Gazeteci yazar Perihan Mağden, geçtiğimiz hafta intihar eden, Münevver Karabulut’un katili Cem Garipoğlu ile ilgili “Cem Garipoğlu’na haksızlık ettik, eğri oturalım doğru konuşalım” dedi. "Münevver’in ailesi intikama doymuyor" diyen Mağden, "Cem’in vicdanı vardı. Çünkü Cem’in kalbi vardı. Çünkü böyle bir 'suçun' yükünü kaldıramadı" ifadesini kullandı.
Mağden'in Taraf'ta “Cem Garipoğlu’nun Türklük Halleri ve akıl sağlığıyla bu dünyaya yerleşememe sınavı” başlığıyla yayımlanan (16 Ekim 2014) yazısı şöyle:
Münevver Karabulut’un öldürülmesinden sonra, yani güzelim başının bir gitar kılıfında, bedeninin bir bavulda bulunmasından-
Az buz lanet etmedim onu öldüren “zengin çocuğuna”, Cem Garipoğlu’na!
Doğal olarak kendime Münevver’in annesi rolünü biçtim. Kurban oydu, giden oydu! Buna karşılık imkânları hiç de kısıtlı olmayan ailesi tarafından aylarca kaçırılan Cem’di.
“Cinayet mahalli” (ne kalpsiz kelimeler!) silinip yıkanılan, her çeşit yardımla cezadan kaçırılan, ailesi tarafından (utanmadan etmeden) korunup kollanan Cem’di!
Oysa şimdi intihar eden Cem Garipoğlu’nun ardından yas tutarken, böylesine büyük bir azim ve kararlılıkla kendini öldürmeyi “başaran” bu gencecik çocuk için üzülürken, içim acırken, sızlarken bulmuşsam kendimi--
Yazmak istedim yani.
Biz Cem’e haksızlık yapmışız!
Avukatının başından beri dediği gibi, ruh sağlığının yerinde olup olmamasını kat’i surette kâle almamışız, demek ki.
17 yaşında bir oğlanın (tamam gencecik, güzelim bir kızı öldürdü) yanında yer almamız gerektiği kadar yer almamışız. İki kurbanın olduğu bir hadiseyle karşı karşıya olduğumuzun--
Eğri oturup doğru konuşalım: Bu cinayet ABD’de işlenseydi, Cem (en fazla) beş yıl üç ay falan akıl hastanesinde yatıp, “tedavisi tamamlandı” kararıyla, şartlı olarak tahliye edilirdi.
Çok küçüktü âşık olduğu kızı öldürdüğünde. Ve Münevver’in anneliğinden, kendini öldürmüş Cem’in anneliğine evrilirken söyleyeceğim bir çift söz daha var: Cem Türkiye’ye, Türk İlişkileri’ne, bu cangıldaki oyunlara hazır değildi.
Hazırlıksız yakalandığı bir oyunda/ hayatta, hem Münevver’i, hem kendini yok etti.
Cem’in babası, TMSF mallarına el koyup da kendini hapiste bulunca , “Oğlum yurt dışında dil öğrensin, burada okumak yerine”, diye ilginç bir karara varıyor. Yolluyorlar Cem’i.
Böylece Rusya’da Rusça, İspanya’da İspanyolca, Çin’de Çince filan öğrenerek 12 yaşından 17 yaşına kadar yurt dışında dolaşan/ yaşayan Cem, döndüğünde bu acayip Türkiye’ye, Türk Tipi İlişkiler’e hazır mıdır sizce?
Yoksa alt üst mü olmuştur? Ne buralıdır, ne buradan değil.
Ne anlıyordur, ne de anlamadığının dahi ayırdına varabiliyordur.
Ben, yarım yüzyıldır buradayım; her gün tökezliyorum, her gün cinai hislere kapılıyorum, her gün bu denli çok yalan söyleyen ve tüm bu yalanları zevk alarak, iştahla, neşe içinde söyleyen insanlara karşı kendimi çaresiz ve kuşatılmış hissediyorum.
İntihardan sonra, Münevver Karabulut’un ailesi Cem’in kendini öldürdüğüne inanmıyor, “Parası var, başkasının cesedini gömmüşlerdir onun yerine” şüphesiyle avukatlarını yolluyor. Soruşturma, kanıt talep ediyor.
Hakikat şu ki; Münevver’in ailesi intikama doymuyor.
Giden çocuğunun yerini hiçbir şey dolduramaz, muhakkak. Bitmek tükenmek bilmez bir intikam hissi de öyle.
Ben Münevver’in annesi olsam, mahkemede Cem’in üstüne atlayıp gebertmek isterim onu! diye düşündüm kaç kez. Hakikaten. Ellerimle boğuvermek, oracıkta!
Tüm daha sonra gelen dinlerin kırpıp apartıp kendi kitaplarına devşirdiği Eski Ahit’te (namı diğer: Tevrat) “Vengeance is mine saith the Lord”, diye bir satır var.
Nasıl “Önce söz vardı”, Eski Ahit’tense, sık sık kendime hatırlatmak zorunda hissettiğim “Tanrı, intikam bana aittir! dedi” lafı da, Tevrat’tan işte.
Şimdi, hiçbir ön hazırlığının olmadığı bir Yalanlarla Yaşayanlar toplumunda, delice âşık olduğu gencecik bir kızın hayatını sonlandıran Cem Garipoğlu “vakasında” bu sözün yerine geldiğini görüyoruz.
Çünkü Cem’in vicdanı vardı. Çünkü Cem’in kalbi vardı. Çünkü böyle bir “suçun” yükünü kaldıramadı.
Mahkemede ilk belirdiği andan itibaren “Pişmanım!” dedi.
Münevver’in bir teğmenle mesajlaşmasını yakalamıştı. Bebek Starbucks’ta tanıştığı fakir kızı Münevver’in, takma tırnakları vardı. Münevver bakireydi. Münevver’e 30 kişilik bir doğum günü partisi düzenlemişti. Sabah akşam mesajlaşıyorlardı. Münevver o gün okul çıkışı evine gelmişti. Daha önce de bir kez ona “Sen erkek misin?” demişti. Yine demişti.
Münevver’in ailesi ısrarla istediği için (bunu özellikle belirtiyor) cezaevine giden avukatları, “Kalınca kitap poşeti diye tabir edilen bir poşetin üzerinden 3 defa çamaşır ipini dolamak suretiyle, 2 defa da düğümleyip sıkmak suretiyle bu intiharın vuku bulduğu, ilk izlenimlerin bu yönde olduğu açıkça beyan edildi” avukat Türkçesiyle (yalnızca Hukuk İnsanlarının anladığı özel bir dil) Cem’in nasıl amansız bir kararlılıkla kendini öldürdüğünü tasvir ediyor.
Yüzme bilen birinin kendini denizde boğması kadar zor bir yolla/ yöntemle, kendini öldürmüş bu çocuğun ardından, içimin sızlamasına mani olamıyorum.
Gözü karardı, Münevver’i öldürdü.
O kadar utandı, suçluluk duydu ki; kendini öldürdü.
Cem, burada büyümüş olsaydı daha hazırlıklı yakalanırdı.
Demek istediğim, hem bu. Hem de, ona acımayarak haksızlık yapmışım.
Bu, haksızlığı bir nebze olsun telafi etme ihtiyacı/ yazısı.
İki kuzuya da, çok yazık oldu!
Türk Tipi İlişkiler cangılında, kurban edildiler.
Bu acayip, karmakarışık toplumun sunduğu hayat kâbusunda yollarını kaybedip yok olup gittiler.
Zavallı Münevver! Ve zavallı Cem! Yazık oldu ikisine de!