Yasemin Çongar (Taraf, 16 Haziran 2012)
Bir orospunun, rahminden kazıtmakta geç kaldığı oğluydu o. Hepimiz gibi, ziyadesiyle dolu görünen bir boşluğun içine doğdu. O boşlukta hepimiz gibi başkalarından alıp, başkalarına verdikleriyle var etti kendini. Belki bir farkla: Başkasının dilini, bakışını, arzusunu kendinin kılmakla yetinmedi; çoğumuzun aksine çevresine sadece ruhunu satmakla kalmadı. Küçücükken fırından ekmek yürüttü, ceplerden para aşırdı, tarifeli seks yaptı. Hayatı, kefaret orucu tutarcasına yaşamayı reddetmesinin kefaretini ödettiler ona: Hapishanede büyüdü.
Yüksünmedi. Tasvirini en bayağı küfürlerde bulan kimliğini bir lânet gibi yüklenmek yerine, bir lütuf gibi sahiplendi. Piç ve ibne, suçlu ve aziz olmayı sevdi. Hem herkesin ilgisini çekip hem de herkesi ürküterek yaşamayı, “bir suçluyla bir azizin tek ortak yönü” dediği yalnızlığın ortasından yazmayı sevdi. Ona tanınan vaktin sorumluluğunu hissederek, kaybedecek hiçbir şeyi olmamasından memnuniyet duyarak yazdı.
Kitaplarından birinde şöyle anlatmıştı kendini: “Okul çocuklarının sıralarının içinde kâğıttan yaptıkları bir tavuk, bir gemi, bir kuş, bir ok ya da bir uçak yavaşça açıldığı zaman yeniden bir gazete sayfasına ya da beyaz bir kâğıda dönüşür. Uzun süredir müphem bir sıkıntı beni tedirgin ederken, hayatımın … yalnızca benim üç boyutlu olarak görebildiğim ve kıvırıp katlayarak yeni bir nesneye dönüştürdüğüm, bir dağa, bir uçuruma, bir cinayete ya da ölümcül bir kazaya benzeyen beyaz bir kâğıttan başka bir şey olmadığını anladığımda çok şaşırdım.”
Ne de olsa, “bize bahşedilmiş bir meziyet değil, umutsuz durumlarda keşfettiğimiz bir çıkış yoludur dehâ” diyordu Jean Paul Sartre; ve bu tarifinde olduğu gibi tarifin tescilini onda bulurken de haklıydı sanırım. Bir “hakikat iddiası” olarak görülebilecek felsefenin karşısına “hakikatli bir oyun” olarak edebiyatı koyan Jacques Derrida, hem faşizmi hem komünizmi köklendirecek kadar “sağlam” olan Hegelci illiyet bağlarını, onun tekinsiz cümleleriyle tek tek söküp atmakta haklıydı.
Evet, Sartre’ın Saint Genet’sinden (Aziz Genet) ve Derrida’nın biraz da Sartre’ın Hegelci himayesine tepkiyle yazdığı Glas’ından (Matem Çanı) söz ediyorum. Birbirinin antitezi niyetine okunabilecek bu iki kitapta da, başka bir varoluş imkânını kanıtlarcasına dimdik duran Jean Genet’den söz ediyorum.
Bugünlerde onu yeniden okumaya başlamamı, tesadüfün tılsımıyla açıklamak isterdim doğrusu; çok da zor olmazdı hani. Ama işin aslı başka. İşin aslı, insanın içinden imdat demesi gibi bir şey. Usulca sığınmak gibi... Bir tür refleks.
Ahlâkı, bir tahakküm vesilesi olarak yeniden üretmeye kalkanlara karşı ölçüsüz, hesapsız, nerdeyse içgüdüsel bir öfke duyuyorum ben. Kendimi başkalarının öfkesiyle sağaltmaya çalışıyorum böyle zamanlarda; sinemada sıkı bir dövüş sahnesi izlemek iyi geliyor mesela; isyanını, “Kötülüğü o şekilde yaşayacaksınız ki İyiliği simgeleyen toplumsal güçler sizi ele geçiremesin” cümlesiyle damıtan Genet gibi bir yazar iyi geliyor.
Bütün kitapları Türkçeye çevrilen, piyesleri burada da okunan ve oynanan, eserleri –benim oldum olası tuhaf bulduğum bir adla— “yeraltı edebiyatı” olarak baştâcı edilen Genet’yi (1910-1986) bu kez kendi kaleminden değil ama, Sartre’dan ya da Derrida’dan da değil, Tahar Ben Jelloun’dan okuyorum.
Onu tanıyorsunuz. 1944 Fez doğumlu, lise yıllarını Tanca’da geçiren, üniversiteye Rabat’ta giden, Kazablanka’da felsefe hocalığı yaparken ilk şiirleri yayımlanan Ben Jelloun, her ne kadar hayatı boyunca Fransızca yazmış ve 1971’de, üniversite eğitiminin Fransızca yerine Arapça verilmesinin zorunlu kılınmasına tepki duyarak Fas’ı terkedip Fransa’ya yerleşmiş olsa, o zamandan beri de Fransa’da yaşayıp, “Fransalı” bir yazar olarak tanınsa da, doğduğu memleketle edebî bağını koparmamış bir yazar. 1987’de La Nuit Sacrée (Kutsal Gece, Can Yayınları, F. Gönül Akgerman) romanı ile Goncourt Ödülü’nü alırken de, 2004’te Cette aveuglante absence de lumière (Işığın O Kör Edici Yokluğu, Can Yayınları, F. Gönül Akgerman) uluslararası IMPAC Dublin Ödülü’ne lâyık görülürken de, hem Fransa’nın hem dünyanın nezdinde Fas’ı anlatan, Faslı bir edebiyatçıydı.
Türkçeye çevrilen son romanı Au Pays (Ülkemde, Kırmızı Kedi, F. Gönül Akgerman), kırk yıl boyunca kendini hiç ait hissetmeden yaşadığı Fransa’dan nihayet memleketi Fas’a dönen bir adamı anlatır. Muhammed orada, Agadir yakınlarındaki köyünde “aşırı yüklü bir kamyonu, kötü bağlanmış bir paketi” andıran, göçmenliğin nostaljisine yabancı bir kalfanın kötü şakasına benzeyen iğreti bir ev yaptırır kendine; evin verandasında bitpazarından aldığı deri bir koltuğa gömülüp hiç gelmeyecek olan çocuklarını bekler. O koltuktan bir daha kalkamayacak ve etrafına iç bulandırıcı kokular yayarak ölürken başına toplanan aşireti onun şahsında sürgünün parçaladığı bütün ruhlar için dua edecektir: “Muhammed yitik bir insandır, acı çekiyor, Fransa çocuklarını elinden aldı, Fransa ona iş verdi sonra her şeyini aldı… Orada bizim törelerimizin hiç değeri yok, dilimizin değeri yok…”
Ben Jelloun’u okurken, Fransa’yı, Fransızca’yı ama “Fransızlaşmamayı” seçmiş bir yazarı okuyoruz velhâsıl. Onun kitaplarıyla geç tanıştım ve tanışınca galiba en çok bu “aradalığını” sevdim ben. Bütün araf çocukları gibi hep mütereddit, hep uman bir hâli olmasını, sahipsizlik pahasına, ait olmamasını sevdim. Ben Jelloun’dan otuz dört yaş büyük olan ama ilk kez karşılaştıkları 1974 yılından 1986’daki ölümüne dek onun yakın arkadaşı olarak kalan Genet de her şeyden çok böyle tanımlanabilir sanırım: Sahipsiz geldiği bu dünyada, hiç kimseye ve hiçbir yere ait olmadan, dahası hiçbir şeye sahip olmaya kalkışmadan yaşayan bir adam; bir toplum sürgünü, bir araf çocuğu.
Genet ile Ben Jelloun’un “arkadaşlığının” aynı anda hem imkânsız hem kaçınılmaz görünmesi de bundan bence; bir yandan bir usta-çırak ilişkisi onlarınki, aralarında yaş, ün ve nüfuz uçurumu var. Ama bir yandan da, ne kadar yaşasa, ne kadar görse de insanın ancak akranlar ya da mâzileri birbirine çok benzeyen insanlar arasında kurulabileceğini düşünerek kendini aldatmaktan ne hikmetse vazgeçmediği türden mükemmel bir duygudaşlık içindeler. “Babamı rüyamda gördüğüm gibi, bazen Genet’yi de rüyamda görüyorum” diyor Ben Jelloun, Genet’nin ölümünden neredeyse çeyrek asır sonra yazdığı satırlarda, “İki adamın en az iki ortak yönü vardı: İroni ve öfke. Genet’yi hiç bir baba gibi görmedim, o da hiçbir zaman oğlu yerine koymadı beni. Ama bunun ötesinde, arkadaşlıklarımda bir daha hiç bulamadığım türden bir bağ vardı aramızda; hakikaten nevi şahsına münhasırdı Genet.”
Genet’nin hayatını anlatmalı mıyım? Onun babasızlığını, genç yaştan itibaren bir hırsız ve bir erkek fahişe olduğunu, ıslahevini ve hapishaneyi iyi bildiğini, erkekleri sevip, erkeklerle seviştiğini, ordudan eşcinsellik yüzünden atıldığını, toplam yirmi yedi ayrı suçtan müebbetlik olmuşken 1949’da Jean Cocteau, André Gide, Pablo Picasso ve Sartre’ın yazdığı dilekçe sayesinde Fransa Cumhurbaşkanı’nın özel affıyla serbest kaldığını, mahpusken yazdığı kitaplarında pis ve şedid bir hayatı olağanüstü bir şiirsellikle tasvir ederek “güzelleştirdiğini,” 1970’te beyaz Amerika’ya başkaldıran Kara Panterlere destek için ABD’ye gittiğini, aynı yıl Ürdün’deki Filistin Mülteci Kampları’nda altı ay geçirip gizlice Yaser Arafat’la buluştuğunu, Bağımsızlık Savaşı’nda ve sonrasında Cezayirlilerin haklarını savunduğunu, 1977’de Le Monde’da Baader-Meinhof’un şiddetini “anlayan” bir yazı yazdığını, Sabra ve Şatila katliamları sırasında Beyrut’ta olduğunu ve gördüklerini “Quatre heures à Chatila” (Şatila’da Dört Saat) başlıklı bir denemeyle birkaç kuşağın zihnine nakşettiğini hatırlatmak; onun romanlarını, piyeslerini, otobiyografik anlatılarını tek tek saymak gereksiz değil mi?
Genet’nin hayatının bütün o karmaşık ve çıfıt, acul ve cüretkâr, siyasi ve romantik yönlerinden söz etmenin çekici bir yanı var kuşkusuz, ama eğer siz de benim gibi –ve mesela Sartre’ın aksine— “eyleyen” Genet’den ziyade “yazan” Genet’yi sevenlerdenseniz, onun iki ayrı ruh, iki ayrı üslup arasında kalmış halini iyi anlatan birkaç cümleyi, hakkındaki bilumum malumatfuruş anlatıya tercih edeceksinizdir. Ben Jelloun’un –Fransa’da 2010’da yayımlanan ve bu yazının vesilesi olan— Jean Genet, Menteur Sublime (Jean Genet: Yüce Yalancı) kitabı tam da bu nedenle özel bir kitap bence. Ben Jelloun, arkadaşını bir “ses” olarak anlatıyor bu kitapta ve o sesin etkisi kadar, değişkenliğini, çoğulluğunu, kendi iç polifonisini de işitmemizi sağlıyor. “Kızıl beyaz” diyor, “Jean Genet’nin sesi.” Korlaşmış beyaz ateş geliyor gözünüzün önüne; mesafeli ama sıcak bir ses, duru, yakıcı: “Her sesin hatırasının bir rengi vardır; Genet’ninkinde ışıklı ve aynı zamanda muzip bir şey vardı. Hâlâ işitebiliyorum. Tütünle dövülmüş, biraz iri taneli, handiyse kadınsı ama mütebessim bir ses. Zamanla kalın, sakin ve her zaman mevcut, her zaman zorlayan bir sese dönüştü. Un captive amoureux’de (Sevdalı Tutsaklık) şöyle yazacaktı: Herkesin sesi gibi benimki de gerçek değil, sahtedir. Hiçbir okur bu kisvenin tabiatını tahmin edemez.” Bu alıntıyı, Ben Jelloun’un itirafı izliyor: “Ben bu kisvenin farkında değildim.”
Başka bir yerde, Genet’nin yazısı ile eylemini, yine sesine kulak vererek ayırıyor birbirinden: “Yazar Genet’nin eserindeki sesi, adam Genet’nin, özellikle de Kara Panterler ile ilişkiye geçmesi sonrasındaki sesiyle aynı değildi. Yazar Genet klasikti, şairdi… Dili olağanüstü duruydu. İmgeleri, en şaşırtıcı olanları bile, cilalıydı. Genet, kelimelere hükmetmeyi bilen bir şairdi ama hiçbir zaman bu kelimeleri adalet için eyleme geçme arzusuyla uyumlu kılamadı.”
Tam da bu işte! Onu “yeraltında” sananların da, ondan anarşist bir kahraman yaratanların da gözden kaçırdıkları uyumsuzluk bu. Ancak onun yoksul ve mümbit, mahpus ve asi hayatına, onun şiddete karşı ve şedid mücadelesine hayran olmayı bırakıp, adam Genet’nin nihaî “sıradanlığı” üzerine düşünmeye razı bir okur, yazar Genet’nin “sıradışı” dilini, ruhunu ve ahlâkını, onun kendine has edebiyat sesini –Sartre’ı ve bütün Hegelcileri kızdırmak pahasına— bir numen, bir “kendinde şey” gibi sevebilir sanırım. Ben Jelloun daha da fazlasını yapıyor; Genet’nin de aslında bunu her zaman beceremediğini gösteriyor bize: “Yazarlığı üzerine konuşmayı reddettiği zamanlarda ya da biri çıkıp romanlarının kudretini ve güzelliğini gündeme getirdiği için öfkelendiğinde, bir set çekerdi. Hayatının iki kritik aşaması arasına, hapishanede geçirdiği (ve kitaplarını yazdığı) zamanla bir aktivist olarak mücadele verdiği zaman arasına duvar örmüştü. İkisinin aynı insan olmadığına inanmamızı istiyordu. Fransa’da toplumsal ve siyasi bilinç sahibi, angaje entelektüellerin sonuncusuydu. Angaje kelimesinden nefret ederdi.”
Denizin kendi bulutunu kuşandığı, insana buğunun içinden solumayı zorla öğreten, toprak dışında her şeyin hep biraz ıslak olduğu bu ıhlamurlu İstanbul sabahlarında, Tanca’yı hayal etmek o kadar da zor değil. İçinden Genet geçen bir Tanca’yı ise, yine ne yazarsa yazsın bir yolunu bulup, Cebelitarık’ın ağzındaki o kumlu şehre dönen Ben Jelloun sayesinde canlandırabiliyorum gözümde. Faslı yazarın, Genet ile Samuel Beckett arasında hayalî bir buluşma ayarlayıp, onlara, denize nâzır bir Tanca kahvesinde Alberto Giacometti’yi beklettiği Beckett et Genet, Un Thé a Tanger (Beckett ve Genet: Tanca’da Bir Çay) adlı piyesi, geçen yıl Işık Ergüden’in tercümesiyle Sel’den yayımlanmıştı. Şimdi, Türkçesini yine Ergüder’den ve Sel’den okumayı beklediğimiz Menteur Sublime’de de, Tanca’nın önemli bir yeri var.
Ben Jelloun, 1970’lerin başında henüz ilk romanını yazarken keşfediyor Genet’nin 1949 tarihli Journal du voleur’ünü (Hırsızın Günlüğü): Faslı bir arkadaşı “Oku” diyor, “Tanca’yla ilgili bu kitap, ikimizin de bilmediği bir Tanca’yla.” Şimdi kırk yıl ve kırk küsur kitap sonrasında, Fas’a bakmanın, Fas’ı yazmanın yeni biçimlerini biraz da Genet sayesinde keşfettiğini anlatıyor Ben Jelloun: “Roland Barthes’ın derslerinde öğrendiğim gibi, Genet’den de bir toplumu asla doğrudan, üstüne üstüne ya da ona paralel giderek değil, ama dolaylı biçimde gözlemlemek gerektiğini öğrendim. Barthes’ın ‘dolambaçlı yol’ dediği şeye Genet ‘köşegen’ diyordu, dünyanın bir ucundan diğerine uzanan bir köşegen. Bir romancı olarak Fas’ı böyle yazdım ben.”
Kitabın en sahici bölümlerinden biri, Ben Jelloun’la Genet’nin birlikte Tanca’ya gittikleri 1974 yılında, Ali Bey Çıkmazı’nda geçiyor. Ben Jelloun’un aile evinde, çıplak duvarlarında sadece Ben Jelloun ve erkek kardeşinin birer fotoğrafı ile antika bir saat, bir tespih ve eski bir takvimin asılı olduğu, bir köşedeki ekmek dolabının üzerinde küçük siyah-beyaz bir televizyonun durduğu mütevazı odada, Ben Jelloun’un Genet’den üç yaş büyük olan ve her şeyden şikâyet eden babasıyla karşılıklı oturup, okuma-yazma bilmeyen annesinin pişirdiği limon soslu, zeytinli kuzu etini yerken konuşuyorlar.
Ben Jelloun’un babası, evlerine hırsız girip her şeyi çaldığı zaman karakola gidişini ve polisler ona çok fazla soru sorunca, “Hırsız ben değilim” diyerek geri dönüşünü anlatırken, “Babana benim de hırsız olduğumu ve bu yüzden hapiste yattığımı söyle ama eşcinsel olduğumu söyleme” diyor Genet. “Bana bırak,” diye kesiyor sözünü Ben Jelloun; “Babama hayat hikâyeni anlatacak değilim. Ona önemli bir yazar olduğunu, hatta Sartre’ı bile tanıdığını söyledim. Çünkü, Nobel Ödülü’nü reddettiğinde Sartre’ın ismini duymuştu babam. Tepkisinin ne olduğunu tahmin et. Hemen bir Fas atasözü söyledi: Allah, dişi olmayan adama kavrulmuş badem verir!” Ben Jelloun yazmamış, ama nedense, Genet’nin bu sözü sessiz bir kahkahayla karşıladığını düşündüm. Kitabın beni de öfkemden kurtardığını hissettim o vakit. Minnetle gülümsedim.