Prof. Dr. Öner Günçavdı İTÜ İşletme Fakültesi
Türkiye’nin büyüme ve finansmanı sorunu sadece bugüne özgü bir problem değildir. En az bugün kadar geçmişte de benzer sorunlarla karşılaşmış olan Türkiye, sahip olduğu farklı kurumsal yapıların sınırları içinde bu problemi değişik şekillerde aşmaya çalışmıştır. İç tasarrufların yeterli olmadığı ve arttırılamadığı, dışarıdan kaynak temininin güç olduğu geçmiş dönemlerde, ekonomiye ağırlıklı olarak enflasyon ile kaynak yaratılmış ve bu şekilde iktisadi sistem baskı altına alınmaya çalışılmıştır.
Türkiye ekonomisinin gelişen kurumsal yapısı ve dünya ekonomisindeki artan imkanların etkisiyle, gelişmekte olan ülkelerin karşılaştıkları finansman kısıtlarının şiddeti azalırken, ekonominin dış kaynak kullanım düzeyinde de önemli artışlar gözlemlenmiştir. Bu, kendi mali kaynaklarını oluşturamayan Türkiye ekonomisini ve büyümesini dış kaynağa bağımlı hale getirmiştir. Ekonomide uzun süredir gözlemlediğimiz cari açık sorunu işte bu sebepten dolayı meydana gelmektedir.
Türkiye ekonomisinin uluslararası yatırımcılar nezdinde kırılganlığını arttıran bu duruma, merkez bankasının eski başkanı Durmuş Yılmaz çeşitli defalar dikkat çekmiş ve yüksek boyutlarda cari açıkların sürdürülebilmesi için ülkenin potansiyel gelir düzeyinin arttırılması gerektiğine vurgu yapmıştır. Durmuş Yılmaz dışındaki başka bir grup iktisatçı da, Türkiye ekonomisinin bu kaynak sorununa dikkat çekerken, son zamanlarda yaşanan yeterince büyüyememe sorununu ülkenin karşılaşmış olduğu orta gelir tuzağı ile açıklamaya çalışmışlardır. Buradan yola çıkarak, ekonominin orta gelir tuzağından kurtulması için birtakım yapısal reformaların yapılmasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Aslında ülkenin potansiyel gelirinin arttırılamamasının da, orta gelir tuzağının bir sonucu olduğu düşünülebilir.
Özellikle %4 olarak açıklanan 2013 yılı büyüme rakamlarına bakıldığında, Türkiye ekonomisinin büyüme konusunda ciddi bir sorun yaşadığını iddia etmek, kamuoyu nezdinde kaçınılmaz olarak bir inandırıcılık sorunu doğurmaktadır.
Ekonomik başarının en yaygın kullanılan ve kamuoyunca en çok kabul edilen performans ölçüsü ekonomik büyümedir. Bir bakıma ekonomideki gelirlerin artış oranı şeklinde görülebilecek olan ekonomik büyüme, aynı zamanda bireylerin refah düzeylerinde iyileşmeye de işaret eder.
Ekonomik büyüme dikkate alındığında, neredeyse istisnasız herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı bir husus, 2002 sonrası AKP iktidarları döneminde Türkiye ekonomisinin olumlu bir iktisadi büyüme performansı gösterdiğine yönelik oluşmuş olan inanıştır.
Ekonomik büyümenin temini için ülkede üretilen mal ve hizmet miktarının arttırılması gerekmektedir. İktisaden bu artışı sağlamanın iki yolu vardır. Bunlardan ilki, ekonomideki mevcut üretim kapasitesinden maksimum ölçüde yararlanabilmek için ekonomiye yeni talep temin ederek büyümektir. Bu, talep çekişli (veya konjonktürel) büyüme olarak ifade edilebilir. Böyle bir büyüme tercihi talep artışlarına ve beraberinde bu talebi destekleyici düzeyde bir finansmana gereksinim duyar. Ancak ekonomideki üretim kapasitesi ve buna bağlı olarak oluşturulabilecek maksimum gelir düzeyi belliyken, böyle bir talebin finansmanı daha çok dış kaynak kullanımına, genellikle de borçlanmaya gereksinim duymaktadır.
Büyümeye yönelik üretim artışı sağlayan ikinci yol ise, talep düzeyi veriyken ekonomideki üretim ve/veya arz kapasitesini genişletmektir. Arzda meydana gelen artış ile sağlanan bu büyümeye de arz çekişli büyüme denilir. Hatta ekonominin sahip olduğu maksimum arz kapasitesi, yine o ekonominin tam kapasite çalışması halinde yaratılabilecek maksimum gelir düzeyine işaret ettiğinden, bu kapasitenin ekonominin potansiyel gelir düzeyine işaret ettiği düşünülür. Arz çekişli bir büyüme, aynı zamanda ekonomideki potansiyel gelir düzeyinde de artış anlamına gelecektir. Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz’ın kastettiği de, bu gelirin arttırılmasında görülen güçlüklerdir.
Ekonomideki arz kapasitesini genişleterek elde edilecek olan büyüme, kısa dönemde bile olsa elbette bir finansman ihtiyacı doğuracaktır. Fakat elde edilecek olan ek üretim kapasitesinin ekonomiye sağlayacağı gelir artışları ihtiyaç duyulan finansmanın kaynağını oluşturacaktır. Bu noktada ihtiyaç duyulacak ve kullanılacak kaynak miktarı talep çekişli büyümeye göre daha düşük seviyelerde olacaktır. Ancak arz yönlü büyüme üretim imkanlarında genişlemeye ve bunun için gerekli yapısal değişikliklere ihtiyaç duyması sebebiyle, kısa vadede büyüme temin eden ve böylece geniş kitlelerin refahının kısa dönemde artmasını sağlayan bir büyüme seçeneği değildir. Bu yüzden de kısa vadede büyüme arzusu içinde olan siyasiler tarafından çok kolayca tercih edilmez.
Günlük yaşamda karşılaştığımız büyüme ise, hem talebin hem de arz yönlü genişlemenin birlikte etkileşimi sonucunda oluşmaktadır. Çünkü gerçek hayatta hem talep, hem de arz aynı anda değişkenlik gösterir. Bazı dönemlerde gerçekleşen büyüme içinde talebin rolü artarken, başka bir dönemde de arzdaki genişlemeler ön plana geçebilir. Arzulanan büyümenin ağırlıklı olarak arz veya talepten hangisiyle sağlandığına bağlı olarak, büyümenin finansmanında kullanılan kaynağın miktarı ve niteliği ekonominin büyüme performansının değerlendirilmesinde önem arzeder. Mevcut gelir potansiyeli veriyken, ekonomiyi tam kapasiteye ulaştıracak talebi elde etmek için gereken finansman ihtiyacı çok daha fazla olacaktır. Bu tarz bir büyüme pratiğinin sürdürülebilirliği de, finansman için gerekli iç ve dış mali kaynakların mevcudiyetine bağlı olacaktır. Öte yandan arz çekişli bir büyüme kısa dönemde gereksinim duyacağı finansman ihtiyacı uzun dönemde artan ülkenin potansiyel gelir kullanılarak sağlanabilecektir.
Tanım gereği bir ekonominin potansiyel olarak gelir yaratabilme kabiliyetini gösteren bir ölçü oluşturmak, mevcutta gözlemleyebildiğimiz sabit fiyatlarla gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) rakamları kullanılarak mümkündür. Potansiyel gelir bir ekonominin kendi öz kaynaklarıyla oluşturabileceği gelir düzeyidir ve bir bakıma ekonomik büyümenin finansmanı için kullanılabilecek potansiyel kaynak olarak da düşünülebilir. Zira iç tasarruflarımıza temel teşkil eden gelirin de bu olduğu düşünüldüğünde, potansiyel gelir üzerinden bir ekonominin potansiyel olarak erişebileceği maksimum iç tasarruf miktarını da bu şekilde kabaca tesbit edebilmekteyiz.
Ampirik olarak Türkiye ekonomisi için hesapladığımız potansiyel gelir büyüme serisi Şekil 1’ de görülmektedir. Bu şekil, Türkiye ekonomisine ait olan mevsimsel etkilerden arındırılmış sabit fiyatlarla GSYİH serisi üzerinden birtakım istatistiki hesaplamalar neticesinde oluşturulan trend değerleri kullanılarak elde edilmiştir.
Bu hususta yapılacak benzer incelemelerde dikkat edilmesi gereken temel husus, Türkiye ekonomisindeki GSYİH verilerinin bir bütün olarak, çok uzun bir dönemi kapsamadığıdır. Uzun bir dönem zarfında, GSYİH’daki gelişmeleri incelemeye yönelik olarak elimizde iki seri bulunmaktadır. Bunlardan ilki 1987-2007 arasındaki GSYİH değerlerini içeren ve artık bugün için kullanılmayan eski milli gelir serisidir. Diğeri ise, halihazırda kullandığımız ve 1998’den günümüze GSYİH’yı ölçmemize yarayan yeni seridir. Her iki seri ayrı ayrı mevsimsel etkilerden arındırıldıktan sonra birtakım istatistiki yöntemlerle trend değerleri elde edilmiş ve bu değerlere dayanılarak Şekil 1 oluşturulmuştur.
Şekilde üç döneme özellikle dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi 1990’lı yılların ilk yarısı (A), diğeri 2001-2007 arasındaki dönem (B) ve nihayet 2009’dan günümüze kadar olan dönemdir (C). Bu dönemlerden A ve C’nin benzer oranda potansiyel gelir artışlarına sahip oldukları görülmektedir. Her iki dönemde de potansiyel büyümenin yatay bir seyir izlemesi dikkat çekicidir. Öte yandan bu iki dönemden farklı bir eğilim gösteren ve B ile ifade edilen dönemin ise, daha çok Kemal Derviş ile başlayan yapısal reform dönemine karşılık geldiğine dikkat etmek gerekmektedir.
Şekil 1 –Türkiye ekonomisinin potansiyel gelirinin büyüme oranları
Özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan ve 2001 kriziyle doruk noktasına ulaşan potansiyel büyümedeki düşüşler dikkat çekicidir. Bu şekilden anlaşıldığı kadarıyla, Derviş reformlarıyla başlayan ve ardından AKP’nin ilk iktidar dönemiyle süren dönemde yapısal anlamda yapılan reformaların ve uygulamaların ekonominin arz kabiliyetini geliştirici ve bu şekilde arz çekişli bir büyüme yarattığı anlaşılmaktadır. Ancak bu durum 2007 sonrasında değişmekte ve potansiyel büyüme oranınında önemli düşüşler gözlemlenmektedir. Yine aynı dönemde ekonominin toplam büyüme oranlarında görülen artışlar dikkate alınırsa, bunların daha çok talep destekli olarak gerçekleştiği sonucuna ulaşılabilir.
Öte yandan 2008 ve sonrasında yaşanan ve ABD ekonomisindeki sıkıntıların bir yansıması olarak tüm dünyaya yayılan ekonomik krizden Türkiye ekonomisnin de önemli derecede etkilendiği ve potansiyel büyüme oranında 2001 krizi sonrasının en önemli düşüşünün yaşandığı görülmektedir. Bu sıkıntılı dönemden potansiyel büyümenin arttırılmasıyla çıkılırken, 2000’li yılların başında yaşanan büyüme performanslarına maalesef bir daha erişilememiştir. Tekrar potansiyel büyümede böyle bir sürece girilebilmesi ekonominin arz yönünde etkili olacak birtakım yapısal kısıtların giderilmesini ve bu yönde yapılması gereken yapısal reformalara hız verilmesini gerekli kılmaktadır.
Özellikle potansiyel büyümenin %1 seviyesinde yatay bir seyir izlediği herhangi bir dönemde elde edilmek istenilen yüksek bir büyüme oranı ancak ve ancak talep destekli gerçekleştirilebilir. Fakat böyle bir talebin yaratılabilmesi ise, ekonominin içeriden ve dışarıdan ihtiyaç duyacağı kaynak miktarlarının artması anlamına gelecektir. Böyle bir kaynağın bugün ve yakın bir gelecekte elde edilebilirliğinin azaldığını düşünürsek, Türkiye ekonomisinin bundan sonra arzulayacağı büyümeye arz yönlü tedbirlerle ulaşılabileceği düşünülebilir.
Son yıllarda potansiyel gelirdeki büyümenin yatay seyir izlemesi, ekonominin büyüme performansının arttırılabilmesi için giderek daha çok talep artışlarına dayanılmasını zorunlu kılacaktır. Malum olduğu üzere, böyle bir büyüme pratiği, ekonominin kendi öz kaynaklarında bir artışı beraberinde getirmediği ve daha çok borçlanma ihtiyacı doğurduğu için sürdürülebilir olmayacaktır. Dahası tüm bu kısıtlara rağmen, yine de bu tarz büyüme pratiğinde devam etmek, nihayetinde ekonomiyi kronik cari açıklara maruz bırakarak kırılganlığının artmasına neden olacaktır.
31 Mart pazartesi günü açıklanan büyüme rakamlarına göre, ekonominin 2013 büyüme performansının potansiyel gelir artışıyla değil de, daha çok talep çekişli olarak gerçekleştiği anlaşılıyor. Neticede bu durum, öncelikle Türkiye ekonomisinin büyüme performansının talebe bağlı olarak çok fazla oynaklık göstermesine neden olacaktır. Ardından bu talebin desteklenmesi için daha çok dış kaynağa gereksinim duyulacaktır. Bu da, Türkiye ekonomisinin kırılganlığının artması anlamına gelecektir.
[email protected] http://onerguncavdi.net @onerguncavdi.