Perinin Ölümü | Tuna Kiremitçi’nin yeni polisiye romanından tadımlık bir bölüm

Perinin Ölümü | Tuna Kiremitçi’nin yeni polisiye romanından tadımlık bir bölüm

T24 Kültür Sanat

Yazar ve müzisyen Tuna Kiremitçi’nin polisiye roman serisinin yeni kitabı ‘Perinin Ölümü’, Doğan Kitap’tan çıktı.

Mezun Cinayetleri’ adlı ilk polisiye kitabında başlayan Başkomiser Perihan Uygur’un hikâyesi, ‘Perinin Ölümü’nde devam ediyor. Başkomiser Perihan Uygur’un yine şehrin tekinsiz sokaklarında dolaştığı belirtilen kitabın tanıtım bülteninin devamında şu ifadeler yer alıyor:

“Ünlü romancı Nadir Surkultay’ın eski eşi ve çevirmeni Alman vatandaşı Eva Surkultay Balat’taki evinde ölü bulunur. Başta kendi silahıyla intihar ettiği zannedilir. Ancak soruşturma başlayınca Eva’nın öldürüldüğü anlaşılır. Başkomiser Perihan ve yardımcısı Ayla, bu cinayeti araştırırlar. Magazin basınının da ilgi gösterdiği çetrefil soruşturmanın ucu karanlık suç örgütlerine kadar uzanacaktır.”

Perinin Ölümü’nden tadımlık bir bölüm

“Cesedi sabah bahçıvan buldu.

İki katlı, beyaz bir müstakil binaydı. Eva’nın üst kattaki dairesine bahçedeki dış merdivenle çıkılıyordu. Her pazartesi bahçeyle uğraşan yeşil başörtülü, al yanaklı, şişman kadın bu kez kar küremek için uğramıştı. Olayın intihar olduğuna ilk bakışta karar verdi. Daha önce hiç intihar görmemişti. Ama kapının aralık durmasından işkillenip içeri girdiğinde karşılaştığı manzara, dizilerde gördüklerine benziyordu.

Eva cumbadaki sehpayla altın varak çerçeveli aynanın arasında yüzüstü yatıyordu. Başı kapıya dönüktü. Kobalt mavisi, birbirine yakın gözleri bahçıvana bakıyordu. Cildi morumsu bir renk almıştı. Kısa kesilmiş ak saçlarının yarısı kızıla boyanmıştı. Başının altından aynaya doğru akan kan, kış sabahının donuk ışığında kırmızının tonlarını yansıtıyordu.

Bahçıvan küreği elinden düşürdü, titreyerek kelime-i şehadet getirdikten sonra koşup bahçe katında oturan kızın kapısını yumrukladı.

“Demek sonunda yaptı...” dedi Sevda.

Sevda bir yıldır üst kat komşusunun kiracısıydı. Solgun teni, yuvarlak bir yüzü vardı. Siyah gözlü, orta boyluydu. Burnu yapılı, dudakları dolguluydu. Telekızlık yaparak geçiniyordu. O sabah pembe eşofman altıyla boğazlı siyah kazak giymişti. Platin sarısı saçlarını başının tepesinde toplamıştı. Hafifçe morarmış göz altlarında akşamdan kalma rimelin izleri duruyordu.

Ayaklarına pullu terliklerini geçirdi, titreyen bahçıvanla birlikte basamakları çıktı. Eva’nın dairesine ilk kez görüyormuş gibi baktı.

Yerde yatan yaşlı kadın hariç, her şey her zamanki gibiydi. Ah- şap yemek masası, kitaplıktaki Türkçe, Almanca ve Latince ciltler, bir pagan tanrıçasını toprağa kök salarken gösteren tablo, Meryem Ana gravürü, kahverengi duvar piyanosu, şark köşesi sediri, Schiller ve Yahya Kemal’in ahşap çerçeveli portreleri, Hamburg Limanı’nın cumbanın karşısındaki duvarı kaplayan fotoğrafı, pikap ve 65 inçlik düz ekran televizyon...

Tüm bunlar hâlâ kederli bir uyum içindeydi.Ölümün dokusu henüz eşyaya sinmemişti.Sevda kalbinin çarpıntısını duyarak yaklaştığında, sehpanın altında duran cismi fark etti. Antika Luger P08’i daha önce de görmüştü. Evdeki her şey gibi, silahın da öyküsünü biliyordu. Sadece hâlâ çalışıyor olabileceğine ihtimal vermemişti. Komşusunun bu işi iple, zehirle ya da bir kutu hap yutarak yapacağını düşünmüştü.

Eva’nın üzerinde, Sevda’nın doğum günü hediyesi olarak ördü- ğü bordo kazak vardı. Gümüş kolyesi silahtan uzaklaşmak ister gibi pencereye doğru savrulmuştu. Sevda diz çöküp nabzı kontrol ettikten sonra 155’i ve 112’yi aradı. Ölünün yanına çöktü ve kaderi mühürlenmiş komşusu için ağladı. Bahçıvan kapının kirişine yaslanmıştı. Duvardaki pagan tanrıçasına korku dolu gözlerle bakıyordu.

Oysa Eva Surkultay için önceki gece sakin başlamıştı. Sedire oturup şarap içmiş, Schubert’in Serenad’ını dinleyerek Haliç’e bakmıştı.

Üç gündür yağan kar iki kıyıyı da beyaza boyamıştı. Salgın yorgunu Balat sokaklarını aydınlatan lambaların ışığında kar taneleri uçuşuyordu. Küçük bir tekne Galata Köprüsü’ne doğru hevesle ilerliyordu. Kar ve Schubert ona Hamburg’u hatırlatıyordu. Acılarıyla ördüğü zırhı delip geçen bir mızraktı Serenad, tüm güzel müzikler gibi. Her dinlediğinde ucu daha derine saplanıyordu.

Ruhu uzaklara takılıp kalmıştı. Dönüş yolunu bulmak istiyor muydu? Yapmak istediği o son şeye zamanı var mıydı?

Kararlılığını hissetmek ve muhtemel sonuçlarını düşünmek onu korkutuyordu. Serenad’ı dinlerken öyle şeyler hatırlıyordu ki, belleğin bu umutsuz çabasını acıklı buluyordu. Hamburg Limanı’nın artık kime ne faydası vardı ya da bahar başlangıcında babasıyla beraber açığa demirli İngiliz savaş gemilerine bakan do- kuz yaşındaki sarışın kızın?

Yaralarını sarmaya çalışan bir şehirde büyüyecek, saçları örgülü çocuğun hayaleti neye yarardı?

Daha düne kadar Führer’in şanlı U-Bot denizaltılarının üssü olan limanda o mayıs günü sarhoş İngiliz askerleri dolaşıyordu. Bazılarının savaş dulu kadınlara tecavüz ettiğini komşulardan duymuştu. İçlerinden biri yalpalayarak yaklaşmış, buğday birası- nın verdiği cüretle kız çocuğunun yanağını okşamıştı. Kız başını kaldırıp önce korku içindeki babasına, sonra da askerin yüzüne bakmıştı. Adamın arkasından gelen güneş kızın gözlerini kamaştırdığından, sadece yara izini seçebilmişti.

İngiliz’in şakaklarında başlayıp elmacıkkemiğine inen izde ilahi adaleti görmüştü. Yara izi, askerin Hamburg’da içtiği biraların cephede peşin ödenmiş bedeliydi.

İşgalciler gidecek, şehir kasvetli kaderiyle baş başa kalacaktı. Sonra kış gelecek, Baltık Denizi’nden esen sert rüzgârlar her şeyi uzaklara, yıkımın ötesine savuracaktı. Babası bir sabah kralın adamları tarafından götürülecekti. Gazeteler savaş suçlusu Dieter Schmid’in Arjantin’e kaçmak üzereyken yakalandığını yazacaktı.

Yine de küçük kız kraldan nefret etmeyecekti. Nefret ettiği tek kişi babası olacaktı. Münih’e yakın o kamptaki işinin doktorluk olmadığını sonradan öğreneceği Oberstleutnant Schmid.

Doktorun söylediklerini düşündü. Önce yakın geçmiş silinecekti. Çocukluk hatıralarına sıra en son gelecekti. Alzheimer böyle bir şeydi. Bakkalı aramak istediğinde hangi tuşlara basması gerek- tiğini unutacak ama annesinin her akşam balık pazarından dön- düğündeki bitkin yüzünü hatırlayacaktı. Savaş suçlusunun lanetli karısının her yıl biraz daha donuklaşan gözlerini. Ne hissettiğini ele vermeyen, ince bir yara izine benzeyen ağzını. Balık pazarında çalışmak için fazla açık saçık giysilerini. Annesinin evi aslında hangi işle geçindirdiğine dair kendi utanç verici tahminini.

Annesi kimsenin anlamadığı bir hastalıktan ölmüştü. Mezarın başında düşünmüştü Eva: Artık on altı yaşındaydı. Ya sokaklarda bedenini satmaya başlayacak ya da başka yol bulacaktı. Bir gece kuytuda öldürülüp Elbe Nehri’ne atılma ihtimalinin olmadığı bir çıkış.

“En fazla iki ya da üç yıl...”

Doktor genç olmasına rağmen kel kafalı, uykulu yüzlü, önlüğü üzerine bol gelen bir adamdı. Göz teması kurmaktan kaçına- rak konuşuyordu. Salgın kuralları gereği taktığı cerrahi maske yüzünden sesi boğuk çıkıyordu.

“İyi bir bakım almanız şart. Yalnız kalmanız ilerdeki aşamalarda hayatınızı iyice zorlaştırır.”

“Neden?”“Çünkü bu hastalığın seyri maalesef böyle...”“Yakında bitecek bir hayatı kolaylaştırmanın ne anlamı var?

Hele son nefesimi verirken çoğunu zaten hatırlamayacaksam?” Türkçeyi bu kadar düzgün konuşan birini epeydir görmemiş doktor, Eva’ya şaşkın gözlerle bakmıştı. “İstanbul’da yaşamak zaten zor, biliyorsunuz. Gündelik ihtiyaçlarınız için yardıma gereksinim duyacaksınız.”Yaşlı kadın maskesinin altından gülümsemişti: “Müsterih olun, bir şekilde idare ederim.”“Emin misiniz?”“Artık hiçbir şeyden emin olmak istemiyorum.”“Alman vatandaşısınız. Gerçi dosyanızda yazmasa hayatta anlayamazdım. Aksanınız yok. Memleketinize dönmeyi düşünmez misiniz? Mesela bir akrabanızın yanına? Hem oradaki sosyal kurumlar bizdekinden daha iyidir.”

“Benim memleketim burası doktor. O yüzden aksanım yok.”

Dönülmez akşamın ufkunda olduğunu kimse bilsin istemiyordu. İdare edemeyecek hale geldiğinde başının çaresine bakacaktı. Baba yadigârı Luger başucundaki çekmecedeydi. Hâlâ çalıştığını biliyordu. Vaktiyle silahı sınırdan geçirmek için ne dolaplar çevirmişti. 9 milimetrelik bir merminin silemeyeceği anı yoktu.

Ama daha önce yapması gereken bir şey vardı. Günü gelmişti. Düşündükçe güçlü, karanlık bir enerjinin benliğini ele geçirdi- ğini hissediyordu. Bunun kader olduğunu anlamıştı. Kadere yaptığı ilk kapris bu olacaktı.

“Kapris yapmak kadınlara yakışır” diyen bir adam tanımıştı: “Hatta bazen kadını çekici bile kılar. Ama bir erkek kapris yaptığında süs köpeği gibi görünür.”

Niyetinin kendisine yakışıp yakışmadığını bilmiyordu. Sadece gerçekleştirmek istediğini biliyordu. Belleğinin bozuk bir hard disk gibi silineceğini. Babasının tabancasının çekmecede soğukkanlı bir yılan gibi beklediğini. Müttefikler geldiğinde Dieter Schmid onu kızının ve karısının gözü önünde şakağına dayamış ama gerisine cesaret edememişti.

Şimdi ondan kırk dört yaş büyük kızınınsa cesaretten başka hiçbir şeyi yoktu.

Piyano konsolunun üstündeki iki pakete baktı. Bu haltı yiyecekse birkaç gün içinde yemeliydi; geçen her saatin neleri unutturacağı belli olmazdı.

Gümüş kolyesini okşayarak Haliç’in ışıklarını, rüzgârla savrulan kar tanelerini ve yüzünün penceredeki yansımasını izledi. Oradan kendisine gülümseyen dokuz yaşındaki kızın dudaklarının dua eder gibi kıpırdadığını gördü.

In einem Tal bei armen Hirten Erschien mit jedem jungen Jahr, Sobald die ersten