sonrası düşük karbon ekonomisine geçiş için takip edilebilir ve öngörülebilir bir yol haritası oluşturmaya çalışıyor.

Sendikalar ve sektörel çatı organizasyonları yaşanacak dönüşümün sosyo-ekonomik açıdan adil olması için yeni istihdam, sosyal adalet ve eğitim reformları üzerinde çalışıyor. Bu dönüşümün büyüklüğüne dair küçük bir örnek vermek çarpıcı olabilir: Birleşik Krallık’ta düşük karbon ekonomisi daha şimdiden 250 bin istihdam ve 46.2 milyar £’lık bir ekonomi yaratmış durumda. Yani erken harekete geçenin daha fazla ekonomik fayda sağladığını söylemek mümkün. Üstelik bu hacim sadece son üç yılda yüzde 30’ün üzerinde büyüme kaydetmiş durumda.

Özel girişimciler (örneğin Bill Gates) iklim krizine yanıt üretebilecek yeni teknolojiler için multi-milyar dolarlık yeni kaynaklar ayırıyor. Yalnızca ABD bu teknolojilere gelecek beş yılda şimdikinin en az iki katı kaynak ayıracağını ilan etti. Bitmedi. Yerel yönetimlerin, özellikle de şehirlerin iklim mücadelesinde etkinliğinin arttığını gözlemliyoruz. Lima-Paris Eylem Gündemi kapsamında şimdiye dek 2364 şehir, 167 bölgesel idare, 2090 şirket, 448 yatırımcı ve 236 sivil toplum örgütünün iklim tedbirlerini kamuoyu ile paylaştığı görülüyor. Bunun yanında 119 ülkeden 7100 şehirde yerel yönetimlerin çeşitli bağlantılı inisiyatiflerin imzacısı olduğu belirtilmekte. Buradan anlamamız gereken şu: Paris Anlaşması sonrası “olağana devam etmek” artık ne mümkün, ne etik, ne adil, ne de karlı.

Anlaşmanın kabul edildiği günden bu yana geçen aylardaki dönüşümün boyutu göz ardı edilemez düzeye ulaşmış durumda. Başlıca etki dünyanın kömürden hızla uzaklaşmaya başlamış olmasında gözlemlenebilir. Buna en çarpıcı örnek bir zamanlar kömürün anavatanı olarak bilinen Birleşik Krallık’taki dönüşüm olacaktır. 9 Nisan 2016 gününe dönelim. O gün Birleşik Krallık tarihinde ilk kez güneş enerjisi kaynaklı elektrik üretimi kömür kaynaklı elektrik üretimini geçmiş oldu. Bunun yanında, geçtiğimiz altı ay boyunca güneş kaynaklı elektrik üretiminin kömür kaynaklı üretimin üstünde olduğunu belirtmekte fayda var. Birleşik Krallık’taki dönüşümün ardında elbette yenilenebilir enerjiye verilen desteklerden fazlası var: Sera gazı salımlarına getirilen karbon taban fiyatı kömüre olan talebin dramatik şekilde azalışında ve yenilenebilir enerjinin rekabet edebilir hale gelmesinde pay sahibi. Bu da iklim ve enerji politikalarının bütünsel olarak ele alındığında etkili olabileceğini göstermekte. ABD menşeili dev kömür şirketi Peabody’nin iflas haberi, dünya enerji devi Vattenfall’un Almanya’daki linyit varlıklarını satma niyetini açıklaması asla sürpriz değil. Paris Anlaşması’nın imzalandığı günlerde dünya borsalarında kömür şirketlerinin hisseleri dibe çakıldığını hatırlayacak olursak bunun geçici bir eğilim olmadığını daha rahat anlayabiliriz.

Paris’teki iklim zirvesinden üç ay sonra Çin ve Hindistan gibi devlerden kritik hamleler geldi. Çin petrole $40/varil taban fiyatı biçti, ayrıca ülkede kurulması planlanan kömürlü termik santrallerin çoğunu beklemeye almaya dair niyetini açıkladı. Kömür vergisini neredeyse sekiz katına çıkaran, kömür santralleri için daha sıkı standartlar getiren Delhi hükümeti araç kullanımına tek-çift plaka kısıtı getirerek toplu taşıma sistemini güçlendirmeye, hava kirliliğini ve sera gazı salımlarını azaltmaya çalışmakta. Hindistan ayrıca 2022 itibariyle yenilenebilir enerji kurulu gücünü 175 GW’ye çıkarmayı hedeflerken Fransa ile beraber Güneş İttifakı girişiminin lokomotifliğini yapmakta. Eylül ayında varılan bir anlaşmada ABD-Çin’in birbirlerinin 24 milyar dolara varan fosil yakıt teşviklerini şeffaf şekilde kontrol edecekleri ve azaltmak için yollar arayacakları açıklandı. Yine eylül ayında yapılan bir açıklamada Çin Halk Bankası’nın düşük karbon ekonomisine dönüşüm için gerekli finansal sistemi inşa etmek için bir rehber yayımladığı ilan edildi. Buna göre Çin bu dönüşümü finanse edebilmek adına yeşil kalkınma fonu oluşturmayı planlıyor.

 

Başka anlaşmaları da tetikledi

 

Tüm bu gelişmeler olurken diğer yandan gezegenimiz verdiği sinyallerde acele etmemiz için alarm veriyor. İklim bilimciler ortalama sıcaklıkların geçtiğimiz 115 bin yıldaki en yüksek seviyesine ulaştığını açıkladı ve benzer olumsuz rekorları artık hemen her gün duymak mümkün. 2015 yılı analizlere göre modern ölçümlerin yapıldığı yılların en sıcağı olarak tarihe geçti. El Nino etkisiyle beraber 2016’nın bu rekoru 2015’ten devralacağı neredeyse şimdiden kesin… Şu an için 1961-1990 ortalamasına göre 0,75 santigrat derece daha sıcak bir dünyada yaşamaktayız ve bunun etkilerini Sandy gibi güçlenmiş kasırgalarda daha şimdiden ağır bedeller ödeyerek görebiliyoruz. Daha vahimi iklim krizinden en çok etkilenenler bununla mücadele kapasitesi en az olan ülkeler. İklim krizi ile mücadelenin aciliyeti ve maliyeti çok açık.

Eylül ayında Oxford’da sıcaklık artışının etkilerini tartışmak için toplanan 200’ü aşkın iklim bilimci var olan çabaların hala yeterli olmadığı kanısında. Şu an için tek başına yetersiz görülen Paris Anlaşması bu bağlamda eksikliklerini görece giderebilecek başka anlaşmaları da tetiklemiş durumda. Bunlardan en önemli ikisi: Montreal Protokolüne getirilen Kigali Değişikliği ve Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu (ICAO) üyeleri tarafından imzalanan anlaşmalar. Kigali Değişikliği ozon tabakasını korumak amacı ile imzalanan ve Birleşmiş Milletler tarihinin en etkili olmuş çevre anlaşması sayılabilecek Montreal Protokolü kapsamında yapılan bir değişiklik. Amaç sera gazları arasında iklim değişikliği etkisi karbondioksit gazına göre binlerce kat yüksek olan HFC (hidroflorokarbon) gazlarının kullanımını azaltarak dondurmak. Bu değişikliğe göre HFC kullanımı 2019 itibariyle azaltılmaya başlanarak gelişmiş ülkelerde 2024 gelişmekte olan ülkelerde ise 2028 itibariyle dondurulacak. Bir diğer kritik anlaşmaya göre ICAO tarafı devletlerin havacılık kaynaklı salımlarını 2020 seviyelerinde nötrlemek için salım denkleştirme (ofset) tedbirine başvuracağı belirtiliyor. 2027’de zorunlu hale getirilecek bu yaklaşım Paris Anlaşması kapsamında belirlenen sıcaklık artışını 2 santigrat derecenin olabildiğince altında dizginleme hedefinin sağlanması bağlamında bilimsel açıdan oldukça yetersiz kalmakta.

Her şeye rağmen Paris sonrası dünya, eski dünya değil. Yeni Türkü’nün ünlü şarkısında sorduğu “Dönmek, mümkün mü artık dönmek?” sorusunun yanıtı, yeni iklim rejimi için mutlak bir “Hayır” kadar basit.

 

Peki, Türkiye’de durumlar nasıl?

 

Tüm bu gelişmelerin gösterdiği üzere artık enerji alanında yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Dünyada bir yılda meydana gelen bu gelişmelerin ne kadarı Türkiye’ye yansıdı, COP21 sonrası Türkiye’de iklim politikalarında neler yaşandı onlara bir göz atalım. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, iklim zirveleri Türkiye’nin gerçek anlamda samimiyet testi…

Yeni iklim anlaşmasının temelini oluşturan COP21 öncesi bildirilen Ulusal Katkı Niyetleri Beyanları (INDC) tüm ülkeler tarafından geçen yıl iklim zirvesi öncesi açıklandı. Türkiye açısından bakıldığında verilen niyet beyanı son derece zayıf kaldı, elbette bu durum pek çok eleştiriyi de beraberinde getirdi. 30 Eylül 2015 tarihinde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryasına sunulan niyet edilen ulusal katkı dokümanına göre Türkiye, her şeyin şu anki gibi seyrettiği senaryoya kıyasla 2030 yılında sera gazı salımlarını toplamda yüzde 21 oranında azaltmayı taahhüt etti.

Türkiye, salımlarının belli bir yılda tepe noktasına çıkacağını ve ondan sonra düşüşe geçeceğini vaat eden ülkelerin yaptığı şekilde bir tepe yılı belirlememiş, dolayısıyla hem 2030’a kadar, hem de sonrasında salımlarının artmaya devam edeceğini ve yakın gelecekte bir azaltım eğilimine girmeyi düşünmediğini ilan etmiş oldu. Türkiye, 1990’dan bu yana artan karbon yoğunluğunu azaltmaya yönelik bir hedef de belirlemedi.

 

Büyüme hedefleri gerçekçi değil

 

2030’a kadar gerçekçi olmayan bir biçimde Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 7 büyüyeceği öngörülerek belirlendiği ve bu enerji ihtiyacının da özellikle en kirli fosil yakıt olan kömürle gerçekleştirileceği ulusal niyet beyanında açıkça ortaya konmuş oldu. TÜİK verilerine göre, Türkiye 2010’da yüzde 9,2’lik ve 2011’deki 8,8’lik büyüme oranlarının ardından keskin bir düşüş yaşadı. Sırasıyla 2012’de yüzde 2,1, 2013’te yüzde 4,2, 2014’te yüzde 3, 2015’te 4 büyüyen Türkiye ekonomisi 2016’nın ilk çeyreğinde yüzde 4,7 ve ikinci çeyreğinde ise yüzde 3,1 büyüme gösterdi.

Türkiye’nin son yıllardaki bu büyüme tablosuna bakıldığında yüzde 7 büyüme beklentisinin ne kadar gerçekten uzak olduğu anlaşılabilir, diğer yandan dünyanın kömürü terk ederek yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneldiği bir dönemde, kömürden enerji üreterek büyümek de yine benzer şekilde gerçekçi değil.

TÜİK tarafından Nisan 2016’da açıklanan son verilere göre, Türkiye’nin 2014’te toplam sera gazı salımı 467,6 milyon ton karbondioksit olarak açıklandı. 2014 yılı salımlarında karbondioksit eşdeğeri olarak en büyük payı yüzde 72,5 ile enerji kaynaklı salımları aldı. 2014 yılı toplam sera gazı salımları 1990 yılına göre yüzde 125 artış gösterdi. 1990 yılında kişi başı karbondioksit eşdeğer salımı 3,77 ton/kişi olarak hesaplanırken, bu değer 2014’te 6,08 ton/kişi olarak hesaplandı. Yıllar bazında bakıldığında Türkiye’nin sera gazı salımlarında giderek artan bir ivmeye sahip olduğu görülüyor. Hâlihazırda Türkiye’nin, COP21 resmi raporu verilerine göre yüzde 1,24’lük payla dünyada en fazla sera gazı salımı yapan 17. ülke olduğunu hatırlamakta fayda var.

Fakat Türkiye OECD’nin “gelişmiş ülkeler” kategorisinde yer almasına rağmen “gelişmekte olan ülke” tezine dayanarak bugüne kadar yükümlülük üstlenmekten kaçınırken, niyet beyanında belirttiği hedefleri tutturmak, güya “iklim kriziyle baş edebilmek” için finansal destek bekliyor. Paris Anlaşması sürecinde Türkiye’nin bu özel koşullarına dair beklentisi yerine gelmediyse de, gerek hedeflerin çok düşük olması gerekse de bu düşük hedeflere ulaşmak için bile maddi destek istemesi Türkiye’yi iklim değişikliğiyle mücadelede dünyadaki etkisiz ülkelerden biri haline getirdi.

 

Yerli kömüre alım garantisi

 

Türkiye, dünyada en fazla yeni kömürlü termik santral yapmaya devam eden ülkelerden biri olarak, iklim anlaşması sonrasında da iklim suçlarının faillerinden biri olmaktan vazgeçmek, ekonomisini karbonsuzlaştırmak, kömüre verdiği teşvikleri sonlandırmak yerine bildiğini okumayı sürdürüyor. Türkiye, ülkenin ithal doğalgaza bağımlılığını azaltmaya çalıştığını öne sürerek, yeni linyit kömürü santrallerinin inşa edilmesini en önemli seçenek olarak görüyor.

Haziran ayında TBMM Genel Kurulu'nda, 6719 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi kabul edilerek yasalaştı. Yasa, kamuoyunda kayıp kaçak bedelleri üzerinden tartışılsa da, aslında elektrik fiyatlarını yükseltecek bazı değişiklikler içeriyordu. Yasadaki değişikliklerle birlikte yerli kömürden üretilecek elektrik için alım garantisi getirildi. Yerli kömüre dayalı elektrik üretim santralları için TETAŞ tarafından sağlanacak alım garantisinin kWh başına yaklaşık 6 sent olacağı 9 Ağustos’ta Resmi Gazetede yayımlandı.

Konuyla ilgili Enerji Ekonomisi ve Finansal Analiz Enstitüsü’nün (IEEFA) yaptığı analiz, Türkiye’nin yeni linyit yatırımı planlarıyla enerji politikasında büyük bir hata yapma riskiyle karşı karşıya kaldığını ortaya koydu. “Enerjide Yol Ayrımı” başlıklı raporda, Türkiye Hükümeti tarafından izlenen linyit yatırımlarını arttırma planının, kamu teşviklerinin maliyetini 1,1 milyar dolarla 2 milyar dolar arasında arttırabileceğini, bu artışın da elektrik fiyatlarına yüzde 19 ile 29 oranında artış olarak yansıyabileceği belirtildi. Enerjide geleceğini kömürlü termik santrallerle fosil yakıt ekonomisine teslim eden Türkiye, gerek siyasi sebeplerle gerekse iş dünyasının istekleri çerçevesinde gücünü yenilenebilir enerjiden alan sürdürülebilir bir enerji politikasına sırt çevirerek treni kaçırmak üzere…

Diğer yandan, Türkiye’nin, 2023 yılına kadar devreye almayı planladığı 18 bin 500 MW’lık büyük linyit kapasitesi ve enerji üretimini büyük ölçüde kömüre dayalı olarak planlamasının şebekede yaşanacak ciddi aksaklıkların da habercisi olduğu söylenebilir. Son 13 yılda yeni konut ve sanayi alanlarının inşasıyla 2,4 milyon hektar tarım arazisini, enerji ve madencilik yatırımlarıyla ise 400 bin hektar orman alanı yok olan Türkiye’nin daha fazla tarım ve orman arazisini kaybetmeye artık tahammülü yok. Linyite sağlanacak alım garantileri sonucunda yeni kömür sahalarının işletmeye açılması bu kaybı arttıracak.

İklim değişikliğiyle mücadelede Türkiye’nin neden samimi olmadığının bir diğer işareti de, yine yasada yer alan özelleştirilen termik santrallere daha önce iptal edilmesine rağmen çevre mevzuatına uymaması için istisna getirilmesi. Yasaya göre, özelleştirilen bütün termik santraller, çevre mevzuatından 2020’ye kadar muaf olacak. Yalnızca yeni yapılacak santraller değil daha önce özelleştirilenler santraller de bu muafiyetten yararlanacak. Bakanlar Kurulu kararıyla bu süre üç yıl uzatılabilecek. Türkiye, Cumhuriyet’in 100. yılına 2023’te termik santrallerin çevresel kirliliğiyle girecek, çevre sorunları katlanarak sürecek.

Türkiye’deki kömür teşviklerinin makroekonomik ve çevresel etkilerini inceleyen bir çalışmaya göre, kömüre verilen üretim ve yatırım sübvansiyonları kaldırılırsa, 2030’a gelindiğinde karbon salımları Türkiye’de hem yüksek hem de düşük gelirli bölgelerde önemli oranda düşecek, ülke genelinde yüzde 5,4 salım azaltımı olacak. Ancak, Türkiye’deki mevcut enerji politikalar ışığında, artan ölçülerde fosil yakıt kullanılması sonucu karbon ekonomisine dayalı büyümeye devam edileceğinin görüldüğü rahatlıkla söylenebilir.

Çevreyi kalkınma önünde bir engel olarak gören devlet politikaları, yalnızca günümüzün yaşam koşullarını değil, gelecek kuşakların yaşamını da ipotek altına alıyor. Sağlık ve Çevre Birliği’nin (HEAL) Ödenmeyen Sağlık Faturası adlı araştırmasına göre, hâlihazırda Türkiye’de faaliyet gösteren 19 termik santralden kaynaklanan hava kirliliğinin sadece sağlık alanında yıllık 3,6 milyar avroya kadar çıkan bir maliyetinin olduğu ve yılda 2876 erken ölüme yol açtığını belirtti.

TEMA Vakfı’nın yaptığı bir çalışma da, kömürlü termik santrallerin Türkiye’nin tarım arazilerine olan etkilerine dikkat çekerek, son 13 yılda 2,4 milyon hektar tarım arazisinin kaybedildiğini ortaya koydu. Bu rakam Türkiye’deki tarım topraklarının yaklaşık yüzde 10’u demek. Benimsenen kömür odaklı enerji politikalarından vazgeçilmediği takdirde Türkiye tarımının geleceği için tablo karanlık. Türkiye’de planlanan 80 termik santralin her birinin 150-200 kilometre çaplı bir alanı etkileyecek olan bu santrallerin yaratacağı hava kirliliğinin 15 milyon hektar tarım alanını olumsuz etkileyeceği belirtiliyor.

Elbette, hava kirliliğinin yanı sıra kömürlü termik santrallerden kaynaklanan başka bir önemli sorun ise iklim değişikliği. Kömürlü termik santraller, ürettikleri elektrik miktarına göre en fazla sera gazı salan tesisler. Kömür odaklı enerji politikalarına devam eden Türkiye, iklim değişikliğinin etkilerinden en fazla etkilenecek ülkelerden biri. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporları, Türkiye’de yıllık ortalama sıcaklığın 2,5 ila 4 derece arasında artacağını gösteriyor. Raporlara göre bu artış Ege’de ve Doğu Anadolu’da 4 derece, iç bölgelerde ise 5 dereceyi bulacak. Türkiye daha sıcak, daha kurak ve yağışlar açısından daha belirsiz bir iklim yapısına sahip olacak.

 

OHAL uygulamalarının etkileri

 

15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından gelen OHAL uygulamalarının olumsuz etkilerinden yine çevre meseleleri ve çevre aktivistleri nasibini alırken, OHAL yandaş sermayeye eşi bulunmaz fırsatlar sundu.

OHAL döneminde çevre hareketlerine yönelik en büyük darbelerden biri Madde 80 ile vurulmuş oldu. Madde 70 ve 75 isimleriyle tartışıldıktan sonra Madde 80 olarak Torba Yasa’da kabul edilen düzenleme, şirketlere, doğayı istedikleri gibi kullanabilecekleri, çevreyi hiçbir denetime tabii olmadan kirletebilecekleri imtiyazları sağladı. Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projeler bir dizi teşvikten yararlanabilecek. Kamu malları ve araziler bu projeleri yürüten şirketlere bedelsiz devredilebilecek. Projeler çevreye zarar verecek nitelikte bile olsa, istenirse, kredi faizleri 10 yıl boyunca devlet tarafından karşılanabilecek, Kurumlar Vergisi’nden muaf tutulabilecek. Yüzde 50 indirimli fiyattan elektrik kullanabilecek. Bu teşviklerin, sera gazı salımlarının başlıca sebebi olan madenler, barajlar, köprü, yol gibi altyapı projeleri, termik santraller ve nükleer santraller gibi projelere aktarılacağı da gün gibi aşikâr.

 

Yargı kararları hiçe sayıldı

 

Cerattepe’de Cengiz Holding’e ait Eti Bakır A.Ş. ile Özaltın Holding ortaklığında gerçekleştirilmek istenen maden arama projesinin Rize İdare Mahkemesi’nde görülen duruşması OHAL uygulamalarının en çarpıcı örneği olarak hafızalara kazındı. Yeşil Artvin Derneği’nin çağrısı üzerine Rize’deki duruşmaya desteğe giden yurttaşların araçları defalarca durduruldu, polis kontrol noktalarında defalarca arama yapıldı. Proje için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen “ÇED Olumlu” kararının iptali için 19 Eylül’de yapılan duruşmada heyetin tarafsızlığını yitirdiğine kanaat getiren davacılar, redd-i hakim talebinde bulunarak mahkemeyi terk etti. Ardından, 3 Ekim’de Rize İdari Mahkemesi, “ÇED Olumlu” raporunun yürütmesinin durdurulması ve iptal edilmesi istemiyle açılan Türkiye’nin en büyük doğa davasını reddetti. Kararda projenin devlet ormanı alanda yapılmasında mevzuata aykırı bir durum olmadığı belirtilirken, “Devlet ormanlarında gerekli iznin alınmasıyla madencilik faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinin mümkündür. Dava konusu madencilik projesi için gerekli izinler alınmıştır” dendi.

Baskıların arttığı bir diğer proje Doğu Karadeniz’de sekiz ilin yaylalarını birleştirmeyi hedefleyen Yeşil Yol oldu. Yöre halkının yaylalardan inmesi fırsat bilinerek, Danıştay’ın durdurma kararına rağmen gizlice ve zorla Rize’nin Çamlıhemşin ilçesindeki Samistal ve Yukarı Kavrun Yaylaları’nda tekrar çalışma başlatıldı. Dozerlerle yaylaların yok edilmesine karşı çıkan yurttaşlar gözaltına alındı. OHAL ile birlikte çevreye yönelik toplumsal muhalefet git gide tasfiye edilmeye başladı. Hem yargı kararları hiçe sayılıyor hem de bu kararlara uyulmasını isteyenler baskıcı rejimlerde görülen muamelelere maruz kalıyor.

Yine OHAL dönemi uygulamaları fırsat bilinerek, Bursa’da şehir merkezine yapılmak istenen ve daha önce “ÇED Olumlu” kararı iptal edilen DOSAB kömürlü termik santral projesi için ikinci “ÇED Olumlu” kararı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca onaylandı. DOSAB’ta Termiğe Hayır Platformu’nun açtığı dava sonucu ilk ÇED raporu iptal edilmişti. Üç ay sonra hazırlanan ikinci ÇED raporu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca DOSAB’ta Termiğe Hayır Platformu ikinci hukuk mücadelesine başladı. Aynı şekilde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı dosyası iki yıl rafta bekletildikten sonra 10 Ekim’de Amasra’daki Hema Termik Santali için “ÇED Olumlu” kararı verdi. Bartın Platformu, 1460 davacıyla dava açma hazırlığında.

Tüm bu gelişmeler arasında dikkat çeken bir diğer konu da, Türkiye’nin nükleer sevdası. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Rusya ile ilişkilerin normalleşmeye başlamasıyla birlikte Akkuyu NGS’deki sürecin de hızlanması oldu. Ekim ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye’yi ziyareti esnasında Mersin Büyükşehir Belediye Meclis toplantısında Akkuyu nükleer santrali projesinin 1/100.000 ölçekli plana işaretlenmesini oy çokluğuyla onaylandı. Diğer yandan, ağustos ayında üçüncü nükleer santral için Çin’le varılan anlaşma da TBMM’den geçti. Haziranda Pekin’deki G20 Enerji Bakanları toplantısında imzalanan mutabakat metni, Akkuyu ve Sinop projelerinden sonraki üçüncü nükleer güç santralı projesinin tasarımından inşaatına, işletmesinden bakım ve sökümüne kadar tüm aşamaları kapsıyor.

* (Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Yer Sistem Bilimi Programı, Doktora Öğrencisi)