Habertürk yazarı Murat Bardakçı, geçtiğimiz hafta TRT1'de ilk bölümü yayınlanan "Payitaht İstanbul" dizisiyle ilgili olarak "Maalesef hatalarla doluydu" dedi. "Şimdilerde yeni bir iftihar vesilesi edindik, bir dizide İsrail’e karşı operasyon mu yapıyoruz, o operasyonun sadece ekranda olduğunu gözardı edip sanki Kudüs’ü tekrar fethetmiş gibi övünme krizlerine giriyoruz ya; Payitaht İstanbul’da da öyle oldu ve hayalî bir tokatla İngiliz’e karşı asırlık hıncımızı çıkartıverdik" diyen Bardakçı, "Bunca masrafa girilip bu kadar danışmandan istifade edilerek çekilen bir dizi için sadece birkaçını yazdığım bu hatalar bile çok fazladır" ifadesini kullandı.
Tarihi diziler her zaman faydalıdır, zira geçmiş hakkında pek malûmatı olmayan sıradan vatandaşın bilgilenmesini sağlarlar.
Birkaç sene önce ortalığı kasıp kavuran “Muhteşem Yüzyıl”da olduğu gibi...
Muhteşem Yüzyıl sayesinde, dizinin yayınlanmasına kadar pek kimselerin bilmediği ve en başta babası Kanunî Süleyman’ın emri ile boğdurulan Şehzade Mustafa olmak üzere Pargalı İbrahim’den, Rüstem Paşa’dan, Mihrimah Sultan’dan, Matrakçı Nasuh’tan ve o devrin diğer önemli şahsiyetlerinden Türkiye’de bugün artık pekçok kişi haberdar.
Diziyi daha akıcı hâle getirmek maksadıyla takdim-tehir yapılması, yani diziye konu olan hadiselerin geçtiği devirden önce yahut sonra meydana gelmiş olayların o günlerde yaşanmış gibi senaryoya ilâve edilmesi bir yere kadar kabul edilebilir. Hattâ, bizdeki tarihî dizi çekimlerine ilham veren İngilizler’in “Tudors”unda da böyle kaydırmalar yapılmıştır.
Ama tarihî, hem de iddialı bir tarihî dizi çekilirken öncelikle riayet edilmesi gereken bazı hususlar vardır: Makul karşılanan dönem kaydırmaları dışında önemli teknik hatalar yapmamak, hele konu sarayda geçiyor ise o devir için çok önemli olan protokol kaidelerini gözardı etmemek ve telâffuza da azamî itina göstermek!
İlk bölümü geçen hafta yayınlanan “Payitaht İstanbul” dizisi bu hususlarda maalesef hatalarla dolu idi!
Birkaç örnek vereyim:
- Dizi, Sultan Abdülhamid’in Cuma selâmlığına gidişini gösteren bir sahne ile başlıyor, fonda mehter çalıyor, daha sonra fesli ve üniformalı saray müzisyenleri zurnalarla ve nakkarelerle padişahın huzurunda yine mehter musikisi icra ediyorlardı...
O devirde mehter ne arar? İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması ile beraber tarihe mâlolan mehter Askerî Müze Müdürü Muhtar Paşa tarafından 1911’de, yani Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden iki sene sonra ihya edilmiş; ilk askerî mehter takımı tâââ 1917’de, Enver Paşa’nın yayınladığı talimatname ile kurulmuştu. Abdülhamid’in iktidar senelerinde mehter değil, sadece saray bandosu vardı ve bu bando alaturka değil, Batı Musikisi eserlerini icra ederdi!
- Devlet erkânı, resmî merasimlerde tahtında oturan padişahın önüne tek tek gelir, hükümdarı önce “büyük temennâ” denen şekilde selâmlar, tahtın yanında ayakta duran mabeyincinin tuttuğu saçağı ellerine alıp öper gibi yaptıktan sonra bırakır, yine bir “büyük temennâ” ettikten sonra geri geri gider ve aynı selâmlamayı bir başka devlet adamı yapardı. Tahtın önünde ne öyle Payitaht İstanbul’da olduğu gibi sopaya bağlı bir püskül dururdu, ne de o püskülü şapıııırt diye öpme âdeti vardı!
- Padişahlar tarih boyunca yemeklerini tek başına yemişler, arada bir-iki istisna olmuş, Sultan Hamid sofraya bazen hanımlarından Müşfika Kadın Efendi ile oturmuştu. Ama bütün hanımların, mahdum beyin, yani bir şehzadenin iştirak ettiği, etrafta cariyelerin koşuşturduğu ve zengin köy sofrasını andıran cümbür cemaat bir kahvaltı, sadece Yıldız’da değil, Osmanlı’nın hiçbir sarayında asla mevcut olmamıştı!
- Bir şehzadenin hükümdara “Efendimiz” yahut samimî anlarda “Pederim” diye hitap etmek yerine “Baba, babacığım” diyebilmesi ise ne mümkün?
Ve, telâffuz meselesi...
Sadece iki örnek vereceğim: Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî adı “Devlet-i Aliyye”dir ve “Aliyye” kelimesinin başındaki “A”, kısa okunur. Ama “Aliyye”, Payitaht İstanbul’da maaşallah uzatılıp çekiliyor, “Âliyye” oluyor, yani devletin ismi bile yanlış telâffuz ediliyor! “Abdülkadir”in ortasındaki “a”nın uzun okunması gerektiği halde kısaltılıp azınlık şivesi gibi bozuk telâffuzu da işin cabası...
Senaryodaki bazı aşırılıklara, meselâ sakinliği, temkini ve protokole riayeti ile bilenen Sultan Abdülhamid’in İngiliz elçisinin suratına şrrrrak diye bir tokat aşkettiği sahneye ise, temas etmek istemiyorum. Zira şimdilerde yeni bir iftihar vesilesi edindik, bir dizide İsrail’e karşı operasyon mu yapıyoruz, o operasyonun sadece ekranda olduğunu gözardı edip sanki Kudüs’ü tekrar fethetmiş gibi övünme krizlerine giriyoruz ya... Payitaht İstanbul’da da öyle oldu ve hayalî bir tokatla İngiliz’e karşı asırlık hıncımızı çıkartıverdik!
Bunca masrafa girilip bu kadar danışmandan istifade edilerek çekilen bir dizi için sadece birkaçını yazdığım bu hatalar bile çok fazladır!