FATİH VURAL
Perihan Mağden, geçtiğimiz kasım ayında yayımladığı “Yıldız Yaralanması” romanıyla, yazılarında genişçe işlediği popüler kültüre de edebi bir dönüş yaptı. Gerçek ismi Suna olan ünlü şarkıcı Yıldız ve ona tutkuyla bağlı olan hayranı Sun arasındaki ilişkiyi, tüm patolojisiyle ele alan Mağden, psikolog kimliğini de tüm hüneriyle sergiliyor bu kitapta. Sonunda yarası hiç iyileşmeyecek olsa bile, bu ilişkiden gidebilme cesareti gösteren genç Sun'un “Yaram kadar büyüdüm ben” sözleri çarpıcı. Kendisiyle verdiği bir savaştan nasıl da muzaffer çıktığını anlatıyor ayrıca.
Perihan Mağden kitabını yayımladıktan sonra gelen tüm söyleşi tekliflerini uzunca bir süre reddetti. Geçtiğimiz hafta gelen telefonunda beni söyleşiye davet ettiğinde, sadece edebiyat konuşmayacağımız açıktı. Sivri ve kendine özgü diliyle bir gazeteci olarak özgün durabilmiş, canı istediği zaman kimseye eyvallah etmeyip çekip gidebilmişti. Son bir yılda belki de yazabileceği tek yer olarak gördüğü Taraf'ta üç ay süresince yazmış; ancak yine romanına dönmüştü.
Mağden'le yaptığımız söyleşiyi iki kısma ayırdık. Birinci bölümde kitabından yola çıkarak, popüler kültürde “yıldız olma”nın karşılığını sorguladık. Burada bir gözlemci ve psikologla karşılaşacaksınız. Saptamaları ezber bozacak cinsten. İkinci bölümde ise onun gazeteci olarak yaşadığı tecrübeler ve Türkiye'nin siyasi gündemi ile medyasına dair sahip olduğu görüşler var. Her zamanki açık sözlülüğüyle... İyi okumalar...
- Yeni kitabınız Yıldız Yaralanması; Hikmet Teyze, Yıldız ve Sun hiyerarşisi içinde gelişen 'mikro iktidar' ilişkilerine odaklanıyor. Bu yönüyle, diğer romanlarından ne derece ayrılıyor?
Sen bunu blogunda yazdın da. Benim çok hoşuma gitti. Senin okumana kesinlikle katılıyorum; ama bunu vurgulamak üzere yola çıkmadım. Ben projelendirip de üstüne gitmiyorum. Birazcık saldım çayıra, Mevlam kayıra! Hayatın her alanında “mikro iktidar adacıkları” var. Her yıldız, bir iktidar kuruyor. Yıldızlar, hükümdar da... Mesela 20 milyon fanı varsa, onların hükümdarı. Kapalı kapılar ardında ise büyük bir yalnızlık ve çaresizlik var. Ama orada da bir “mikro iktidar” var. Mesela sen Lacan göndermesi yaptın; sonra düşünüp hak verdim. Ama yazarken bunu düşünmedim.
- Sizin Yıldız'ınız, sadece hayranlarıyla örülü bir dünyada yaşadığı sanrısından sıyrılmış...
Çoğu yıldız, gençken keşfediliyor. Britney Spears'tan Marilyn Monroe'ya... Bizimkisi de 17-18 yaşından beri sahnede. Zaten şöhreti oturtmuş oluyor. Ama içgüdüsel olarak. Sosyoloji ya da psikoloji bilgisiyle değil. İçgüdüsel olarak müthiş bir EQ'ları (duygusal zekâ) olduğunu düşünüyorum ben. Süperstar öyle kolay olunmuyor. Bunu elde edebilenler, talihliler. Çünkü elde öyle bir karışım var ki, fizikleri ve yaptıkları işle, o an için boşlukları dolduruyorlar.
- “Ali ile Ramazan” gibi sarsıcı bir romandan sonra, popüler kültür alanında bir şöhret anatomisi yazma fikri nasıl gelişti?
Ali ile Ramazan'ı, Radikal'deki köşemi bıraktıktan sonra yazdım. 92'den beri gündemimdeki bir konuydu. Haber o zaman çıkmıştı. Hayalet gibi peşimdeydi. Sekiz ay gibi, bence kısa bir sürede yazdım. Yazarken o kadar üzüldüm ki daha hoşuma giden bir şey yazmak istedim. Kendime mükâfat gibi! Popüler kültürle çok alakalıyım. Yıldızlar da beni çok ilgilendiriyor. Göz koyduğum bütün yıldızlarla tanıştım, röportaj bahanesiyle. Ahbaplık ettim. Bir de çocukluğumdan beri sürekli uğraştığım bir Marilyn Monroe meselesi var.
- Nasıl?
Onun üzerine 30 iyi biyografi yazılmışsa, 28'ini okumuşumdur! Bu kitap, Marilyn Monroe ile de bir hesaplaşma. Yıldızların yıldızı Marilyn Monroe! Türkan Şoray'ın gençlik filmlerine ve pozlarına bak, inanılmaz derecede aynı göz hareketlerini yapıyor. Bütün yıldızlar, hatta erkekler dahi Marilyn'den bir şeyler çalmış. Hem Türkiye'deki büyük yıldızlarla, hem de Marilyn'le hesaplaşmamdır, Yıldız Yaralanması. Belki de kendimi Sun'laştırdım. Hepimizin içinde bir Sun var. Bir erkek de Che Guevara'ya Sun'dur ya da Messi'ye! Büyüme sancısı sırasında bir yıldıza duyulan aşırı beğenide politik bir yan da var. Mesela Hitler'e duyulan hayranlık, bahsettiklerimin ötesine geçmiş hali. İnsan psikolojisine girdikçe, siyaseti de açıklamış oluyorsun bir anlamda.
- Obsesif - kompülsif bir hâl belki de...
Aynen.
- Perihan Mağden, kimlerin Sun'u?
Marilyn Monroe'nun Sun'uyum mesela.
- Onun hikâyesinin sizi çeken tarafları neler?
- Hikâyesi çok trajik. Yıldız'da ondan çok yararlandım. Mesela Marilyn Monroe'nun annesi, kızı öldükten 20 yıl kadar sonra tımarhanede öldü. Annesi tımarhanede olmasına rağmen, Marilyn onun öldüğünü söylüyordu. Annesinin sağ olduğunu sakladı.
- Neden saklıyor?
Çünkü “deli” bir annesinin olduğunun bilinmesi, o zamanın tutucu Hollywood'u için şahane bir şey değil. Bir de kendisi delirmekten çok korkuyor. Bu işin genetik bir yanı var. Bütün o intiharlarında bile, bunu etrafa yansıtmamak zorunda. Bir sürü yıldız yapıyor bunu. Yakın zamanda Ebru Gündeş de “Babam öldü” dedi. Sonra çok yoksul bir babasının olduğu ortaya çıktı. İşlerine gelmeyen hakikatleri, ayıklayıp atıyorlar. Çünkü kendilerini “çok güzel bir bahçe” sunmak zorunda hissediyorlar. Gerçeklikle kopuşları, yıldızlığın bir parçası! Bir politikacı bunu yaparsa, sorun; ama yıldızlar için bu son derece geçerli bir şey! Ben Türkan Şoray ve Ruhi Su'nun Sun'uydum mesela. Ama bu belli yaşlarda olabilecek bir şey. Bence asıl sakat olan, bir olgunluğa eriştikten sonra birisinin hastası olman! O, patolojik bir şey.
- Orta yaşta patolojiye dönüşmesi niye?
Çünkü o zaman “durdurulmuş gelişme” oluyor. Güdük kalmış birisi oluyorsun. O zaman hayranı olduğum Türkan Şoray, benim eşitim haline geliyor. Ahbabım, görüştüğüm ve takdir ettiğim biri artık.
- O zamanlar yıldızlar büyümüyor?
Yıldızlar büyümüyor, çok doğru söylüyorsun. Truman Show da çok önemli bir şeydir, bu durumu anlamak için. Mesela Türkan Şoray'ın hayatı Truman Show gibi bir film yapılabilir, öyle bir yönetmenimiz olsa. Çünkü Türkan Şoray 15 yaşından itibaren setlerde büyüyor. Setler dışındaki gerçek hayatını o kadar kısıtlıyor ki, hayranlarını düş kırıklığına uğratmak istemiyor. Gerçek hayat yok onun için. 15 yaşından, “Köyde Bir Kız Sevdim”den beri ünlü. Dünyanın en çok film çeviren oyuncularından birisi. Haftada üç film çevirdiği dönemler var. Hayatının 30 yılı, gece gündüz setlerde geçiyor. Böyle bir hayat düşünebiliyor musun? Bu tam bir Truman Show.
- Truman Show'daki gibi o kapıyı bulup, çıkabilecek güçleri var mı?
Güçleri yok! Bir de üne müptelalar! Bir yandan da kendilerini büyük bir hapishaneye alıyorlar. Bir genelkurmay başkanından daha disiplinli bir hayatları var. Yaşar Büyükanıt, Ajda Pekkan'dan daha çok açık vermiştir! Yaşlarını ve hayatlarını hep aynı tutuyorlar, çok büyük şeyler pahasına. Çünkü üne ve o hayranlığa müthiş bir müptelalıkları var. Yoksa, çekilmez bir iş yapıyorlar.
- Foucault ekseninde bakarsak, ürettikleri onca yeni beden ya da bedensizlik hali, nasıl bir duygudurum yaratıyor?
Bunu bilmiyorum; çünkü normal bir insanın aklını aşan bir psikoloji bu. Yıldız Yaralanması'nı biraz da bu bahsettiğini bulmak için yazdım. Bence onlar da bilmiyor. El yordamıyla bulmaya çalışıyorlar. Narsisistik kişilik bozukluğu, teşhircilik gibi şeyler de var içinde. Onlara faydalı olacak kadar, bütün bu semptomlardan mustaripler. Ama çığrından çıkmayıp, onun dozunu iyi ayarlayanlar büyük yıldız oluyor. Çığrından çıkacaksa da, paravanın arkasında çıkıyor! Sahnede çığrında her şey. O kontrol müthiş bir şey. Ancak bir Shogun'da olabilir!
- Bir unutma çabası da var. Çünkü inkâr ettikleri ya da yok saydıkları noktasında; vicdan, kendini sürekli hatırlatan bir şey. Orada ne yapıyorlar?
Orada içki ve uyuşturucu devreye giriyor. Büyük starların neredeyse hepsinin bir uyuşturucu sorunu oluyor. Çünkü ancak ilaçlarla ve içkiyle unutabilirsin! Lindsay Lohan, gencecik haliyle gözümüzün önünde çırpınıyor. Amy Winehouse 27 yaşında gitti.
- Uyuşmayla gelen o bilinçsizlik hali, üretim için de kullanılıyor mu?
Doğru, kullanıyorlar. Çünkü gerçekçi olursa, karşısına acı bir reçete çıkacak ve bizi eğlendiremeyecek. Kendisinin güzelliğiyle bu kadar uğraşamayacak. Kendi patolojilerinin dozunu ayarlamaya daldıkları noktada, ilacın ya da uyuşturucunun dozunu kaçırabiliyorlar, Amy Winehouse gibi. Onun saç modelini düşün... Firavun şapkası gibi zor bir saçı her gün yaparak karşımıza çıktı. Düz saçla görmedik onu. Burnundan kokainler dökülürken fotoğrafı çıkıyor; ama o saç hep var. Orada açık vermiyor. Bu nasıl bir azim? Michael Jackson uyuyabilmek için hastanede ameliyat sırasında kullanılan narkoz ilacını kullanıyor. Böyle ekstrem bir durum olabilir mi? Öylesine yiyip bitirmiş ki kendini... Tacize uğramış bir çocuk, babası üzerinde ütü söndürmüş, dört yaşında sahneye çıkmış ve çocukluğunu yaşamamış... O da bir Truman Show. Ameliyat narkozu kullanacak kadar uykuyla küs!
- Bu açıdan bakıldığında, yıldız olmak, insan tabiatına aykırı mı?
İnsan hayatı bence çok daha az insan görmek ve çok daha az insanla muhatap olmak üzerine kurulmuş. Ortaçağ'da, yaklaşık 600 kişi görüyormuşsun bütün hayatın boyunca. Şimdi biz neredeyse bir günde o kadar kişiyle görüşüyoruz. Popüler bir insanın da günde 60 kişiyle birebir görüştüğünü düşün. Bu, insanüstü bir şey! İnsan, tabiatını çok zorluyor.
- O parçalanmış kimlikleri birleştiremiyor mu?
Doz aşımına uğratıyorsun kendini. Michael Jackson sahneye çıkıp 100 bin kişiye konser verdiği anda, 100 bin kişinin vibrasyonuna, nazarına maruz kalıyor. Nazar da değiyor. Herkes hayranlıkla sana bakıyor. Çok büyük bir bedel var ortada. Belki onun için Madonna, Kabala'ya sarıyor. Mesela Greta Garbo, 85 yaşına kadar yaşadı. 40-43 yaşında kendini geriye çekmeyi başardı. Bu yönüyle, bence “üstün insan.” Ünü bırakıp kaçmayı bilirsen, hayatını uzatıyorsun. Ruh sağlığını koruyorsun. Greta Garbo “I want to be alone” (yalnız kalmak istiyorum) dedi. Bu, inanılmaz bir şey. Yaşlı halini göstermedi. Bir insanın şöhret olmayı istemesi acıklı bir şey. Hakiki yıldızların sırrı, kırılganlık ve bir bebeğe benzeme çabasında.
- Açar mısınız burayı?
Tepsiye de, saate de hâlâ neden Marilyn Monroe'nun resimleri basılıyor? Bak yüzüne, bir bebek suratı. Kadından ziyade bir bebek! Gözleri kocaman kocaman, gözleri ile burnunun oranı ve yüzünün oranı itibariyle bir bebek Marilyn. Türkan Şoray'ın filmlerine bak, gözleri burnundan daha büyüktür. İşte bu Walt Disney'in oranlarıdır. Disney o karakterleri ortaya çıkarırken, bebek oranlarını kullanıyor. Göz burundan büyük ve yanaklı yanaklı, dudaklı dudaklı hepsi! Yıldızlar hayranlarının bilinçaltına şu mesajı gönderiyor: “O bir bebek ve ben onu korumak istiyorum. Yoksa her an kırılıp dökülebilir.” Mesela Tarkan da bu hissi veriyor. Kolektif bilinçaltında yer etmiş starların hepsi bir bebek kadar kırılgan ve güzel. James Dean öyle. Mesela Madonna'da bu hiç yok. Hiçbir zaman da olmayacak.
- Varoluşsal bir hale dönüşen, “Yaşamak için senin ilgine ihtiyacım var” mesajı mı bu?
Aynen. “Bir bebek kadar sana bağımlıyım! Beni sevmezsen, bana hayranlık göstermezsen, ben ölebilirim.” Ama bunların hepsi bilinçaltında akıyor.
- Peki büyümek, yaşlanmak?
İşte onu istemiyor. Yaşlanmak, onlar için en korkunç şey! Mesela Marilyn Monroe da yaşlı halini görmemizi istemedi. Bir sürü intihar girişiminde bulunup, sonunda başarıyor. Amy Winehouse da kaç defa hayata dönüp, sonunda ölüyor. James Dean'inki araba kazası olarak geçiyor; ama öyle araba kazası olmaz!
- Foucault'nun da en büyük arzusu, son sürat hızla giden bir arabayla duvara toslayıp ölmek!
Ama tabii felsefeci olduğu için sıkmıyor, bunu yapamıyor James Dean gibi. (Gülüyor)
- Taraf'ta yazdığı bir yazıda, Türkiye'den umudunu kestiğini söyleyen bir Perihan Mağden vardı. Bugün de aynı noktada mısınız?
Hayır, bugün çok daha umutluyum. Bu barış meselesi, sanki sırtımdan kamburumu götürdü. Barış gelecek gibi geliyor artık. Kürt meselesini çözmediğimiz sürece aşırı derecede mutsuz; eğer köşe de yazıyorsam hırçın oluyordum. Çünkü ölümlerden bir parça kendimi de sorumlu tutup, siyasetin içinde yaşamak zorunda hissediyordum. Belki de köşe yazarlığı yapmadığım dönemlerde daha mutlu ve huzurluyum. Köşe yazarlığını zırt pırt bırakmamın nedeni de bu! Çok hırçınlaşıyorum, çok sinirleniyorum. Çünkü siyaseti takip etmek zorunda kalıyorum. Türk siyasetini, Türk medyasını takip edince de sinir küpüne dönüşüyorum. Bir de artık yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik. O kadar büyük sıkıntılar çektik ki, alacakaranlıktaymışız da sabah her an olacakmış gibi hissediyorum.
- Bu süreçte sizi en fazla umutlandıran olaylar neler?
Bir defa İmralı'yla görüşmelerin başlaması... Bundan daha önemli bir şey olamaz. Abdullah Öcalan'a televizyon verilmesi bile bana iyi geldi. Radikal'deki köşemde yıllar önce “O plazma televizyonu ben alırım abi” tadında bir yazı yazmıştım. Televizyon sorununun çözülmesi bile bunca yıl aldı.
- O televizyonun nasıl bir sembolik anlamı var?
İstiyor, adam, televizyon istiyor! Dış dünyayla bağlantı kurmak, vakit geçirmek istiyor. Bu kadarını vermekte ne beis var? Televizyon vermek, çocuk canlarını kurtaracaksa niye vermeyeyim? Kırşehir'den, Ege'nin iki köyünden daha az çocuk ölecekse, niye vermeyeyim?
Sizce devlet nerede aydı?
- Ben Tayyip Erdoğan'ın müthiş aygın bir insan olduğunu düşünüyorum. Ama bir hastanın damarlarından alçının boşaltıldığını düşün... Sorunlar öyle dondurulmuş ki, o damarların açılması ve o kan akışının sağlanması, bence Tayyip Erdoğan'ın uzun bir zamanını aldı. Kapalı kapılar ardında, onun ve ekibinin büyük mücadeleler verdiğini düşünüyorum. Bunu çözmeye başından beri yeminliydi. Bunu yapabilecek cesareti var. Cesaretinin olmasını gerektirecek oy oranı var.
- Fransa'daki suikastlerin ardından, bölgede cenazelerin kaldırılması sırasında, topluluğun yasını içinde tutmasını nasıl yorumladınız?
Bunu bekliyordum. Taşkınlık olacağını hiç düşünmedim. Habur'da yaşananların da provokasyon olduğunu düşünüyorum.
- Kimler provoke etti?
Bu savaşın devam etmesini isteyen, iki taraftaki derin savaşçılar.
- Şimdi neredeler?
Halen işbaşındalar. Paris'te insanları öldürüyorlar. Sakladıkları oyun kartları var. Aksi saflık olur. Çok acı bir kayıp.
- Kürt sorununa dair bir medya almanağı hazırlansa, başa konulacak maddelerden birisi de sizin “Teşvikiye Camii'nden şehit cenazesi kalkmadıkça, bu sorun çözülmez” cümleniz olur. Yanılacak mısınız?
Kalkmadan bitecek! Ne Levent'ten, ne Teşvikiye'den, ne Ataköy'den! Kalkmadı, kalkmayacak. Bursa'dan orta sınıf mensubu iki çocuğun cenazesi geldi. Birisi bilgisayar mühendisiydi. Annesi, “Hakkımı helal etmiyorum” dedi. O bile büyük bir tepki yarattı. Bir daha öyle bir cenaze kalkmadı. Bursa'dan döndüler, İstanbul camilerine varamadan. Aslında çok sınıfsal da bu yapılan. Mesela bence Kürt savaş baronlarının da çocukları ölmedi. Yani Beyaz Türkler'in ya da Genelkurmay sosyetesinin çocuklarından şehit olmaması kadar abuk sabuk bir şey olabilir mi? Hollanda Genelkurmay Başkanı'nın oğlu, tayini çıktıktan bir ay sonra Afganistan'da öldü. Demek ki orada bir torpil mekanizması işlemiyor. Demek ki sen piyonu sahaya sürüyorsun! Anadolu'daki yoksulun, çiftçinin, emekçinin çocuğunu savaşa sürüyorsun. Bundan daha gaddar bir şey olabilir mi? Romalılar yapmadı bunu! Savaşın sürdürülebilirliğinin sebebi de bu! Bence savaştan sonra, Almanlar'ın 2. Dünya Savaşı'ndan sonra günah çıkarması gibi, bu sürdürülebilirliği sorgulamamız lazım. Bu şart.
- Barış da mı sınıfsal olacak?
Savaşın kazananı olmayacağı gibi, belki barış da daha sınıflar üstü bir şeydir. Barış öyle güzel bir şey ki, “Aaa zenginlerin çocukları daha ölmedi!” demeyeceğim. Hiçbir çocuk ölmesin. Ne zenginin çocuğu, ne fakirin çocuğu. Onun için barışta bunun hesabını soracak değilim! Ama o kadar çok çevreyi de samimi bulmuyorum ki! Mesela bir zamanlar gözbebeğiyken, daha sonra Kürtler tarafından da kara listeye alınmıştım.
- Sebebi neydi?
Barış Anneleri ile ilgili bir yazı yazmıştım ve sürekli “barış” demelerinin samimiyetini sorgulamıştım. Mesela, Anadolu'da bir kadın “Bu gitti; ama bu yavrumu da alın askere” dediyse; PKK sempatizanı bir anne de aynı şeyi söyledi. Annelerin de karşılıklı olarak bir barış dili yoktu. Bunu da sorguladım, Cihangir aydınlarının “Barış gelsin, barış gelsin” deyip PKK'cılık oynamasını da sorguladım! Bu kadar nefret uyandırmamın bir nedeni de insanların bu samimiyetsizliğini sorgulamamdı.
- Samimiyet neredeydi?
Leyla Zana'nın yaptığındaydı. Samimi insan Leyla Zana'dır. Samimiyet, göründüğünde tanınan bir şey. Leyla Zana çıkıp “Bu sorunu Erdoğan çözer” dedi. Hiçbir zaman tribüne oynamamış bir kadın. Artist değil. Gündemden düşmeyi bilen bir kadın. Köşesine çekilip yıllarca susabilen bir kadın. Ancak çok mecbur olunca ortaya çıkıyor. Hakikaten hak ve özgürlük savaşçısı! Kendisinden nefret etmeleri pahasına, gerçekten çözümü sağlayabilecek iradeyi gösterebilme cesaretini gösterdi. Leyla Zana bunu her zaman yapmış bir kadın.
- Leyla Zana'ya, Kürt cephesinin bakışı ne?
Bence o kadar bayılmıyorlar. Doğruyu söyleyeni, Kürt köylerinden de kovuyorlar bence. Sadece Türk köylerinden değil! Kürt özgürlük hareketinde, kadınlar çok önemli bir misyona sahip. O açıdan da Kürt hareketini çok takdir ederim. Kadınla erkek eşitlenir. Leyla Zana da Kürt hareketinin Jeanne d'Arc'larından biridir.
- Barış tesis edilirse, bahsettiğiniz Jeanne d'Arc'lar da bir kahramana dönüşür mü?
Dönüşür. Ben artık Leyla Zana Meydanı, Hrant Dink Meydanı, İsmail Beşikçi heykelinin olduğu bir İstanbul'da yaşamak istiyorum. İstanbul'da yürürken bakıyorum da ya niye benim sevdiğim bir tane ismin caddesi yok, heykeli yok? Ulusalcılar kendi belediyelerinde takır takır kendi adamlarının heykellerini diktiriyorlar. Attila İlhan Kültür Merkezi, İlhan Selçuk Heykeli, Türkan Saylan Parkı... Ama demokratlar, en zor zamanda önemli iş yapanlar neden Halaskârgazi Caddesi'nin adını Hrant Dink Caddesi olarak değiştirmiyor? Ben, kendisi de yaşarken, Leyla Zana'nın heykelini görmek istiyorum. Böyle bir Türkiye'ye yaklaştığımızı bilmek beni çok mutlu ediyor, son günlerde. Halk her cepheden hazır. Muhalefet psikolojisi, Türkiye'de muhalefetten daha önemli. Muhalafet son derece güçsüz. Ama yarattığı psikolojik terör çok güçlü.
- Yani?
Bütün o amiral gemisi gazeteleriyle, ana akım medyasıyla çok çok büyük bir farfara yaratıyor. Bu farfara insanları korkutuyor. Psikolojik terörizm oranları çok yüksek! Orantısız bir güç var ellerinde. O güçle insanları sindirerek barış görüşmelerinin gecikmesine sebep oldular. Erdoğan'ı da bununla, psikolojik terörlerinin şirretiyle ve şiddetiyle korkuttular. Türkiye'nin temel meselesi, ifade özgürlüğü. Halen de kısıtlı. Ama çok ciddi de yol kat ettik.
- Bunun bedelini en ağır ödeyen insanlardan birisiniz. Yazılarınız nedeniyle kaç defa yargılandınız?
Ölüm oruçları ve F Tipi cezaevleri yazılarımdan ötürü, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk DGM'de bana yedi dava açtı. O yazdıklarım nedeniyle, devlet, Radikal'e resmi ilanları kesti. O zaman Radikal'de kimse bu konuları yazmazdı, sonra herkes “Ben bu konuyu yazdım” demeye başladı.
- Başbakan Erdoğan'ın açtığı davalar?
Taraf'a jest olsun diye, haftada iki gün, üç ay boyunca yazı yazdım. Hooop diye dava açtı, iki tane. Bunlardan bir tanesi ceza davasıydı. Ceza davası reddedildi. Birinden de 2 bin lira tazminat kazandı, şimdi Yargıtay'da. Hakaret etmişim! Yazım çok efendiceydi.
- Ne dediniz?
Ben Başbakan'ı eleştiren bir yazı yazmıştım. Orada “Kafasının arkası düz” dedim, anlamadı; ama benim kafamın arkası da düz! Anneler, bebeklerine çok düşkünse onları habire çevirirler. Bebeğin kafasının şekli güzel olmaz. Böyle girip, Başbakan'ın ifade özgürlüğüne yol vermemesi, yeterince saygı duymaması üzerine “Olur mu bu artık bu kadar sayın Başbakan” yazdım - ki bunu da hicvederek değil son derece saygılı biçimde söyledim - ceza davası açtı. Ama reddedildi.
- O anda ne düşündünüz?
Umutsuzluğa düşüp “Artık yeter!” diyorsun. Dolap beygiri gibi aynı yerde dönmekten bıkıyorsun. Haftada iki gün, düşük profilde, üstelik de maddi imkânları kısıtlı bir gazetede yazıyordum. Çünkü Taraf'ta ödenecek tazminatı da cebimden ödeyeceğim, müflis bir gazete olduğu için. Nedir bu dava alışkanlığı Allah aşkına? Son derece tahammülsüz Erdoğan. Leman'a dava açmasından ben bıktım. En son “Beyaz ekmeği soframalarımızdan kaldıralım” diyor. Artık bu başöğretmen tavrından vazgeçmesi lazım. Muhteşem Yüzyıl'a karışırım, ekmeğe karışırım, doğuracağınız çocuğa karışırım, kürtaja karışırım... Bu kadar sınır ihlal etmemeli sayın Başbakan! Bir de ifade özgürlüğü ona bu kadar var da, bize niye yok? Özgürlük herkesi kapsayınca özgürlük olur.
- Meslektaşlarınız neden size bu kadar tepki duyuyor? Gerçi aynı şey sizin için de geçerli, yazılarınız kılıçtan keskin...
Ben samimi olduğumu düşünüyorum. “Bugün ev ödevimi yapacağım. Bu esnada da Naci Abi, Naciye Abla, Füsun Kardeş, Yüksel Amca ile iyi geçineceğim” diye yazmıyorum yazılarımı. Hiç de öyle yazmadım. Ben çok çok çok bir girdaba gidip, samimiyetle hissederek ve düşünerek yazıyorum. Hiçbir denge de gözetmiyorum. “Ah bu yazımla bundan sonra alacağım transfer teklifini engeller miyim; ah bu yazımla o medya grup başkanının öfkesini üzerime çekip de tazminatımı ödememesine neden olur muyum” gibi hesaplar yapmadan, Türk basınında görülmeyen bir kaygısızlıkla yazıyorum. Çünkü bütün o kaygıları gütmek, otosansürün daniskası demek. Ben kendime otosansür uygulamadıkça; bu, Türk medyasında nefret yaratıyor. Otosansür kral ve kraliçelerin geçilmediği bir piyasada “İterim böyle otosansürü” diye takılıyorsan, aslında onların da oyununu bozmuş oluyorsun.
- Ağır bir bedel ödüyor musunuz?
Ağır bedel ne? İşsiz kalmak!
- Yazamamak önemli bir sorun mudur sizin için?
Ben iç disiplinine çok inanan biriyim. Ben kovulmadım ki, hep kendim bıraktım. Disiplin önemlidir benim için. Bu kadar seni üzüyorsa, bırakıp gitme cesaretin de olmalı. Kendi kendime iç disiplinimi görmek ve huzur, bence her şeyden daha önemli. Ben huzurumu koruyabilmek için köşe yazarlığını bıraktım. Kanunların bize ifade özgürlüğü tanımadığı, Kenan Evren anayasasıyla yönetildiğimiz bir ülkede sürekli hakim ve savcı suratı görmek istemiyorum.
- Hiç tehdit aldınız mı, ya da öldürüleceğinizi düşündünüz mü?
Düşünmedim, çünkü ben şöyle korumaya aldım kendimi: Mail adresimi hiçbir zaman koymadım köşe yazısı yazarken. Telefonumu kimse bilmiyordu. Onun için ölüm tehdidi almadım.
- Ama Hrant Dink'in öldürüldüğü gün size iki tane koruma tahsis ettiler...
Sadece o an “Benim durumum tehlikeli” dedim. Çünkü iki koruma yolluyorlar. Kızımdan sakladım ve onlar daha gelmeden hemen babasına yolladım.
- O an devam eden davanız var mıydı?
Benim davalarım hiç bitmedi. Ama Hrant öldürüldükten sonra Ozan Arif ve İsmail Türüt'e hakaret yazdım diye üç tane hapis cezası aldım. Hrant'ı öldüren çocuklara “Yaşasın, helal olsun” diye şarkı yazan iki adam, ifade özgürlüğünden beraat etti! O üç hapis cezası paraya çevrildi, Aydın Doğan ödedi. Türkiye'deki yasalar o kadar yanlış yazılmış ve ideolojiyi savunmakla memur ki, zaten böyle şeylerde hukuk ve hak yoktur! Bir yandan Hrant öldürüldüğü için ağlıyorum. Bir yandan da “iki koruma” denince, kendi ağlamamla, Hrant'a ağlamam karıştı. Bunu da sonra utanç diye hatırladım, bencillik diye.
- Korumalarla ne kadar süre gezdiniz?
Hiç gezmedim; çünkü çok tilki bir insanım. Gönderdikleri ilk iki koruma, Avarel'le kardeşi gibiydi. Köpekten korkuyorlardı. Onları istemediğimi söyleyince, onun yerine bir çocuk yolladılar. “Bak, bir yere gideceğim zaman haber vereceğim. İstediğin yerde otur.” dedim; ama hiçbir zaman haber vermedim. Sonra da koruma istemediğimi söyledim. Valiliğe mektup yazmazsam, geri almıyorlarmış. Sonra dilekçe yazıp geri aldırdım; ama Hrant'ın cenazesi dışında hiçbir yere korumayla gitmedim.
- Hiç takibata uğrrayıp, dinlendiniz mi?
Hem de kariyerimin en başında! Gökkafes mevzuu yüzünden Mustafa Süzer dinletmiş.
- Nasıl öğrendiniz?
Adil Serdar Saçan'ın başında olduğu Organize Suçlar Müdürlüğü'nden bir polis geldi. Gittim Aksaray'a, orada bir fotoğraf gösterdiler -ki orada çok kötü oldum. Uzaktan fotoğrafımı çekmişler. O zaman Beşiktaş'ta bir apartmanda oturuyorum. Apartmanın telefon kutusuna cihaz takıyorlar, konuşmalarımı dinlemek için. Telefon dinlemesi bir yana; ama beni uzaktan takip edip fotoğrafımı çekmiş olmaları, benim o fotoğrafı görmem çok korkutucuydu.
- Gökkafes yazılarından ne kadar sonra öğrendiniz, o durumu?
Çok yeniydi. O yazıları yazarken patladı bu olay. Ben Gökkafes'e karşı büyük bir seferberlik başlattım. İnşaatın durdurulmasına sebep oldum. Büyük bir yürüyüş yapıldı orada. Türkiye'de bu konuda yapılan en büyük yarıştı. Bayağı işe yaradım; ama onu da kendi üstüme almadım. Çünkü işin içinde Korhan Gümüş, o zamanki Mimarlar Odası vardı.
- Mustafa Süzer'e dava açtınız mı?
Hayır, açmadım. Çünkü zaten çetecilikten DGM'de yargılandılar. DGM'ye gidip bu sefer de şahit olarak ifade verdim.
- Siz DGM'de yargılanırken, Hrant'in katledilmesine giden yolda psikolojik zemin oluşturan insanların nefretine muhatap oldunuz. Elif Şafak, Orhan Pamuk, Hrant Dink ve siz... “Ucuz yırttım.” dediniz mi?
Hakikaten fark etmeden, ucuz yırtmışım. Bir anlamda da “Bana sıra gelmez” diye düşündüm. Dört kişiyi hedef gösterdiler. Ama Ermeni olanımızı öldürdüler.
- Sizce neden Ermeni olanınız öldürüldü?
Çünkü bir Ermeni öldürülürse, sempati toplayacaklarını düşünebilecek kadar dangalaklar! Talat Paşa Komitesi'yle akıllarınca o mirası sürdürüyorlar. Zannediyorlar ki “Bunu öldürünce kahraman olacağız. Anadolu'da dellenen çocukları, bu entellerin üzerine püskürteceğiz.” Türkiye'yi okumaktan bu kadar acizler ve salaklar! Onun için seçtiler Hrant'ı. Ondan daha önce, Mustafa Süzer'in beni takip ettirdiği adamı Levent Altınay Senkron TV'nin başındaydı. Sonra, ömrümde ilk ve son defa Kelebek Ödül Gecesi'ne gittim, popüler kültüre meraklı olduğum için; baktım, davetliler arasında o adam da var. “Oha!” dedim. Hürriyet gazetesi, kendi bünyesindeki Perihan Mağden'i takip ettiren adamı, Kelebek Ödül Gecesi'ne çağırabiliyor.
- Mustafa Süzer, Aydın Doğan'ın tavla arkadaşı değil mi?
Evet, tavla arkadaşı. O ödül gecesinde zaten işbirliğini görüyorsun! Böyle şeyler, beni uyandırdı. Medya, Ahmet Kaya'ya o linci uyguladığında, ben o gerçeklere uyanıp Ertuğrul Özkök'e saydırmadım. O gerçeğe çok daha sonra uyandım. Ahmet Kaya'ya dair ilk yazılardan birini yazdım; ama o bile çok geçti! Şimdi Ertuğrul Özkök'e hakaret etmeyene kız vermiyorlar. Ben bunu beş-altı yıl önce yazarken, ben de geç kaldım. Orada büyük bir tezgah vardı ve hepimiz uyutulmuştuk, narkozlanmıştık.
- O uyutulma, Doğan Grubu'nda çalıştığınız için miydi?
Dinç Bilgin olsaydı da aynısı olacaktı. O da kendisinin kandırıldığını söyledi.
- Samimiyetlerine inandınız mı? Tam da bu noktada, akla “andıçlama” olayı geliyor. Birand ve Çandar'ın çalıştığı Sabah gazetesi, Hürriyet'in bu haberi koyacağını öğrendiği vakit, rekabet uğruna, belki de inanmadıkları o haberi yayımlıyor. Rekabet, insan tanımıyor!
Gerçek aktörler ancak farkındaydı. Tansu Çiller'in yediği haltların haddi hesabı yok, o dahi oyuna getirildi bence.
- Nerede oyuna getirildi?
Diyor ya “Ben o Kürt işadamlarını öldürtür müydüm” Öldürttürdü ve işin içindeydi bence. Ama o dahi kafalandı! Derin devlet o kadar mahir ki, bugün mesela Doğu Alman istihbaratı, Türklerin evlerinin yakılmasındaki rolünü unutturdu değil mi? İtalya, Gladyo meselesini halletti mi? İspanya, ETA'da ne kazıklar yediğinin farkında mı? Herkes belli dönemlerde oyuna getirilmiştir. Önemli olan, çıkarın var mı, yok mu? Ben mesela, Mustafa Süzer'den daire alıp, yıllarca bunu yazmamış gazeteciler arasından çıkıp bunu yazıyorsam...
- Kimler o gazeteciler?
Bir sürü gazeteci varmış. Hakikaten bilmiyorum. Bahçeşehir'de dairesi olan bir sürü gazeteci varmış. Hatta birisi bana şakayla karışık, “Sen de onlarla toplantıya girseydin, şimdi kaç tane dairen olmuştu.” dedi. O dönem Bahçeşehir'de villası, dairesi olan bir sürü gazeteci yemlenmiş! Bir de benim kulağıma gelmezdi.
- Niye?
Ben medyanın yerleşik aktörü değildim. Radikal'e üç kere gitmişimdir ömrümde. Nüfus cüzdanımı verip, binaya giriyordum.
- Ertuğrul Özkök'le aranız nasıldı?
Aram yoktu; ama Sedat Ergin ahbabımdı o dönemde. Sedat Ergin vasıtasıyla, bir kere kahvaltı, bir kere de öğle yemeği sofrasında bulundum Özkök'le. Geyik muhabbetinin döndüğü bir sofrasıydı. Çok az insan tanıyordum ve ben medyada yükselmedim. 37 yaşımda, tesadüfen, Mehmet Yakup Yılmaz tarafından köşe yazarı yapıldım. Paraşütle indim. Onun için ne ast-üst ilişkisinin farkındaydım, ne de onlarla öyle bir ilişkiye girmem gerekti. Çünkü ben zaten köşe yazarıydım. Köşe yazarı olduğumda iki romanım, bir şiir kitabım, bir de yazı kitabım vardı.
- Radikal'e ikinci gidişinizi Aydın Doğan mı istedi?
Bence öyle. Çünkü eşim ve dostum, İsmet Berkan'ın beni isteyecek güce ve duruşa sahip olmadığını söyledi. Bir de dert kapısıyım ben, bir genel yayın yönetmeni için. Niye istesin? Bana verilen maaş da, dönmemi Aydın Doğan'ın isteyebileceğini gösteriyor.
- Nasıl bir maaştı, o?
İyi bir maaştı. İsmet Berkan'ın maaşından yüksekti.
Bunu dert etti mi İsmet Berkan?
Etmiş, çünkü sağda solda “Yuh, benden çok maaş alıyor.” demiş.
- Radikal'de ikinci dönem niye bitti?
Ergenekon Davası patlayınca, Radikal'in manşetlerinden çok büyük rahatsızlık duymuştum.
- Ama 28 Şubat'ta da Radikal'deydiniz ve o dönemde de Radikal'in manşetleri çok sorunluydu?
28 Şubat'ın tarihini söyle.
- 1997 ve devamı...
1997'nin Ağustos'unda Radikal'e başlamıştım.
- Ama 28 Şubat süreci tüm ağırlığıyla devam ediyordu.
Ben köşemde siyasileştim. 28 Şubat sırasında ben kızımı büyütüp, televizyonda bir reality show gibi Ali Kalkancı'yı, Müslüm Gündüz'ü izliyordum. Bunların o kadar farkında değildim. Şimdi dönüp bu okumaları yapabiliyorum.
- Radikal'den üçüncü teklif geldi mi?
Geldi.
- Ne zaman?
Eyüp Can başa geçince. Bir yemek düzenlendi ve orada teklif edildi.
- Neden kabul etmediniz?
Radikal miadını doldurdu. Mine Kırıkkanat'tan Nuray Mert'e ve Gündüz Aktan'a kadar birçok insan bu gazetede yazı yazıyordu ve liberaldi. Bence Mehmet Yakup Yılmaz, köşe yazarlığını ve siyasi çizgisini esefle karşılamama rağmen, kim ne derse desin, Radikal'de çok önemli bir genel yayın yönetmeniydi. İnsana saha açıyordu. Abdullah Öcalan İtalya'dayken, beni yolladı. “Bunu sen yaz, farklı bakarsın” diye... DGM'de yargılanıyorum diye, bunu manşet yaptı. Ölüm oruçlarını yazdığımız için devletin reklamları kestiğini yazdı. Ama aynı Mehmet Yılmaz, Milliyet'e gidip “Sahte Oruç, Kanlı İftar” başlığını atınca inanılmaz hayal kırıklığına uğradım. Bana onca ölüm orucunda sansür uygulamayan adam, Milliyet'te o başlığı atabildi. O manşet, Hürriyet'in Ahmet Kaya için attığı 'Vay Şerefsiz' manşetinin muadilidir.
Şu anda Perihan Mağden'in yazabileceği bir gazete var mı?
Yok.
- Neden yok?
Bir kere şunu iftiharla söyleyim, hiç teklif almıyorum. (Gülüyor)
Sizi kaldıramayacaklarını mı düşünüyorlar?
- Birisi resmen bu lafı etmiş, “Onu kaldıramayız” diye.
- Kim etmiş?
Söylemeyeyim.
- Aydın Doğan'la nasıl bir ilişkiniz var?
Aydın Doğan'ı ömrümde bir kere gördüm, bir davette. Beni tanımıyordur, benden haberi yoktur. Onun havuzunda küçük ve önemsiz bir balığım diye yaşadım. Hakkı Devrim, “Senin yazılarını yakından takip ediyor ve arkanda duruyor” diyerek bana bir, iki anı anlattı.
Paylaşır mısınız?
Bir kere Basın Konseyi'ne şikayet ediliyorum.
- Neden?
Güneri Cıvaoğlu'na hakaret etmekten. Milliyet'ten sanırım Hasan Pulur, konseye beni şikâyet ediyor. Konseyde bu konuşulurken, Aydın Doğan da “Tamam kapatın konuyu. Gitmeyin kızın üstüne” diyor. Emir, demiri kesiyor. Bu konuyu da bana yıllar sonra Washington'daki büyükbabam olarak Hakkı Devrim anlatıyor. Sonra Cumhuriyet kokteylinde Güneri Cıvaoğlu'yla karşılaştık. O her zamanki janti haliyle “Sakalım nasıl, güzel kız” falan yaptı. Çünkü o adam, yılların eskitemediği burjuva değerler üzerinde, hayatını son derece benmerkezci bir “jonpromie” olarak geçirecek. Ama arkadaşı “Öğretmenim öğretmenim, öbür sınıftan Perihan, benim arkadaşıma bunu yaptı” diyor.
- Taraf'tan Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve Neşe Düzel'in ayrılmasını nasıl yorumladınız?
Zamanı gelmişti. Çok yoruldular ve üzüldüler. Çok yoksulluk çektiler. Daha önce tanımıyordum; ama Taraf süresince Yasemin'i çok sevdim. Bir pırlanta olduğunu düşünüyorum. O kadar yoksulluk ve fedakârlıkla gazete çıkarıyorlardı ki, onlara acıyordum özellikle son dönemde. İçim sızlıyordu. Bu kadar da fedakârlık olmaz ki. Yasemin, Stratfor raporlarını tek başına çevirdi, edit etti. Tam sayfa yayınladı ve tiraj bir tane artmadı. Hem adaletsizlik, hem çalışma yükü. Bunca parasızlık çekmeye insan ne kadar tahammül edebilir? Hele de bu kadar takdir görmedikleri bir ülkede. 30 davası var, Ahmet Altan'ın, Başbakan'ın açtığı. Gitmek haklarıydı.
- Taraf'ın bir patronaj sorunu var mı sizce, özellikle de ekonomi yönetimi anlamında?
Var tabii ki. Her ne kadar “CIA'in yayın organı; Fethullah Gülen arkasında; Soros para musluklarını açtı.” deseler de, Taraf'takiler aylardır bir kuruş para almadan yazıyor.
- Umur Talu, Yıldırım Türker ve Ece Temelkuran için 'vicdan kuaförleri' tabirini kullandınız. Onlarla derdiniz nedir?
Onlarla derdim yok. Derdim, samimiyet meselesiyle. Samimi olmadıklarına kanaat getirince, onlarla ilgili bulunmuş bir tabirdir o. 2006'da vicdani ret meselesindeki yargılanınca şöyle bir sorgulamaya girdim: “Ben Türk militarizmini, askeriyeyi sorgularken; Kürt militarizmine daha ne kadar sempati duyabilirim?”
Yolun başı budur. Derken, PKK sempatizanı annelerin “Barış” demesini sorguladım. Mezarlıkta oğlunu gömerken, 'Biji Apo' diyorsan, sen aslında militaristsin. O sorgulama yolu, 'vicdan kuaförleri' tabirine kadar vardı. Çünkü ben Türk çocuklarının cenazelerine bakıp gözlerimin yaşarmasına son dört yılda geldim! O zaman, savaşın bu tarafı varsa, öbür tarafına da bakmak gerekiyor. Her iki taraf için de antimilitarist duruşumla, Kürt davasının en beğenilen kadınlarından biriyken, en gıcık kapılan kadınına dönüştüm. Ama bütün bunları göze aldım.